ÖNCESİ VE SONRASIYLA 28 ŞUBAT SÜRECİ

"Medya Güvenlik Kurulu: 28 Şubat Sürecinde Medya, MGK ve Siyaset Bağlantısı" adlı kitabım 2005 yılında yayımlandı. O günkü bilgi ve belgeler ışığında 28 Şubat sürecine dair yazdıklarım kitabın birinci bölümünde yer alıyor. İşte o bölüm...


       
28 ŞUBAT sürecinin başlangıç tarihini irtica tehlikesinin başlangıç tarihi ile ilişkilendiren kimi yazarlar, konuyu 1950’li yıllara ve çok partili siyasal sisteme geçiş dönemine dayandırır (Donat, 1999; Bölügiray, 1999). Özellikle soğuk savaşın son yıllarında Amerika’nın “aklına ve çıkarlarına” uyarak, “sol tehlike”ye karşı milliyetçiliğin ve dinin kullanılmaya başlanmasıyla bu temelin üzerine taşlar dizilmiş, “Türk-İslam sentezi”, 12 Eylül sonrası bürokrasi kadrolarında yankı bulmuş, Kürt milliyetçiliğini savunuyor görülen terör örgütü PKK’ya karşı da “din kardeşliği” öğesi kullanılmıştır. Zaman içinde ülkenin toplumsal, siyasal ve ekonomik yapısı içinden çıkılmaz karmaşık bir duruma gelmiş, demokrasi ve laiklik gibi kavramlar, içi boşaltılarak saptırılmıştır (Kongar, 2000). Temel hak ve özgürlüklerin güvencede olduğu bir çoğunluk yönetimi olan demokrasi, çoğunluğun tahakkümü biçiminde sunulmuş; devletin bütün inançlara saygılı ve eşit mesafede olması ve tüm vatandaşlarının vicdan özgürlüğünü koruması, yani onlara dini baskı yapılmasını önlemesi anlamına gelen laiklik, sadece din ve devlet işlerinin ayrılması olarak, eksik bir biçimde tanımlanmıştır. Laiklik, çoğunlukta onların inancına uygun ve bu nedenle de, demokrasi ile uzak yakın ilişkisi olmayan bir biçimde topluma empoze edilmiştir (Kongar, 2000). Bu arada merkez sağ ve sol görüşü savunan partiler birbiri ile çatışmaya girmiş, seçmenlerinin beklentilerine yanıt vermekten uzaklaşmış ve seçmen her geçen gün artan ekonomik sorunlar karşısında oy verdikleri partilere küsmüştür.

         Bir arayış içindeki seçmenin sesine 1990’lı yıllarda RP yanıt vermiştir. Önce yerel yönetimleri kazanan RP, bir alternatif olarak geniş halk kitlelerini kucaklayan söylemi ve “Adil Düzen” vaadi ile 24 Aralık 1995 Genel Seçimleri’nin galibi olmuştur. Dini argüman ve taleplerle hareket eden RP’nin yaptığı oy patlaması; buna karşın RP karşıtı söylemlerle hareket eden DYP’nin diğer siyasi partilerle birlikte oy kaybı, 28 Şubat sürecinin başlangıcını oluşturur.
         Seçimlerde RP’nin aldığı oy oranı, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) içerisinde RP’siz bir hükümet formülüne olanak tanımaz ve RP, demokratik ve laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde başbakanlık koltuğunun sahibi olur. Tarihsel olarak, irticanın ülkenin bir numaralı tehdidi haline geldiğinin tanımlanacağı, 28 Şubat sürecinin zembereği; işte bu noktada, RP’nin iktidara gelmesiyle boşalır (Akpınar, 2001).


         RP’yi iktidar yapan genel seçim sonuçlarını değerlendirmek için öncelikle o günkü siyasal atmosferi tanımlamak gereklidir.  Ardından seçim sonuçlarının ortaya çıkardığı manzara içinde siyasilerin birbirleri ile yaptıkları pazarlıklar ve çekişmeler dikkate değerdir. Bu anlamda RP’yi yalnızca iktidara seçmenin desteğinin değil, siyasal ortamın ve diğer siyasi partilerin tutumlarının da getirdiğinin altı çizilmelidir.
Siyasal Atmosfer ve Genel Seçimler
         Türkiye 1990’lı yıllara merkez sağ ve sol görüşlerin temsilcileri sayılan Doğru Yol Partisi (DYP) ile Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) koalisyonu ile girer. Turgut Özal’ın vefatı ile boşalan Cumhurbaşkanlığı görevine, dönemin DYP Genel Başkanı ve Başbakanı Süleyman Demirel getirilir. Demirel’den boşalan DYP’nin genel başkanlığı ve başbakanlık görevlerine ise tarihte ilk kez bir bayan, Tansu Çiller talip olur. SHP, Şubat 1995’te Cumhuriyet’in ilk partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile birleşir. Genel Başkan Erdal İnönü’nün görevden ayrılma kararının ardından partinin liderliğine önce Murat Karayalçın, ardından da Hikmet Çetin gelir. Eylül’de toplanan CHP Genel Kurulu’nda ise bu kez Deniz Baykal partinin liderliğini üstlenir. Koalisyon ortağı Çiller ile bir araya gelen Baykal, İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir’in görevden alınmaması üzerine, 20 Eylül günü bir açıklama yaparak, “koalisyonun hukuken değilse bile fiilen bittiğini” ve “mevcut tablo içinde yapılacak şeyin Türkiye’yi seçime götürmek olduğunu” ilan eder (Hürriyet, 21 Eylül 1995).
