KENDİ SÖKÜĞÜNÜ DİKEMEYEN…

Gazetecilik zorlu bir meslek ve mesleğin dışındakilerin bu zorlukları tahmin etmesi pek de kolay değil. Aslında gazetecilerin bir çoğu kendi söküklerini dikemeyen terzilere benzer. Nasıl mı? Anlatayım… Bu soruyu yanıtlamak için öncelikle gazetecinin kim olduğunu tanımlamakta yarar var.

Literatürde liberal-çoğulcu anlayış, toplumsal dengelerde yasama, yürütme ve yargı güçleri arasında basının dördüncü gücü oluşturduğunu ve masanın dördüncü ayağını tamamladığını savunur. Böylece gazetecilerin toplumsal sorunlar karşısında bitip tükenmek bilmeden savaşmaları, gerçekleri ve doğruları savunmaları beklenir.

Kamuoyunu bilgilendirmede, sosyalleşme işlevinin gerçekleşmesinde, tartışma ortamının oluşturulmasında, kültürün gelişmesinde, toplumsal bütünleşmenin sağlanmasında ve toplumun eğlenmesinde onlar sorumlu tutulur (1).

Çünkü inanılır ki medya, çevreyi gözlemleyerek çevrede bulunan ve topluluğu etkileyen tehlike ve imkanları ortaya koymalıdır. Anlamlı bir çerçeve içinde günün olaylarını doğru, tam ve mantıki bir biçimde sunmalıdır. Toplumun amaçlarını ve değerlerini anlatmalıdır. O aynı zamanda, tehlike ve fırsatları haber veren bekçidir. Önemli toplumsal sorunlar konusunda uzlaşma ve karara varmayı kolaylaştırmak üzere alternatifler sunan danışmandır. Toplumun yeni üyelerine kurulu kültürü ileten öğretmendir. Güldüren, dinlendiren, eğlendirendir. Ticareti hızlandıran ve genişleten işadamıdır (2). Ancak pratikte işler kağıt üzerindeki gibi yürümez, perde arkasında daha başka manzaralar dikkati çeker.

İLK HABER, İLK DENEYİM

Kişisel olarak gazetecilik mesleği ile ilk tanışmam, Basın ve Yayın Bölümü birinci sınıf öğrencisi olarak Eskişehir'de yayınlanan bir yerel gazetedeki staj macerası ile başladı. Omzumda asılı fotoğraf makinesi ile daha gazetenin kapısından birkaç adım atmıştım ki, birisi koluma girdi ve kısa bir süre sonra kendimi işten çıkarılan işçilerin eylem yaptığı kalabalığın arasına buldum. İlk yaptığım haber de o oldu. Ardından Eskişehir otogarında işçilerin yaptığı eylem haberi geldi ve macera sürüp gitti…

Gazetede çalışan diğer arkadaşlarla birlikte, nerede ağlayan bir insan görsek, nerede haykıran bir çığlık duysak, nerede garip bir şeyler olduğunu hissetsek, burnumuzu oraya sokmaktan çekinmedik. Sıradan insanların hayatlarında pek de göremeyecekleri pek çok olaya şahit olduk. Gözlerimizin görmek istemediği pek çok manzarayı fotoğraflamaktan kendimizi alamadık.

Yaptığımız haberlerden memnun olanlar da oldu. Peşimizden koşup küfür edenler de. Hatta bir ara polis korumasında bile gezmemiz gerekti. Aramızda kimilerimiz hesabını soramadığımız, niye olduğunu anlamadığımız, kimin yaptığını bilemediğimiz şiddete maruz kaldı.

