İki yıl önce Havana’yı görmüş arkadaşlarım
diyorlar ki, “Buralarda doğru dürüst yemek yiyecek yer yoktu. Şimdi turistik
restoranlar açılmış. İnsanların elinde tek tük cep telefonu vardı. Şimdi
ilkokul çocuklarının ellerinde bile akıllı telefonlar…”
Küba, hızla “çağı yakalıyor!”. Uluslararası
markaların tabelaları teker teker görünmeye başlamış. Sanıyorum çok kısa bir
zaman sonra bugünkünden çok daha farklı bir Küba ile karşılaşacağız. Onun için
“otobandan önceki” son halini görmek istiyorsanız elinizi çabuk tutun ve Küba
için bir bilet alın…
(Yazıyı okurken size eşlik etmesi için tıklayın... https://www.youtube.com/watch?v=9jaoXKpi7N4)
KISKANMAYIN, SİZ DE GİDİN…
Kime “Küba’ya gidiyorum” desem; yüzünün şeklinin
değiştiğini, gözlerinin büyüdüğünü, yanaklarının toplandığını, dudaklarının
gülümsediğini, şaşırdığını ve belki biraz da kıskandığını söylemeliyim. Ben de
beraber gittiğim arkadaşlarıma uydum ve işler ters gitmesin, nazar değmesin
diye pek de kimseye söylemedim. Ta ki uçağa binene dek “ya bir şey olur da
gidemezsek” diye bir kaygı, hep içimde bir yerlerde beni dürtüp durdu. Sonunda,
22 Ocak’ta Türk Hava Yolları’nın doğrudan Havana uçuşunu yapacak uçağında
kendimi rahatlamış buldum…
Gerçekten THY’nın rahatlığı başka hiçbir
havayolunda yok. Yemekleri için bir kez daha ve tekrar tekrar tüm çalışanlarına
ve yöneticilerine emekleri için teşekkür etmem lazım.
Neyse, Havana’ya Pazar günü vardık. Sokaklar pek
bi boştu. Belki de bundan, Havana için kurduğum hayaller pek de yerine
oturmadı. Zaten gezinin sonunda aklımda şöyle bir düşünce oluşacaktı: “Aynı
Eskişehir gibi… Medyada reklamı süper, ancak yaşayanlar için sorunlu…
İstanbul’dan gelenlerin rahatladığı ama Eskişehirlilerin pek de rahat olmadığı
bir şehir…” Küba için yazı yazanlar sanıyorum turist rehberleri daha çok ya da
benim okuduklarım öyleydi…
Çünkü Küba için internete yansıyanlarla benim
karşılaştıklarım pek de örtüşmüyor. Evet, yazılanlar yalan değil ama yaratılan
beklenti karşısında bulduklarım pek de tatminkâr değil. Çünkü beklentim çok çok
yüksekti… Her köşe başında müzik, salsa, restoranlar, turistik aktiviteler,
fotoğraf çekecek manzaralar, her yerde gülümseyen, mutlu yüzler…
SANTİAGO DE CUBA
Pazartesi günü Havana’dan Santiago de Cuba’ya
uçakla geçtik. Taksilerle pazarlık etmek şart. Hele de havaalanında sizin
elinizi tutup taksisine götürmek isteyenlere yakalandıysanız ve taksiyi görmeden
valizi kaptırdıysanız, neyle karşılaşacağınız tamamen bir sürpriz…
Ne demek istediğimi fotoğrafını çektiğim
taksilerin görüntüsünden anlayabilirsiniz: Tam bir boyanmış teneke yığını...
Hiçbir göstergesi, paneli çalışmayan, tek bir iç kaplaması olmayan, hatta kapı
kolu bulunmayan ama sorunsuz çalışan taksiler…
Neyse… Bu da ayrı bir macera, ayrı bir zevk…
Denemek, mutlu olmak lazım…
“Casa particular” yani pansiyon diyebileceğimiz ev
sahibinin evinin birkaç odasını kiraladığı evlerde kaldık. Nazik ev sahipleri
kahvaltımızı hazırladılar. Omlet, tropikal meyve tabağı, meyve suyu, tereyağı, peynir,
jambon… Türkiye’den tedbirli gitmekte yarar var: Zeytin, peynir, reçel, bal ve
gevrek…
Daha sonra aç kalmamak için bolca konserve
fasulye, balık, mısır ve canınız ne çekiyorsa; sallama çay, bisküvi, çikolata,
kraker ve bir de lokum… Plastik çatal, kaşık, ıslak mendili unutmayın… Hatta
bunları çocuklar, gençler ve kaldığınız ev sahipleriyle paylaşabilirseniz çok
mutlu olduklarını söyleyebilirim!