         Yeni hükümet arayışları merkez sağın iki partisi DYP ile Anavatan Partisi’ni (ANAP) koalisyon çatısı altında buluşmaya zorlar. Ancak iki lider arasındaki “başbakanlık koltuğuna kimin oturacağı” sorunu aşılamaz. Hükümeti kurma görevini alan Çiller, ülkeyi en kısa zamanda seçime kadar taşıyacak bir DYP azınlık hükümeti kurma girişiminde bulunur. Ancak 15 Ekim 1995 günü yapılan oylamada azınlık hükümeti, 191 kabul oyuna karşılık 230 ret oyu ile güvenoyu engeline takılır (Hürriyet, 16 Ekim 1995). Artık gündemin tek konusu erken seçimdir.
             Türkiye seçime, erken seçim için yeniden bir araya gelen DYP-CHP Hükümeti’ ile gider. Bu sırada yerel iktidarlar, RP’nin elindedir. Mart 1994 Yerel Seçimleri’nin galibi RP, 25’i büyük kent olmak üzere 250 belediyenin sahibidir (Bölügiray, 2000). İstanbul, Ankara, Konya, Kayseri, Erzurum, Diyarbakır gibi büyükşehirlerde de belediye başkanlıklarını RP’li adaylar kazanmıştır (Akel, 1998). Kamuoyu araştırmaları genel seçimde de RP’nin birinci parti çıkacağını göstermektedir. Merkez sağın liderliği için DYP ve ANAP’ın liderleri birbirleriyle yarışmaktadır. Ülkenin iki büyük gazetesi Sabah ve Milliyet iki lider arasındaki çekişmenin odağındadır ve birbirlerini “hükümetten çıkar sağlamakla” suçlamaktadır. DYP içinde ise ayrı kavgalar yaşanmaktadır. Bir yandan azınlık hükümeti güven oylamasına gelmeyenler ile ret oyu verenler partiden ihraç edilmekte, diğer yandan da parti içinde Demirel’e yakınlığı ile bilinen kimi milletvekilleri Çiller’e muhalefet etmektedir. Demirel ile Çiller arasında adı konulamayan bir çekişme zaman zaman su yüzüne çıkmaktadır. Çiller’in başı bir de mal varlığı hakkındaki iddialarla derttedir. TBMM Liderler ve Yakınların Malvarlıklarını Araştırma Komisyonu’na Çiller’in yaptığı bildirimler günün konusu olmuştur. Öte yandan siyasi partilerin bir fikir ve program partisi olmaktan çıktıkları, lider partisi haline geldikleri, kimin milletvekili olacağının peşine düştükleri ve birbirinden farklarının kalmadıkları da bu günlere ait genel eleştiriler arasındadır (Arcayürek, 2003a).
         Hükümetin seçim öncesindeki önemli bir manevrası, “Milletvekili Seçimi Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” çıkarmak olur. Kanunla 550 milletvekili üzerinden illerin çıkaracağı milletvekili sayısı belirlenerek, yüzde 10’luk çevre barajı getirilir. Demirel, Kanun’u onaylasa da iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurur. Mahkeme, çevre barajını iptal eder. Bu arada seçimlerde aday gösterilmeyen ve seçimi istemeyen kimi milletvekilleri “küskünler hareketi” çerçevesinde Meclis’i olağanüstü toplantıya çağırır, ancak karar yeter sayısı bulunamadığı için bu girişim başarısızlıkla sonuçlanır (Arcayürek, 2003a).
         Seçimden önce hükümetin en önemli kozu Gümrük Birliği’ne girilmesidir. 13 Aralık 1995 günü hükümet “bayram” ilan ederek, “resmen Avrupalı olmayı” kutlar. Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerinde 22 yıl sonra; 626 üyeli parlamentonun oturuma katılan 528 üyesinden 343’ünün oylarıyla, Gümrük Birliği’ne adım atılmıştır (Arcayürek, 2003a).
         Gümrük birliği “dopinginin” DYP’nin oylarında artış sağlayacağı düşüncesindeki Çiller, seçim kampanyası boyunca rakipleri ANAP’a ve RP’ye yüklenir (Arcayürek, 2003a). Genelkurmay eski Başkanı Doğan Güreş’i milletvekili listesine alan Çiller, “Refah Partisi rejim için bir tehlikedir…. Refah gelirse, darbe olur.... Refahı ise ancak ben önlerim” söylemini kullanır. CHP lideri Baykal ve Demokratik Sol Parti (DSP) lideri Bülent Ecevit de RP’nin rejim için tehlike yaratacağını söyleyenler arasındadır. Bu iki lider de “laikliğin güvencesinin kendileri olduğunu” söylemektedir. ANAP ise milletvekili aday listesinde 20 Büyük Birlik Partisi (BBP) üyesine yer vermiştir. Ancak BBP’liler seçime birkaç gün kala seçimden önce kurulan bu koalisyondan seçildikten sonra ayrılıp RP’ye yakın bir parti kuracaklarını açıklar (Arcayürek, 2003a).
         O günlerde Cumhurbaşkanı Demirel ise Hürriyet gazetesine verdiği bir röportajında RP hakkındaki eleştirilere değinerek, “Refah Partisi dediğiniz parti illegalse, Türkiye’ye zararlı bir parti ise Anayasa’da onun tedbiri var. O tedbire başvurmayıp Refah Partisi’ni illegalmiş gibi göstererek bir takım yan tedbirler aramak bence yanlıştır” diye konuşur (Arcayürek, 2003a).