Geçen zaman içinde yaşanan acı, tatlı pek çok anı arasında birisi var ki, burada yeniden dile getirmek isterim. Gazetecilerin "çaykolik" olması alışıldık bir olgu. Hatta bir çoğunun sigara ve alkol bağımlılıkları da bilinen bir gerçek. Gazeteciliğe ilk başladığımız günlerde; eş deyişle gazetecilik alışkanlıkları ile yeni tanıştığımız günlerde, masamızdan çayı eksik etmeyen 15-16 yaşlarında bir çaycı çırağı vardı. Bir keresinde onunla sohbetimizde bize aldığı paranın azlığından ve işinin zorluğundan söz etti. Aylık 800 bin lira alıyordu. Sigortası yoktu. Eğitimini tamamlayamamıştı. Türkiye'nin gerçeğinin bu olduğunu dile getiriyordu…
KÜÇÜK BİR ANI…
Biz de bir ara sessizce kendi halimizi düşündük. Ben, aylık 500 bin lira alıyordum. Asgari ücretin yarısı kadar bile değildi. Bunun 100 bin lirası patronumun bana aldığı ikinci el fotoğraf makinesi için kesiliyordu. Geriye kalan para, geçinmem için gerekenin ancak bir bölümünü karşılayabiliyordu. Herhangi bir sözleşme ya da sigorta da söz konusu değildi. Neredeyse her akşam üstü saat 16.00'da karşı kaldırımdaki simitçinin simitleri ile açlığımızı yatıştırıyorduk.

Günler sonra fark ettim ki, profesyonel gazeteci büyüklerim de ya emeklilik maaşlarının takviyesi ile ya da asgari ücretin biraz üzerinde aldıkları maaşla geçimlerini zor bela sağlayabiliyorlardı.
Bir zamanlar sendika kurma yolunda girişimleri olmuştu. Ancak patronun bu işi öğrenmesi ile gazetecileri bu yolda ayaklandıran "elebaşı" işten atılmıştı. Kalanlar da sendika hareketini önleyecek biçimde iki ayrı şirkete bağlı gösterilmiş ve sendika hareketi anılardaki yerini almıştı.

Her ne kadar Basın İş Kanunu'nda gazetecileri koruyacak hükümler bulunsa da gazeteciler; yani fikir işçileri, bu kanundaki haklarına sahip çıkmakta pek de başarılı değillerdi.

BÜYÜKLER DE AYNI…

Peki "büyük gazete" ve televizyon kanallarında bu işleyiş farklı mı? Pek de sanmıyorum. Her yıl onlarca Basın ve Yayın öğrencisi staj için kapılarını aşındırıyor. İçlerinden "dayanabilenler", en az altı ay ya da bir yıl, neredeyse ücretsiz ya da stejer maaşı ile herhangi bir sosyal güvenceye bağlı olmaksızın çalışıyor. Sonuç ise çoğunlukla "hüsranla" bitiyor. "Büyük" ya da "Star" gazeteciler, dövize bağlı ya da on milyarlarla ifade edilecek rakamlarla maaşlar alırken; "ayak işlerinin" büyük çoğunluğunu yürüten, "gönüllü gençler", ancak "harçlık" alabiliyor.

Belki de "ne kadar ekmek, o kadar köfte" hesabıyla, belki de "bu ne yaman çelişki" şarkısı eşliğinde yerel gazeteler bir çok yazım yanlışları ve diğer hatalarla çıkıyor. Büyük gazetelerde de gizli saklı, daha başka bir çok "hata" dikkati çekiyor. Sonunda da gazetecilerden toplumun ve kamunun haklarını savunması bekleniyor. Kendi haklarını savunamayan, mesleğinin ve meslektaşlarının haksızlığa uğramasına ses çıkar(ta)mayan, kendi yasalarını uygula(ta)mayan, örneğin sendikaya bile üye olamayan gazetecilerin, kamunun haklarını korumakta "aslan kesilmesi" bekleniyor. Bu bir çelişki değil mi? Kendine dürüst olmayan gazeteci, topluma karşı nasıl dürüst olabilir?

--------------------
1. Bir Çok Ses Tek Bir Dünya (1993). Ankara: UNESCO Milli Komitesi.
2. Yüksel, E. ve Gürcan, H.İ. (2001). Habercinin El Kitabı. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları.
------------------------------

KENDİ SÖKÜĞÜNÜ DİKEMEYEN…
28.12.2004



Aynı yazı: Anadolu, 30 Aralık 2004 Perşembe, s.6