TOPLANTI
Santiago’da katıldığımız toplantının bu yıl
15’incisi düzenlendi. Büyük bir otelde, aynı anda 9 ayrı oturum
gerçekleştirildi. Yoğun bir katılım var. Ancak bildirilerin tamama yakını
İspanyolca… Bizim bildirilerimiz de İngilizce’den İspanyolca’ya çevrilerek
dinleyenlere açıklandı. Çok da büyük merak ve istekle dinlediklerini ve soru
sorduklarını gördüm. Bildirinin ayrıntılarına akademik sayfalardan
ulaşılabiliyor. Bildiri tam metinleri kitap olarak iki cilt halinde yayımlanmış
bile…
Öğle yemeğimiz sandviç ve meyve suyu… Gala
yemeğinde de plastik tabakta kızartma ve pilav…
Santiago, gezinin en keyif aldığım şehri. Küçük,
her şeyin yürüme mesafesinde olduğu keyifli bir şehir. Parklar, kafeler,
barlar, restoranlar, sokaklar bana keyif verdi. Fidel Castro’nun anıt mezarını
da ziyaret ettik. Daha önce nedense resimlerine bakmamışım. Şaşırmadım değil…
Siz de fotoğrafını görünce şaşıracaksınız… Üzerinde “Fidel” yazan kocaman bir
kaya parçası… Çok şey anlatıyor doğrusu… Çok duygulandım… Mezarlık ya da
Küba’daki tüm mezarlıklar her biri sanat eseri, her biri ayrı bir kişilik, her
biri benzersiz…
ZENGİNLİK VE FAKİRLİK
Küba, ambargo altında… Bir duvar yazısında yazdığı
gibi: “Ambargo bir soykırımdır”. 1950’lerde buranın Dünya’nın en muhteşem
yerlerinin başında geldiğine bahse girebilirim. O kadar muhteşem evler,
villalar, yazlıklar, oteller var ki, şaşırdım doğrusu. Her biri en az 50 ya da
100 yıllık binalar. Ancak “devrim”den bu yana yalnızca temizlik ve boyası
yapılarak ne kadar korunabilmişse çoğu yer o kadar korunabilmiş… Kübalıları
takdir etmek lazım…
Bakımsız, yıkılmış, çürümüş, harabeye dönmüş,
dökülmüş, paslanmış pek çok bina, yer ve sokak var. Yine de binaların her biri
ayrı bir şahsiyete sahip. Her birinin ayrı bir mimarisi, ayrı bir kişiliği,
ayrı bir estetiği var. Hiçbir bina diğerine benzemiyor. Gördüğüm hiçbir başka
yere benzemiyor buradaki yapılar. Her birinde ayrı bir estetik kaygı, ayrı bir
güzellik, ayrı bir incelik, ayrı bir beğeni var. Arabalardan çok binalara
hayran kaldığımı söylemeliyim. Doğrusu bu yapılaşma, bu mimari, bu güzellik
Türkiye’de ve Avrupa’da gezdiğim hiçbir yerde yok. Arabayı satın alabilirsiniz,
Dünya’nın her yerinde aynı araba… Ancak evler öyle değil… Hiç biri birbirine
benzemiyor… Her biri özel bir beğeniyi yansıtıyor…
Her yer yemyeşil sonra… Caddeler geniş… Bu kadar
geniş caddeleri pek çok yerde görmek neredeyse imkânsız… O günlerde böyle
şehirleri planlamak tek kelimeyle “muhteşem”…
Çarpık kentleşmeye dair tek bir yer görmedim.
Kırık dökük binalar “evet” ama çarpık yapılaşma “hayır”!