         Gün olur, takvimler 24 Aralık 1995’i gösterir ve Türkiye geleceğini tayin etmek üzere sandık başına gider. Hürriyet (24 Aralık 1995), “en kritik seçim” diye nitelediği oylamayı “Türk halkı, cumhuriyete ve demokrasiye sahip çıktığını oylarıyla kanıtlayacak” yorumuyla manşetine taşır. Milli Gazete ise seçimi “Bugün Arife yarın bayram inşallah” sözleriyle yorumlar (24 Aralık 1995).
         Sandıklar açıldığında seçim sonuçları, seçimi isteyen parti liderlerini şaşırtır. RP, oyların yüzde 21,4’ünü alarak 158 milletvekili, DYP oyların yüzde 19,2’sini alarak 135 milletvekili, ANAP oyların yüzde 19,6’sını alarak 132 milletvekili, DSP oyların yüzde 14,6’sını alarak 76 milletvekili ve dönemin iktidarın ortağı CHP de seçim barajına takılmaktan az bir farkla kurtularak oyların yüzde 10,7’sini alarak 49 milletvekili çıkarabilir ([1]). ANAP listesinden seçime katılan BBP ise, sekiz milletvekili ile Meclis’e girer. Bu sonuçlara göre seçimin galibi RP’dir. Milli Gazete haberi “Milletimiz çözümü ortaya koydu. Elhamdülillah” manşetiyle duyurur (25 Aralık 1995). Ancak sonuçlar hiçbir partiye tek başına iktidar gücünü vermez. Televizyonların ve gazetelerin ortak yargısı ANAYOL Hükümeti’dir ve liderlere RP’ye karşı “ittifak çağrısı” yapılmaktadır (Arcayürek, 2003a; Akpınar, 2001; İba, 1999; Akel, 1998).
         Seçim sonuçları açıklanır açıklanmaz Başbakan Çiller, RP ile koalisyon kurmanın ülkeyi satmak anlamına geleceğini ifade eder. Baykal ve Ecevit de çözümün ANAYOL Hükümeti’nde olduğunu söylerler. Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) gazete ilanlarıyla ANAYOL formülünü destekler. Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz arasında ise yeniden “kimin başbakan olacağı” yönünde anlaşmazlık ortaya çıkar. RP lideri Necmettin Erbakan ise en çok oyu alan partinin lideri olarak hükümeti kurma görevinin kendisine verilmesi gerektiğini dile getirir (Arcayürek, 2003a). Bazı gazeteci ve yazarlar da görevin RP’ye verilmesi gerektiğini savunur ([2]).
Hükümet Pazarlıkları
         TBMM’nin 20. dönem ilk toplantısının yapıldığı 8 Ocak 1996 günü ortalıkta dolaşan, “bazı RP’li milletvekillerinin Kur’an-ı Kerim’e el basarak yemin edecekleri” söylentisi, daha ilk günden “irtica tehlikesi” konusunu Meclis çatısı altında gündeme getirir (Akpınar, 2001). Ancak yemin töreni, söylentilerin aksine olaysız geçer. Söylentileri gündeme taşıyan Akit gazetesindeki, “Çağdışı yemin” ve Yeni Sayfa gazetesindeki “Vekiller Kur’an’a el bassın” başlıkları tarih sayfalarındaki yerini alır. RP’nin Meclis’teki grup toplantısı ise “Hamd-ü sena duası” ile başlar (Akpınar, 2001).
         Cumhurbaşkanı’ndan, hükümet kurma görevini beklendiği gibi seçimden zaferle çıkan RP lideri Erbakan alır. Ancak tek başına iktidar olmaya yetmeyen Meclis’teki sandalye sayısı, onu koalisyon hükümeti kurmak üzere diğer parti liderlerinin kapısına taşır. Seçim meydanlarında RP karşıtı politikalarıyla oy isteyen DYP lideri Çiller, Erbakan’ın koalisyon teklifine, “Biz temel meselelerde farklı program ve görüşlere sahip olan partilerin bir araya gelmelerini çok zor görüyoruz. Bu zaman kaybı olur” diyerek yanıt verir. Erbakan yaptığı tüm görüşmeleri “olumlu” değerlendirmesine karşın, hiçbir siyasi parti liderinden olumlu yanıt alamaz ve görevi iade etmek zorunda kalır (Akpınar, 2001; Arcayürek, 2003a).
         Ardından hükümeti kurma görevi DYP lideri Çiller’e verilir. Sermaye çevreleri ve medya, o günlerde sol destekli DYP ve ANAP’ın kuracağı ANAYOL formülü üzerinde baskılarını artırır. Ancak ANAP lideri Yılmaz, bu koalisyon önerisine karşı çıkar. Çiller’in iade ettiği görevi Yılmaz alır.
