Bundan 10 yıl
öncesine kadar özel yetenek sınavıyla öğrenci alan, Türkiye’nin üniversite
yaşamına “iletişim” sözcüğünü de kazandırmış olan ve “İletişim Bilimleri
Fakültesi” adını taşıyan tek fakültesi, 1998 yılından bu yana ÖSS sistemiyle
öğrenci kabul ediyor. Peki, özel yetenek sınavı mı daha iyiydi, yoksa ÖSS
sistemi mi?
DÜNDEN BUGÜNE İBF
Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi bu yıl 30.
yaşını kutluyor. Fakültenin 12 Ocak günü gerçekleştirilen kutlama
etkinliklerine eski ve yeni rektörler, dekanlar, fakülteye emeği geçenler,
öğretim elemanları, mezunlar ve öğrenciler katıldı. Yaklaşık 600 kişinin bir
araya geldiği özel günde konuşulan konulardan biri de eskiyle yeninin farkıydı.
Bunlar arasında en önemli soru ise fakültenin özel yetenek sınavıyla öğrenci
aldığı dönem ile bugünkü, ÖSS sistemiyle öğrenci aldığı dönem arasında fark
olup olmadığıydı.
Konuyu belki daha iyi anlatabilmek için öncelikle fakülte
hakkında biraz bilgi vermek gerekiyor. Resmi belgelere göre İletişim
Bilimleri Fakültesi 1977 yılında Eskişehir İktisadi ve Ticari İlimler
Akademisi’ne bağlı olarak “Sinema ve Televizyon Yüksekokulu” adıyla kuruldu.
Anadolu Üniversitesi’nin kuruluşunun ardından “Televizyonla
Eğitim ve Öğretim Fakültesi” adını aldı ve 1980 yılında ise Türkiye’de ilk
kez “İletişim Bilimleri Fakültesi” adıyla, sinema ve televizyon konusunda
eğitim vermeye başladı.
1982 yılında “örgün bölümler” olarak Açıköğretim Fakültesi’ne
bağlandı. Aynı yıl Sinema ve Televizyon Bölümü’nün yanına İletişim Sanatları,
Basım ve Yayımcılık, Eğitim İletişimi ve Planlaması bölümleri de eklenerek
bölüm sayısı dörde yükseldi.
1991 yılında “İletişim Bilimleri Yüksekokulu” adıyla
Açıköğretim Fakültesi’nden ayrıldı ve 1992 yılında yeniden fakülteye
dönüştürülerek İletişim Bilimleri Fakültesi adını aldı.
Kurulduğu günden, 1998 yılına dek fakültenin bölümlerine özel
yetenek sınavıyla 30’ar öğrenci kabul edildi. Ondan sonra ise ÖSS sistemiyle
öğrenci alınır oldu.
2001 yılında İletişim Sanatları Bölümü’nün adı Reklamcılık ve
Halkla İlişkiler Bölümü; Basım ve Yayımcılık Bölümü’nün adı Basın ve Yayın
Bölümü oldu. 2002 yılında da Eğitim İletişimi ve Planlaması Bölümü’ne öğrenci
alınmayarak, İletişim Bölümü açıldı.
Bugüne dek fakülte 2550 öğrencisini mezun etti. Özel yetenek
sınavıyla öğrenci aldığı dönemde 500’ü bulmayan fakültede öğrenim gören
öğrenci sayısı bugün 1200’e ulaştı ve artık fakültenin yeni bir binaya
ihtiyacı olduğundan hareketle plan ve proje çalışmalarına başlandı.
Kısacası, Türkiye’nin üniversite yaşamına “iletişim” sözcüğünü
kazandıran ve birçok ilke imza atılan fakültede zaman içinde birçok şey de
değişmişti…
Bugün, diğer üniversitelerdeki iletişim fakülteleri gibi
İletişim Bilimleri Fakültesi de ÖSS sistemi ile öğrenci kabul ediyor. Peki,
yeni dönem ile eski dönem arasında nasıl bir fark var? Özel yetenek sınavı
ile mi, yoksa ÖSS sistemiyle mi öğrenci alınması daha iyi?
FARKLI GÖRÜŞLER
Fakültenin eski ve yenilerinin bir araya geldiği özel günde
dost sohbetlerinin önemli konularından biri de bu soruydu. Kimileri “bir şey
değişmedi” derken, kimileri ÖSS sisteminin pek de iyi olmadığını ima ya da
ifade etti. Kimileri ise özel yetenek sınavlarını eleştirdi. Bu sohbetlerde
geçen tartışmaları sizlerle paylaşmak istedim…
Öncelikle iki uygulama arasında fark olmadığını ifade edenler
daha çok verilen eğitim açısında durumu ele aldı. Okul aynı okuldu.