Otomobillerden söz etmedim… 1950’lerde bu kadar
aracın yollarda yürüdüğü bir ülkede aynı araçların ambargoya rağmen hala
kullanılabiliyor olması ayrı bir güzellik, çaba, başarı… Çoğu eski araba artık
antika değerinde ve çoğu tertemiz boyalı, turistik gezi aracına dönüşmüş
durumda… Halk da yine bu arabaları kullanıyor ama yavaş yavaş yeni arabalara
geçiş başlamış... Yollarda son model cipleri görmek de mümkün. Kimin olduğunu
ve ne amaçla burada olduklarını bilmiyorum doğrusu…
Taksi ücretleri 5 CUC-10 CUC… Ha, CUC’dan
bahsetmedim… Küba’da iki tür para kullanılıyor. Bir, turistlerin kullandığı,
dövizlerini bozdurdukları, 1 Euro’nun 1 CUC’a yaklaşık olarak eşit olduğu bir
para birimi… Bir de Kübalılar’ın kullandığı yerel para birimi var. O para ise turistlerin
eline geçmiyor. Her şeyin üzerinde iki tür rakam bulunuyor. Büyük olan CUC,
diğeri ise yerel para birimi… Yerel para ile her şey daha ucuz...
UCUZ MU?
1 küçük su 1 CUC, 1 meyve suyu 1 CUC, Coca-Cola
2,5 CUC, 1 dilim pizza 2,5 CUC, ortalama bir yemek 10 CUC, hediyelik tişört 10
CUC, hediyelik orta boy resim 50 CUC, magnet 2-3 tanesi 1 CUC… Küsurat, kuruş
falan yok tabi…
“Küba, ucuz bir yer” gibi bir düşünceniz varsa,
yukarıdaki fiyatlardan sonra pek de öyle olmadığını düşünebilirsiniz. Ancak pazarlık
etmek şart…
Ha bu arada… Cep telefonlarımızı orada
kullanabiliyoruz. Ancak farklı bölgelerde “çekim” sorunu yaşıyoruz. Açıp
kapatıyorum, çalışıyor… İnternet oldukça pahalı… Cep telefonundaki interneti
kullanmak yerine oradan 1 saati 2-3 CUC’a internet kullanım kartı
alabiliyorsunuz. Kimi otellerde, caddelerde köşe başlarında wifi noktalarında
kullanabiliyorsunuz… Sizi aradıklarında ulaşmalarında da sıkıntı var. Kimi
yerlerde çekiyor ve çoğu yerde çekmiyor… Kısacası telefonlara ve internete bir
süreliğine ara vermekte yarar var. Hem sağlıklı da…
TÜRKİYE’DE KIŞ, KÜBA’DA YAZ…
Bir sabah, bir taksiciyle anlaşıp deniz kenarına
gittik. Karayip denizinin maviliğine de dalmış olduk… İki adımda derinleşiyor.
Dalgalar, okyanus dalgası; oldukça güçlü…
Sahilde tek tük turistik işletmeler boy göstermeye
başlamış… Müşteri çekmeye çalışanlar sizi yalnız bırakmıyor…
Dönüşte taksiciye 1 saat sonrası için anlaşmışken,
taksici saat 1’de geleceğini anlamış… İspanyolca şart… Gerçi üç beş kelime
öğrenmedik değil.. Cep telefonlarındaki tercüme programları da işe yarıyor
doğrusu…
Bu arada taksiciyle 20 CUC’a anlaşmıştık. O
gelmeyince aynı yolu kişi başı 1 CUC’a dolmuşla döndük.. Küba’da her şeyin
birden çok fiyatı var. 1 CUC’luk bir şeyi 10 CUC’a da almış olabilirsiniz… Bu
aslında her şey için geçerli…
HAYATIMIN EN UZUN YOLCULUĞU
Santiago’dan Havana’ya dönüş için uçak bileti
bulamadık. Trinidad, Cienfiguentos gezileri düşündük ama “araç kiralamak çok
pahalı”, “vakit yok”, “nerede kalacağız?”, “otobüs bulabilir miyiz?” diye
düşündük ve vazgeçtik. “Keşke bir taksiciyle pazarlık etseydik, nasıl olsa bir
oda da bulabilirmişiz” düşünceleri Havana’ya vardıktan sonra aklımıza geldi…
Hayatımın en uzun otobüs yolculuğuydu… 16-17 saat
boyunca eski model bir otobüsle Santiago’dan, Havana’ya… Neyse… Güzel yanı,
şehir şehir yoldaki tüm görülecek yerleri gördük… Tüm otogarlarda fotoğraf
çektik… Halk ne yaşıyor biraz daha yakından şahit olduk…
Tarlalar, yollar, binalar, parklar, otogarlar,
insanlar…
Otogarlarda içmeye su bulmakta zorlandık. Neyse yol
üstünde bir kafe’den temin ettik. Yolda yemek için durduğumuz yerin pek de
bizim için uygun olmadığını düşündük. Konserveler imdadımıza yetişti..