         İlk görüşmelerinde umduğunu bulamayan Yılmaz, her ne şart altında olursa olsun iktidarda olmak arzusundaki RP ile koalisyon kurmak üzere oldukça yakınlaşır. İddialara göre ANAREFAH Hükümeti için ön protokol hazırlanır ve hatta bakanlıklar bile paylaşılır. 17 icracı bakanlığın 8’i ANAP’ta, 9’u da RP’de kalacaktır (Akpınar, 2001). Bu iki partinin ortaklığında Çiller’in Yüce Divan’a gönderilmesi satır aralarında tartışılmaktadır. O gün (15 Şubat 1996) Sabah gazetesi, “Koltuk uğruna laik Cumhuriyet’i satma” manşetiyle yayınlanır. Diğer gazetelerde ise ANAREFAH Hükümeti’nin tamam olduğu yolunda haberler vardır (Milli Gazete, 18-20 Şubat 1996). İki parti arasındaki pazarlıklar devam ederken Çiller’in Yüce Divan’a gönderilmeyi önlemeye ve pazarlıkları bozmaya yönelik sürpriz önerisi gelir: “Seçim koşuluyla biz de RP ile hükümet kurabiliriz” (Arcayürek, 2003a).
         Ramazan bayramı tatilindeki Erbakan’ın Yılmaz’la kuracağı hükümete yönelik “Nişanı yaptık, düğün bayram sonrası” diye açıklamada bulunduğu sırada ise beklenmedik bir gelişme olur. Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ve Jandarma Genel Komutanı Teoman Koman, TBMM Başkanı Mustafa Kalemli üzerinden devreye girerek, bu koalisyonu “bıçak gibi” keserler. (Kalemli, 2002; Bayramoğlu, 2001).
         ANAP’lı Meclis Başkanı Kalemli ile ANAREFAH koalisyonu hakkında ilk görüşen MHP lideri Alparslan Türkeş’tir. “Şimdi önemli bir yerden geliyorum, bana neresi olduğunu lütfen sormayın. Ama size bir mesaj iletmek istiyorum. Eğer RP-ANAP koalisyonu kurulursa, bu memlekette hiç de hoş olmayan olaylar cereyan edebilir. Lütfen Meclis Başkanı olarak ne yapabilecekseniz yapın” diye elçilik görevini yerine getiren Türkeş, askerlerin temennisinin ANAYOL Hükümeti olduğunu söyler. Kalemli daha sonra aynı görüşü bir de Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’nın ağzından, Ramazan Bayramı dolayısıyla Gülhane Askeri Tıp Akademisi’ni ziyareti sırasında duyar. Karadayı, “RP-ANAP koalisyonu kurulursa hiç hoşa gitmeyen hadiseler olur” diye Kalemli’yi uyarır (Kalemli, 2002; Akpınar, 2001).
         Kendisine aktarılan görüşler üzerine Yılmaz daha sonra bunun bir “uyarı” değil, “temenni” olduğunu belirterek “Askerler bu konuda temennilerini söylemişler o kadar. Bizim arzumuz, bu iki partinin (ANAP ve DYP’nin) uzlaşmasıdır demişler” diye açıklamada bulunur (Hürriyet, 13 Mart 1996; Arcayürek, 2003a).
         Bu sırada Orgeneral Karadayı’nın görüştüğü bir başka isim ise DYP lideri Çiller’dir. Karadayı, Uludağ’da Çiller’i bayramın ikinci günü ziyaret ederek “temennilerini” dile getirmiştir. Bu girişimin ardından ANAREFAH koalisyonunun anlaşmazlıkla sonuçlandığı açıklanmış ve ANAYOL koalisyonu için yakınlaşma başlamıştır (Akpınar, 2001).
         Koalisyonu “asker darbesi” bozdu diyen Bayramoğlu’na (2001) göre, silahlı kuvvetler böylece siyasi partiler alanına “ilk ciddi ve ürkütücü müdahalesini” yapmıştır. Bayramoğlu, 26 Şubat 1996 tarihli yazısında “Siyaset oyunu belli ki uzunca bir süre silahların gölgesinde oynanacaktır” demektedir. Çünkü, Türkiye’nin merkez güçleri RP’li bir hükümeti görmek ya da duymak bile istememektedir (Bayramoğlu, 2001).
ANAYOL Hükümeti Dönemi
         Seçimden sonra ilk hükümet denemesi medyanın, iş adamlarının ve komutanların desteklediği RP’siz bir hükümet formülü olan ANAYOL koalisyonu ile yaşam bulur. Meclis Başkanı Kalemli’nin kurulmasında bir tür aracılık görevinde bulunduğu koalisyonun “asıl mimarları”, DYP’li Yalım Erez ile ANAP’lı Mustafa Taşar olur (Kalemli, 2002). Türkiye gazetesi ise “ANAYOL’un gizli mimarı” diye Demirel’e işaret eder. Gazetede 5 Mart 1996 günü yayınlanan haberde, “Yeni hükümet oluşmasında Yılmaz ve Çiller’in kişisel özveri ve gayretleri kadar, Cumhurbaşkanı Demirel’in tarafsız ve müsamahalı yaklaşımı da etkili oldu” denilir. Arcayürek’in (2003a) aktardığına göre medya patronu Aydın Doğan da bu arada yemekli toplantılar düzenleyerek yazarlarına “bu hükümeti desteklemek gerektiğini” söylemektedir.