Öğrencilere her zaman teknolojinin son olanaklarını içeren uygulama alanları
sunuluyordu. Hatta okulun teknik ve teknolojik olanakları her geçen gün
artıyordu. Geçmişte olmayan, hayal bile edilemeyen olanaklar, bugünkü
öğrencilerin ellerinin altındaydı. Geçmişin başarılı mezunları gibi şu anda
yetişen öğrenciler de gelecekte başarılı işlere imza atacaktı. Fakülte,
öğrenci nasıl gelirse gelsin, Türkiye’nin en iyisiydi ve öğrencilerine de en
iyiyi sunuyordu.
Paralel bir görüş ise şunları dile getiriyordu: ÖSS’de
bilinçli olarak iletişim fakültesini tercih eden öğrenciler açısından bir
sorun yoktu. Çünkü o öğrenci için özel yetenek sınavı ya da ÖSS’nin pek bir
farkı yoktu. Bilinçli, ilgili ve istekli öğrenciler her zaman başarılı
olurdu. Ancak asıl sorun öğrencilerin bilinçli tercih yapmalarına imkan
tanımayan eğitim sisteminde ve ÖSS’deydi. O nedenle öğrenciler bilinçli olarak
yönlendirilmeli ve ÖSS’de de bilinçli tercih yapmalıydı. Bu anlamda iletişim
fakülteleri de kendilerini daha iyi ifade etmeli, bu fakülteleri seçecek
“doğru” öğrencilere sınav öncesinde yol göstermeliydi.
“Artık öğrenciler, 10 yıl önceki öğrenci değil” diyen bir
başkası ise genel olarak ülkemizdeki öğrenci profilindeki değişime işaret
ederek “özel yetenek sınavı da olsa alınacak öğrenci aynı öğrenci” diye
tepkisini dile getiriyor ve şunları söylüyordu: “Artık neredeyse at
gözlüklerine sahip, test sınavı için hazırlanan ve başka bir şeyi gözü
görmeyen bir öğrenci profili var. Öğrenim hayatı boyunca tek boyutlu
yetiştiriliyor ve üniversiteye geliyorlar. 10 yıl öncenin öğrenci profili ile
bugünkü aynı değil. Dolayısıyla özel yetenek sınavı yapıldığında alınacak
öğrenci de eskisi gibi farklı niteliklere sahip, istedikleri alan konusunda
yetenekli, ilgili ve bilgili öğrenciler değil. Eğitim sisteminin yetiştirdiği
öğrenci profili artık özel yetenek sınavı ile öğrenci alınmasına imkan
vermiyor. O nedenle bu öğrenci profili arasından ÖSS ile öğrenci almak bana
daha mantıklı ve doğru geliyor. Bugünkü şartlar içinde de gerekenin bu
olduğunu düşünüyorum.”
Asıl sorun; bir başka görüşe göre farklı bir noktadaydı,
iletişim fakültelerinin ÖSS’de “Sözel 2” puan türü ile öğrenci
almalarındaydı. Çünkü iletişim fakülteleri dekanları toplanarak “eşit
ağırlıklı” puan türü ile öğrenci alınması yönünde karar almışlar,
üniversitelerin senatolarınca bu kararlar ilan edilmişti. Ancak bu konuda bir
değişiklik yapılmamıştı. Oysa iletişim fakültelerine eşit ağırlıklı puan türü
ile öğrenci alınsa daha iyi olacaktı. Dekanların da işaret ettiği gibi
doğrusu da buydu…
ÖSS sisteminin daha avantajlı olduğunu savunan bir başka görüş
ise özel yetenek sınavlarını eleştiriyor ve bu sınavların objektifliğini
sorgulayarak “torpilli öğrencilerin de fakülteye alınıp alınmadığını”
tartışmaya açıyordu. Ancak ÖSS sisteminde böyle bir tartışma yoktu. Çünkü
belirli bir puan dilimi içerisinde başarılı olan öğrenciler alınıyordu. Hatta
diğer iletişim fakülteleri de aynı sınava giren öğrenciler arasından öğrenci
aldığı için fakültelerin tercih edilme durumlarına ilişkin bir gösterge de
ortaya çıkıyordu. Öğrenciler arasında da üç aşağı beş yukarı “seviye”
anlamında bir eşitlik oluşuyordu. Ancak bu görüş hemen karşılığını da
buluyordu.