Otogarlardaki tuvaletler, hayatımda gördüğüm en kötü yerler arasında
diyebilirim. Ayrıntı vermeyeyim… Hijyen konusu biraz sorunlu… Onun için ıslak
mendil, kâğıt ve artık ne gerekiyorsa tedbirli gidin…
TEKRAR HAVANA…
Atatürk’ün büstü sahilde denize ve karşıdaki
kaleye bakıyor. Onunla fotoğraf çektirmek için Türkler ziyarete geliyor. Biraz
daha ileride “Makaryos”un büyük bir heykelini Rum Kilisesi hediye etmiş…
Her yerde “devrim” ve devrimi hatırlatan panolar,
parklar, müzeler, tarihi eserler, yazılar… Müzik ve dans… Sahilde yürüyüş, üstü
açık arabayla şehir turu, indi-bindi otobüsleriyle gezi, sahilde gezi treniyle
bir tur, Pazar günleri antika pazarı…
Fotoğraf makinesi, Küba gezisinde çantaya
konulması gereken ilk şey… 2000 civarında fotoğraf ve video çekmişim… Az bile…
Çünkü makineye yedek batarya almak da lazımmış ya da çift makine gitmek
lazımmış… Tavsiyem, farklı özelliklerde çift makine ile gitmek…
MÜZİK VE DANS
“Küba’da her köşeden bir melodi yükselir” diyemem;
ancak turistlere hitap eden kalabalık sokaklarda, kafe ve restoranlarda,
meydanlarda kesinlikle hoşunuza gidebilecek ve yüzünüzü gülümsetecek sesler
duyabilirsiniz. Küba’da müzik insanların hayatlarının bir parçası diyebilirim.
Dans da öyle… Türkiye’de belki de “erotik” sayılabilecek danslar Küba’nın
halkdansları… Müzik grupları da tabi davul-zurna çalmıyor. En az üç kişiden, en
çok 15 kişiye kadar çeşitli müzik grupları gördüm. Her birisi yine Küba’ya özgü
ve özgün hoş melodilerle gönüllere hitap ediyor. Bu tınıları duyup
kımıldamamak, gülümsememek ya da mutlu olmamak için ancak bildiğin “odun” olmak
lazım… Küba’yı müzik ve dans konusunda kesinlikle takdir ediyorum… Mükemmel bir
müzik ziyafeti, mükemmel yetenekler, mükemmel seslerin memleketi…
Cuma ve cumartesi akşamları saat 21’den sonra
Havana’nın işlek caddeleri özellikle gençlerle doluyor. Eğlence ve dinlenme
yerlerinin önü hıncahınç. Sokakları en kalabalık gördüğüm saatler bu saatten
sonrası…
“İnsanlar mutlu mu?” Evet… Niye mutlu olmasınlar
ki? Sokakta yürürken “Çantam çalınır mı?”, “Cüzdanım yerinde mi?” kaygısı
yaşamıyorsun. “Biri yoluma tükürür mü?”, “Orama burama birileri çarpar mı?”
diye düşünmüyorsun. “Yazlığım olsun, kışlığım olsun, arabam olsun, o da son
model olsun” derdi yaşamıyorsun. “En iyi cep telefonu bende olsun”, “ayakkabım
son moda olsun”, “makyajım fevkalade dursun” gibi düşüncelere kapılmıyorsun.