         Öte yandan koalisyon pazarlıklarının arkasında “başbakanlık görevinin kimde ne kadar süre kalacağı” soruları kadar, 2000 yılında görev süresi dolan “Cumhurbaşkanı’nın yerine kimin seçileceği” ve “Çiller’in Yüce Divan’a gönderilip gönderilmeyeceği” gibi konular da konuşulmuştur (Arcayürek, 2003a). Benimsenen dönüşümlü hükümet modelinde Çiller, “iki yıl ben başbakan olacağım” ısrarından vazgeçmiştir. Birinci yıl Yılmaz, ikinci ve üçüncü yıllar Çiller hükümet başkanlığı görevini üstlenecek ve ardından da yeniden Yılmaz başbakanlık görevini alacaktır. Sağlanan anlaşma üzerine hükümet protokolü 3 Mart 1996 günü imzalanır (Hürriyet, 4 Mart 1996). Hürriyet gazetesinin (7 Mart 1996) değerlendirmesine göre, “toplumun büyük bölümünün desteğini alan umut hükümeti”, 6 Mart günü Cumhurbaşkanı Demirel tarafından onaylanır. Bu arada RP lideri Erbakan ise hükümetin “tabansız olduğunu” ileri sürmektedir (Milli Gazete, 6 Mart 1996).
         12 Mart 1996 günü güven oylamasına başvuran ANAP lideri Yılmaz’ın başbakanlığındaki ANAYOL Hükümeti; 207 ret ve 80 çekimser oya karşı 257 kabul oyu alarak, göreve başlar. CHP ve RP’nin blok olarak ret oyu verdikleri oylamada, BBP ve DSP çekimser kalmıştır (Hürriyet, 13 Mart 1996). Ancak hükümetten dışlanan RP lideri Erbakan, kendi deyimiyle “zoraki nikahı” bozmak için iki ayrı koldan mücadeleye girişir. “Bıçak gibi kesilen” ANAREFAH Hükümeti’nin ardından kurulan; Milliyet gazetesine göre “Tarihi uzlaşma” ve Akit gazetesine göre “Zoraki izdivaç” anlamındaki, ANAYOL Hükümeti, kendisini seçimlerin galibi ve iktidarın büyük ortağı olarak gören RP kanadında huzursuzluk yaratır. RP’nin kızgınlığı yalnızca izdivacı gerçekleştirenleri değil, bu izdivaç için arabuluculuk yaptığını düşündüklerini de hedef alır. (Bayramoğlu, 2001; Çandar, 2001; Akpınar, 2001)
         RP’nin orduyu hedef alan ilk “pervasız sözleri” partinin Genel Başkan Yardımcısı Oğuzhan Asiltürk’ün ağzından duyulur (Bulut, 1997). Ordu ile RP arasındaki ilk söz düellosunun nedeni Jandarma Genel Komutanlığı’nın iç disiplinine yönelik olarak yayınladığı ve basında “Şeriat Genelgesi” adıyla yer bulan genelgedir. Bulut’un (1997b) aktardığına göre genelgenin içeriği özetle şöyledir:
         “Mescitlere rütbeli personel ile sivil memur ve işçiler giremeyecek, bunlar, dinimizin hoşgörüsüne sığınarak ibadetlerini evlerinde ve sivil kıyafetli olmak kaydıyla herkese açık camilerde yapacaklar. Kışla içinde ve dışarıda yapılacak ibadette, mesai saatlerine uygunluk esas alınacak. Kışla mescit ve camilerinde ezan okutulmayacak, bunun için askeri maksatlarla verilmiş ses yayın cihazları kullanılmayacak… Mescit ve camilerde bulunan ve Diyanet İşleri Başkanlığı’na mensup imamların resmi kıyafeti olan cüppe ve sarıklar kullanılmayacak… İmamlık görevi yapan kişiler, normal er kıyafetiyle bu görevi yürütecekler. Cami ve mescitlerde duvarlarda manası bilinmeyen eski Türkçe yazılar kaldırılacak; rahle, tespih, takke gibi TSK Kıyafet Kararnamesi’ne uygun olmayan malzeme kullanılmayacak…”
         Koalisyon hükümetinin kurulduğu ilk günlerin ardından 23 Mart günü düzenlediği basın toplantısında, Asiltürk, subayların kışlalarda mescitlere girmesinin yasaklanmasını “din düşmanlığı” olarak tanımlar (Hürriyet, 24 Mart 1996). Arcayürek (2003a) ise, Cumhurbaşkanı Demirel’in de genelgeyle ilgili olarak şöyle konuştuğunu yazar: “Teoman Paşa’nın (Jandarma Genel Komutanı Teoman Koman) yaptığı laiklik falan değil. Düpedüz din düşmanlığı. Bakalım bu genelgeyi nasıl izah edecekler! TCK’nın ilgili maddesi bu tür eylemleri hapisle cezalandırır”.
         Çok geçmeden kimliği belirsiz “bir üst düzey askeri yetkili”, 26 Mart günü Anadolu Ajansı’na “zehir zemberek” bir açıklama yaparak, RP’yi ismini anmadan, “Şeriat özlemcileri, çağdışı kalmış gerici takımı” sözleriyle tanımlar. Açıklamada, “maskelerinin düşmesinden telaşa kapılan şeriat özlemcileri, sahte dindarlar ve çağdışı gerici takımı, TSK’ya cephe alarak, gerçeklerle ilgisi olmayan, saptırılmış bazı ifade ve beyanlarda bulunmak suretiyle onu yıpratmaya çalışıyor. Bu talihsiz hezeyanlarla, TSK’ya dil uzatıyorlar. TSK, din düşmanı değildir” ifadelerine yer verilir (Hürriyet, 27 Mart 1996). Akpınar (2001), açıklamayı yapan “yetkili”nin dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir olduğu iddialarının, o günlerde “Ankara’da çok konuşulduğunu” yazar.