Özel yetenek sınavlarında torpil yapılıp yapılmadığı eskiden
beri tartışılan bir konuydu. Ancak halen devlet konservatuarında, güzel
sanatlar fakültelerinde ve beden eğitimi ve spor yüksek okulu gibi birimlerde
özel yetenek sınavıyla öğrenci kabul ediliyordu ve özel yeteneğin gerekli
olduğu her yerde bu sınav kaçınılmazdı. Özel yetenek sınavlarından vazgeçmek
yerine torpilin önlenmesi, objektiflik kriterlerinin sağlanması gibi
sorunların çözümü için fikir üretilmeliydi. Herhangi bir üniversitenin devlet
konservatuarı sınavlarını kazanamayan bir öğrenci başka bir konservatuarın
sınavlarını gayet rahat aşabilirdi. Bu durum torpile değil, değerlendirme
kriterlerinin farklılığına işaret ederdi ve özel yeteneğin söz konusu olduğu
her alanda bu çok doğal bir durumdu.
Tartışmaya katılan birisi de ÖSS sistemiyle gelen öğrencilerin
“seviyesine” vurguda bulunuyordu. Test sınavı ile iletişim fakültesine gelen
öğrencilerin alana ilgisi olmadığı gibi kendisini ifade etmede bile “sorunlu”
olabildiklerini; özel yetenek sınavı yapılsa içlerinden ancak bir kaçının bu
sınavı kazanabileceğini söylüyordu. Test sınavı için yetiştirilen öğrenciler
gazete okumuyor, haber okumuyor, kitaba dokunmuyor, film izlemiyor, bir
iletişim fakültesi öğrencisinin sahip olması gereken ilgi ve yetenekten ne
yazık ki uzak bulunuyordu.
Bu görüşlere de itiraz geldi. Çünkü çok büyük suçlamalar
içeriyordu. ÖSS sınavının öğrencileri “tek tipleştirdiği” ya da
“robotlaştırdığı” doğruydu. Ancak ÖSS ile de olsa iletişim fakültesine gelen
öğrenciler bu alana ilgili ve meraklı öğrencilerdi. Gazeteci olmak isteyen
biri, gazete okurdu. Sinemacı olacak biri de film izlerdi. Bunun aksi
düşünülemezdi. Olacak iş değildi. Özel yetenek sınavıyla öğrenci alındığı
dönemde bile öğrencilerin hepsinin gazete okuduğunu, sinemaya gittiğini ve
ellerinden kitap düşürmediğini söylemek zordu.
Yine bir başka görüşe göre ÖSS öğrencilerinin farkı olmadığının
bir ispatı da şuydu: Diğer iletişim fakülteleri yıllardır ÖSS sistemiyle
öğrenci alıyordu ve oradan mezun olan öğrenciler sektörde çok iyi yerlere
gelmişlerdi. Bu öğrenciler “kazayla” bu fakültelere gelmiş olsalar, herhalde
bu başarıları elde edemezlerdi. Özel yetenek sınavıyla öğrenci alındığı
dönemde de tüm fakülte mezunları çok başarılı mezunlar mı olmuşlardı? Hepsi
de kendi mesleklerini mi yapılarlardı? Hepsi de diğer iletişim
fakültelerinden mezun olanlardan çok daha mı başarılılardı? Bu sorulara
verilen yanıt “elbette haklısınız” şeklindeydi.
Başka bir yanıt da şöyleydi: Bu konuları tartışmaya gerek
yoktu. Hatta özel yetenek sınavında yapılan ölçme-değerlendirmenin, ÖSS’nin
ölçme-değerlendirme kriterleri ile karşılaştırılması bile mümkün değildi. ÖSS
ile gelen öğrenci belirli bir “üst seviyeden”, Türkiye’deki tüm öğrenciler
arasında belirli bir “yüzdelik dilimden” gelen öğrenciydi. Onların içinde
düşük seviyede öğrenci olabilme olasılığı çok düşüktü. Oysa özel yetenek
sınavında aynı şekilde bir değerlendirme yapabilmek imkânsızdı. Hem de özel
yetenek sınavına ancak belirli bir kesimden ve dar bir coğrafyadan öğrenci
başvuru yapabiliyordu. Oysa ÖSS’ye Türkiye’deki tüm öğrenciler giriyordu.