Herkese karnı doyacak yemek garanti. Fazlası kimsede yok zaten. Herkes
neredeyse “asgari müştereklerde” eşit.. Mutluluk, elindekilerle değil,
beklentilerle ilgili…
“Peki, gerçekten mutlular mı?” Prag’daki kadar
insanların yüzünün güldüğünü görmedim. Ancak bizdeki kadar karamsar ya da asık
suratlı insana da rastlamadım. Tüm seyahatim boyunca yalnızca üç yaşlı kadını
dilenirken gördüm. Onun dışında dilencilik yapan kimse yoktu. Halinden şikayet
eden kimseye de rastlamadım. Herkes Devrim’i ve Fidel’i yüce bir övgüyle
anıyordu.
Anlattıklarına göre daha önce sömürge bir ülkeymiş
Küba. Halk köle… Toplumun yüzde 20’si ancak zenginlikten faydalanıyormuş…
Devrim, ülkenin zenginliklerinin ülkede kalmasını sağlamış, herkese eşit
olanaklar tanımış. Özellikle eğitim ve sağlık alanında önemli bir standart
yakalanmış. Hele belki de ambargo olmasa, belki de Küba bugün bambaşka bir yer
olurmuş…
KUYRUKLAR
Küba’da müzik ve dans kadar hayatın bir başka
ayrılmazı “kuyruklar”. Pek çok şey için kuyruk var. Restoran önlerinde, kafe
önlerinde, pizzacı, dondurmacı, market… İnsan nüfusu kalabalık, işletme sayısı
az olunca, maalesef kuyruk da hayatın bir parçası haline geliyor. Ancak
Kübalılar bu duruma alışmış… Tabi, kuyruklar bizdeki gibi… İstanbul’da bir
sabah dolmuşa binmek için insanımız nasıl akın ediyorsa, Küba’da da aynı
manzaraları fazlasıyla gördüğümü söylemeliyim…
Not etmem gereken son bir şey… Küba’da siyahlar,
beyazlar ve melezlerin yani farklı ırkların nasıl birbirleri ile kol kola
yaşadıklarını ve birbirlerini hiç yadırgamadıklarını yakından gördüm. Bu
rahatlığı ya da ayrımsızlığı Amerika’da ya da Avrupa’da bile görmediğimi ifade
etmeliyim. Park ve bahçelerde farklı ten rengine sahip insanların aynı masada
domino oynayanlara şaşırmadım ama beni şaşırtan; karşılıklı satranç oynayan
yetişkinlerin sayısının da az olmaması… Burada altı çizilmesi gereken şeyin
“satranç” olduğunu belirtmem lazım…
NİHAYET…
Her yerde okuduğunuz, gördüğünüz şeyleri yazmak istemedim. “Anlatılanlardan” farklı gördüğüm şeyleri not etmeye çalıştım. Küba zaten görülmesi gereken ilk 10 muhteşem yerden biriydi benim için… Bunun nedenlerini tekrar etmeye gerek yok sanıyorum.
Gezinin sonunda Eskişehir’e ulaşmam 37 saatimizi aldı. THY, Havana’dan sonra Venezuela, Karakas’a gidiyor. Oradan İstanbul, oradan otobüsle Eskişehir…
“Yorgunluk”… Gezinin en son sözü…
Hayatımın en yorucu gezisiydi.. Ama değdi doğrusu…
“Bir daha gitmek ister misin?” diye soruyorlar… “Bu kadar yorgunluğun üstüne yakın zamanda bir daha aynı şehirlere gitmek istemem… Ama daha sonra fikrim değişir mi? Trinidad, Cienfiguentos, Varadero… Bilemiyorum. Nasip… Kısmet…”
TEŞEKKÜR
Bu elbette turistik olmanın ötesinde akademik bir geziydi.. Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Dekanımız Prof. Dr. Halil İbrahim Gürcan hocamız ve Eğitim Fakültesinden Yard. Doç. Dr. Rıdvan Tuncel’e bu geziye katılmama vesile oldukları için, gezi boyunca rehberlikleri ve gösterdikleri büyüklükleri için teşekkür ediyorum. Çok daha özel bir teşekkür de bu imkânı tanıdıkları için Anadolu Üniversitesi’ne ve Rektörümüz Prof. Dr. Naci Gündoğan’a… Teşekkürler…
Hasta la Vista Cuba! (Hoşcakal Küba!)
29 Ocak 2017