         Tartışma, gazetelerde büyük yer bulur. BBP, RP’ye destek verdiğini açıklar (Bulut, 1997b). CHP lideri Baykal ise “TSK’yı tahribe, suçlamaya, onu siyasal tartışmaların içine çekmeye yönelik girişimlerin tümünü sorumsuzlukla niteliyoruz” diye konuşur. Arcayürek’e (2003a) göre Demirel’in sanısının aksine hiçbir siyaset adamı genelgeyi eleştirmemiştir. Erbakan ise parti yöneticilerine “askerlerle ilgili konularda konuşma yasağı” getirmiştir (Hürriyet, 28 Mart 1996).
         ANAYOL Hükümeti’nde ilk kriz, bürokrat atamalarıyla başlar. Bürokrasideki 300’e yakın atama ve görevden alma kararnamesi partiler arasındaki anlaşmazlık engeline takılır. Bürokrasi kilitlenir, iş yapamaz hale gelir (Akpınar, 2001; Hürriyet, 1-5 Nisan 1996). Emniyet Genel Müdürü’nün atanmasından valilere, ekonomi yönetimine ve KİT’lere yapılan pek çok atama, merkez sağın iki lideri Yılmaz ile Çiller arasında rahatsızlığa neden olur.
         Öte yandan Çiller ile ilgili yolsuzluk iddialarını “varan 1, varan 2” başlıklarıyla ortaya atarak Meclis’te Çiller’i köşeye sıkıştırmaya çalışan RP, bir diğer yandan da güven oylaması sonuçları için hukuksal inceleme başlatır. Anayasa Mahkemesi, RP’nin “çekimser oyların da ret oyları ile birlikte sayılması” önerisini değerlendirmeye alır. Bu arada RP, Çiller hakkında 12 ayrı dosya hazırlamıştır (Arcayürek, 2003a).
         RP’nin Çiller hakkında Meclis’e getirdiği dosyalar arasında en fazla tartışma yaratan TEDAŞ ve TOFAŞ önergeleri olur. Dosyalarda Çiller, dostlarına ihale, kendisine menfaat sağlamakla suçlanır. Özellikle TOFAŞ dosyasında görevini kötüye kullanarak, ihaleye fesat karıştırdığı ve devleti 1 trilyon liradan fazla zarara soktuğu savunulur. Bu gerekçelerle Çiller Yüce Divan’a gönderilirse Türk Ceza Kanunu’nun görevi kötüye kullanmayı içeren 240 ve hükümet ihalelerinde baskı ile sonucu ertelemeyi içeren 366’ıncı maddelerini ihlalden bir yıldan üç yıla kadar hapis istemiyle yargılanacaktır (Hürriyet, 14 Nisan 1996). Çiller, bu dosyalarda masum olduğunu ve rakiplerinin kendisini siyaset minderinden diskalifiye etmek için bu iddiaları ortaya attıklarını savunur (Hürriyet, 16 Nisan 1996; Akpınar, 2001). Yüce Divan yetkisinin TBMM’nin elinden alınmasını ve bu konuyu düzenleyen Anayasa’nın 100’üncü maddesinin değiştirilmesini isteyen Çiller, kendi deyimiyle “siyasi parmak hesabı” ile Yüce Divan’a gönderilmek istemez. Akpınar’a (2001) göre soruşturmanın “bağımsız yargıda yapılması gerektiğine” inanan Çiller, liderlerle görüşerek kendisinin “suçsuz” olduğunu anlatmaya çalışır.
         Bu arada Hürriyet (18 Nisan 1996), Çiller’in Kuşadası’nda satın aldığı çiftliğe ilişki iddiaları gündeme getirir ([3]). Başı yolsuzluk iddiaları ile derde giren Çiller hakkındaki TEDAŞ önergesi, TBMM’de 24 Nisan’da yapılan oylamada, 179’a karşı 232 oyla kabul edilir. Çiller hakkında “TEDAŞ’ın bazı ihalelere ilişkin gerekli işlemleri yapmayarak, görevi kötüye kullanmak” iddiasıyla soruşturma komisyonu kurulması kararı alınır ([4]).
         27 Nisan’da da TOFAŞ’la ilgili soruşturma önergesi Meclis’e verilir. Buna karşın aynı gün Çiller’in RP’ye yanıtı Erbakan’ın mal varlığının araştırılması istemiyle gelir. DYP, Meclis’e verdiği önergede Erbakan ve kardeşinin mal varlığının soruşturulmasını ister. 9 Mayıs günü ise Çiller hakkındaki TOFAŞ soruşturma önergesi RP, ANAP, DSP ve CHP’nin desteğiyle 141’e karşı 376 oyla kabul edilir (Hürriyet, 10 Mayıs 1996). Oylamanın ardından DYP Grubu’na bir konuşma yapan Çiller, “Çıkar grupları, Gümrük Birliği karşıtları ve bölücülerin oluşturduğu Bermuda Şeytan Üçgeni’nin tam ortasındayız” diye kaydeder (Hürriyet, 10 Mayıs 1996).
         Çok geçmeden Milliyet gazetesi (26 Nisan 1996), “Çiller’in üç evi daha çıktı” haberini kamuoyuna duyurur. RP, Çiller için yeni bir soruşturma önergesini mal varlığı konusunda verir. Çiller, 1973-94 yılları arasında babasından miras kalan 437 bin 940 bin lirayı 21 yıl içinde 150 bin kat büyüterek 676 milyar liraya yükselttiğini söylemekte, ancak medyada inandırıcı bulunmamaktadır. Bu arada Erbakan’ın mal varlığı da tartışmaya açılır. Erbakan mütevazı bir öğretim üyesi maaşıyla, 1948-69 yılları arasında, eş deyişle yine 21 yıl içinde 148 kilo altın sahibi olduğunu açıklar, ancak o da medyada inandırıcı bulunmaz (Arcayürek, 2003a).