Özel yetenek sınavına giren 500 öğrenci arasından öğrenci almakla, bir milyon
öğrenci arasından öğrenci almak arasında büyük fark vardı…
BU TARTIŞMA BİTMEZ
Bu tartışma üzerine, ÖSS sistemiyle birlikte fakültenin bölüm
adlarının değiştiği ve bu çerçevede acaba verilen eğitimde de bir değişim
olup olmadığı sorusu ortaya atıldı. Oysa ne güzeldi eski bölüm adları:
İletişim Sanatları, Basım ve Yayımcılık, Eğitim İletişimi ve Planlaması…
Türkiye’de hepsi birer ilkti ve bugün yoklar…
Derken geçmişte, derslere, sektörden gelen hocaların
çokluğundan söz açıldı. Ünlü isimler sıralandı. Şimdi ise bu gibi kişilerin
derslere getirilip getirilmediği soruldu. Yanıt “imkanlar ölçüsünde” oldu.
Hem fakültenin hocaları yetişmişti ve hoca açığı önemli ölçüde kapanmıştı,
hem de dışarıdan gelen hocalar için koşullar eskisi gibi uygun değildi. Ancak
sınırlı sayıda kişi derse gelebiliyor ya da seminer için konuk ediliyordu.
Bir başka yanıt ise dışarıdan derse gelen hocaların derslerdeki verimliliğine
vurgu yaptı. Çünkü bu da tartışmalı bir konuydu…
Derken sohbet, özel yetenek sınavıyla öğrenci alındığı
dönemdeki fakültenin havasına yöneldi. “Adeta bir kolej havası vardı. 30
kişilik sınıflarda ders alıyorduk. Küçük bir kantinimiz vardı. Herkes
birbirini tanırdı. Herkes iddialı işler peşinde koşardı. Şimdi öğrenci sayısı
ikiye katlanmış. Kantinde dolaştım, o eski havayı göremedim.”
Eski arkadaşlarını göremediği kesindi… Her şey değişiyordu. O
günün gençleriyle bugünün gençleri aynı pantolonları giymiyor, aynı şarkıları
dinlemiyor, aynı şeylere sevdalanmıyordu. Saçlar, giderek beyazlıyordu… O
yıllarda kantinde kırmızı beyaz porselen altlıklı ince belli cam bardaklarla
çay servisi yapılıyordu. Şimdi beyaz, köpüklü, plastik bardaklar moda…
Peki, iletişim fakültelerinin devlet konservatuarı, güzel
sanatlar ya da spor yüksekokullarından ne farkı vardı? Bir gazeteci, yazar,
reklamcı, halkla ilişkilerci, sinemacı, yönetmen, kameraman, fotoğrafçı aynı
zamanda bir sanatçı değil miydi? Okuyarak gazeteci olunur muydu? Okuyarak
reklamda yaratıcılık yakalanabilir miydi? Okuyarak sinema filmi çekilir
miydi? Bunlar “yavan” kalmaz mıydı? Okuyarak yaratıcılık ve sanatçı ruhu
yaratılabilir miydi? Türkiye’deki tüm iletişim fakülteleri, aynen güzel
sanatlar fakülteleri gibi özel yetenek sınavıyla öğrenci almalıydı. Hatta
–keşke mümkün olsa da- tüm fakültelere özel yeteneklere sahip öğrenciler
alınsaydı...
Kantin nostaljisinin ardından konuyu yeniden tartışma alanına
çeken bu sorular da ilgi bulmadı. “Öyle öğrenci mi kaldı Allah aşkına” dedi
birisi… Belki daha başka konu ve görüşler de gündeme gelecekti ama son söz
söylenmişti: Her şey değişiyordu. Bu değişim iyi miydi, kötü mü? Belki bu
soruya da daha sonra yanıt verilebilirdi. Ancak şurası kesindi: Çay bile
artık plastik bardakta servis ediliyordu.
Akşam, “peki, ne yapılabilir?” diye düşündüm. Benim de gönlümden
geçen özel yetenek sınavıydı. Ancak özel yetenek sınavına geri dönmek ve bu
sınavı günün şartlarına göre şekillendirerek yeniden düzenlemek şu anda
mümkün görünmüyordu. Sanırım yapılabilecek ilk iş, dekanların da üzerinde
uzlaştığı eşit ağırlıklı puan türü ile öğrenci kabul etme düşüncesini yaşama
geçirmekti. İletişim fakültelerini tercih edecek öğrencilerin bilinçli
tercihte bulunmaları için de bir şeyler yapılmalıydı. Ben de sonuçta, işin
öğrencide bittiğini düşünüyordum. Bir de konuya şu açıdan bakmak gerekiyordu:
Geçen zaman içinde bardak değişse de çay, aynı çaydı…
Nice yıllara İletişim Bilimleri Fakültesi…
-------------------------------
04.02.2008
|