         Medyada yankı bulan bir başka konu Çiller’in başbakanlıktan ayrılmadan 22 gün önce örtülü ödenekten 500 milyar lira çektiği haberidir. Hürriyet gazetesinin 11 Mayıs (1996) günü manşetten yayınladığı haberde, Çiller’in Örtülü Ödenek’ten 500 milyar lira çektiğini kanıtlayan belge yayınlanır ([5]). Bu belgenin basına ANAP tarafından sızdırıldığı iddiası, koalisyon ortağı iki lider arasındaki iplerin gerilmesine neden olur (Akpınar, 2001). O günlerde “nereye gittiği” tartışma konusu olan paranın 5,5 milyar lirasının daha sonra, kendisini emekli Orgeneral Necdet Öztorun diye tanıtan ve DYP’ye oy vaadinde bulunan Selçuk Parsadan’a ödendiği ve Başbakan Çiller’in dolandırıldığı ortaya çıkacaktır.
         Yaşanan kargaşa ortamında ANAYOL Hükümeti’ni Anayasa Mahkemesi’nin merakla beklenen kararı tartışmalı hale getirir. RP’nin başvurusu üzerine hükümetin aldığı güven oylamasını değerlendiren Mahkeme, “Çekiç Güç’ün görev süresinin” ve “Olağanüstü Hal uygulaması süresinin uzatılması” oylamalarının geçersiz olduğu kararını 14 Mayıs günü açıklar. Mahkemenin gerekçeli kararı açıklanana kadar Cumhurbaşkanı ve Başbakan Yılmaz güven oylamasına gerek olmadığını söylerken, diğer partiler “şart” olduğunu ifade ederek tartışmaya katılırlar. RP, hükümeti düşürmek için gensoru önergesi verir (Hürriyet, 28 Mayıs 1996). Aynı gün DYP lideri Çiller, ortağı olduğu koalisyon hükümetinin düşürülmesi için gensoruya destek vereceğini açıklar. Yılmaz ise tek alternatifin seçim olduğunu savunur. Bu arada MHP lideri Türkeş, ANAYOL hükümetinin devamı için gayret göstermekte ve Yılmaz ile Çiller’in anlaşması gerektiğini “demokrasinin selameti açısından” gerekli görmektedir (Hürriyet, 30 Mayıs 1996). Hürriyet gazetesinin haberine göre Çiller, Köşk’e savaş ilan eder (1 Haziran 1996). RP’nin hükümeti düşürme girişimi DYP ve CHP’nin de desteğiyle Meclis gündemine alınır. Oylama, Çiller’in ANAYOL Hükümet’ini yıkması için “ilk adım” diye yorumlanır (Hürriyet, 4 Haziran 1996). Hükümet, “zam dışında hiçbir icraat yapmaya fırsat bulamadan daha üçüncü ayında kişisel çekişmelerin kurbanı” olmuştur (Hürriyet, 6 Haziran 1996).
         Dönemin Meclis Başkanı Mustafa Kalemli (2002) daha sonra anılarını kaleme alırken, güven oylaması sonucunun Meclis İçtüzüğüne uygun olduğunu kaydeder. İçtüzük’ün 105’inci maddesinin eski hali son fıkrasının “Güvenoyu verenlerin sayısı, güvensizlik oyu verenlerden fazlaysa Bakanlar Kurulu güven almış olur” hükmüne göre hükümet güvenoyu almıştır. Çünkü sonuç 257 kabul, 207 ret ve 80 çekimser oy şeklindedir. Ancak Anayasa’nın 96’ıncı maddesi toplantı ve karar yeter sayılarını belirtmiş ve buna göre düşünüldüğünde toplantıya katılan üye tam sayısının yarısından bir fazlasının gerektiği ortaya çıkmıştır. Toplantıya katılan üye o gün 544 olduğuna göre, aranacak rakam 273’tür. Anayasa Mahkemesi oylamada hata olduğunu, fakat geriye dönük bir şey yapılamayacağını, Anayasa ile içtüzük arasındaki uyumsuzluğun ortadan kaldırılması gerektiğini ifade ederek kararını açıklamıştır. Anayasa ile Meclis içtüzüğü arasında ortaya çıkan bu uyumsuzluk daha sonra İçtüzük’ün 105’inci maddesi son fıkrası kaldırılarak giderilmiştir.
         Kalemli’ye (2002) göre siyasi bir yaptırımı olmamasına karşın karar, “siyaseten uygun bulunmadığı için” koalisyon bozulmuştur. Kalemli, ayrıca Yılmaz’ın DYP-RP koalisyonuna ihtimal vermediği için de koalisyona son verdiğini belirtir. Ancak ”tarihi uzlaşma” ya da “zoraki izdivaç” Anayasa Mahkemesi’nin hükümetin güvenoyu alamadığına ilişkin gerekçeli kararının öğrenilmesinin ardından 6 Haziran’da Yılmaz’ın Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne çıkarak istifasını sunmasıyla son bulmuştur.


         Dört ay sonra hükümeti kurma görevini yeniden alan Erbakan’ın umudu bu kez, dosyalarla zorladığı Çiller’dir. Aslında ANAYOL Hükümet’inin sonunu hazırladığı dönemde, Çiller’i bir başka “zoraki izdivaç” için ikna etmeye koyulan Erbakan, malvarlıklarının görüşüldüğü 21 Ekim’de Çiller ile ilk uzlaşmaya varmıştır (Akpınar, 2001). Çiller ve Erbakan’ın mal varlıklarına yönelik soruşturma önergesi, sağlanan siyasal ateşkes sonunda, yaklaşan 2 Haziran yerel ara seçimlerinden sonra ele alınmak üzere ertelenmiştir. Hükümeti kurma yetkisini eline alan Erbakan bu ateşkese de güvenerek önce özelleştirme ile ilgili soruşturma önergesinden vazgeçtiğini açıklar. Ardından kendisinin ilk kez gündeme getirdiği ve DSP tarafından Meclis’e sunulan Örtülü Ödenek soruşturma önergesi için ret oyu kullanır. Erbakan, örtülü ödenek konusunda Çilleri savunarak bunun bir “devlet mahremiyeti” olduğunu ve ısrarları doğru bulmadığını söyler.  Akpınar’a (2001) göre Erbakan bu sözleriyle, “oportünist siyasetin çarpıcı bir örneğini” verir. RP’nin bu desteği REFAHYOL’a “ilk adımlar” diye yorumlanır.
         Bu arada Yılmaz hakkındaki “Civangate” diye adlandırılan Emlakbank ile ilgili soruşturma önergesi RP ve DSP’nin de desteğiyle kabul edilirken, ÇAYKUR önergesi reddedilir (Hürriyet, 20 Haziran 1996). DYP ve RP arasında giderek gelişen ilişkilere karşın diğer yandan da ANAYOL koalisyonun sürdürülmesi yönünde teklifler de gündeme gelir (Hürriyet, 22 Haziran 1996). Ancak Çiller’in tek umudunun kendisi olduğunu gösteren Erbakan, 22 Haziran’daki görüşmelerinde şunları söyler: “Siz merak buyurmayın hanımefendi. Biz bu dosyaları sizi mahkum ettirmek için değil, aklanmanıza yardımcı olmak için gündeme getirdik” (Sarıkaya ve Yılmaz, 1996; Akpınar, 2001). Bu arada Erbakan’ın mal varlığı için verilen soruşturma önergesi ise DSP’nin oylarıyla reddedilmiştir.
REFAHYOL Hükümetinin Kuruluşu
         Seçim kampanyası boyunca “din sömürüsü yaptığı ve irtica yanlısı” olmakla suçladığı, “Milliyetsizler, şerefsizler ve bölücüler” diye seslendiği RP’nin hükümet teklifine Çiller’in yanıtı sonunda “Evet” olur ([6]). İki lider iki yıl Erbakan’ın iki yıl da Çiller’in başbakanlık yapacağı “dönüşümlü başbakanlık” sistemi üzerinde anlaşır ve seçime Çiller’in başbakanlığında gidilmesi koşuluyla, öncelik Erbakan’a verilir (Akpınar, 2001). Erbakan, Başbakan ve Çiller de Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olacaktır.
         Ayrıca iddialara göre iki lider, Çiller hakkındaki soruşturma önergelerinin TBMM’de reddedilmesi konusunda anlaşmış, koalisyon protokolü dışında gizli bir protokol üzerinde uzlaşmıştır ([7]). Medya’ya yansıyan boyutuyla önceleri inkar edilecek olan bu protokolün hazırlanması sırasında Erbakan’a güvenmeyen Çiller; iddialara göre, “Madem iki yıl sonra Başbakanlığı bana devretmeye söz veriyorsunuz. Kur’an bu mutabakatımızın şahidi olsun” diyerek Erbakan’ın Kur’an’a el basmasını istemiş ve Erbakan, “Benim ağzımdan çıkan söz senettir. Kur’an’ı bu işe karıştırmaya gerek yok” diye yanıt vermiştir (Bildirici, 1998).
         Sonunda “kelle kurtarma” mücadelesi veren Çiller ile “sistem içinde” ve “meşru” bir parti olarak kendisini kabul ettirme telaşındaki RP arasında kurulan bu koalisyon; Çandar’a (2001) göre, “olmayacak duaya amin” sayılmaktadır ve “dünyanın sonu” demektir. Muhalefetle birlikte DYP’li kimi milletvekilleri de bu “anlaşma evliliğinden” memnun değildir.
         Aynı şekilde medyadan da hükümete destek yoktur. Çiller’in yolsuzluk iddialarını manşetine taşıyan Doğan Grubu gazeteleri için bu yoldan dönüşün olmadığını Demirel, medya patronu Aydın Doğan’la konuşmaktadır. Medya patronu Dinç Bilgin ise Çiller’le görüşerek bu hükümeti desteklemeyeceklerini ifade eder. RP’nin yarattığı hava “darbe olasılığını” gündeme taşımıştır (Arcayürek, 2003a).
         Erbakan’ın 27 yıllık hayali, 29 Haziran 1996 günü başbakanlık koltuğuna oturması ile gerçekleşir. Çiller, “Cumhuriyet düşmanı” olmakla suçladığı ve “Siyasi tarihin en parlak oportünisti” diye tanımladığı RP ile ortaklığını artık “milletin emri” diye nitelendirmektedir (Akpınar, 2001). Oysa ki DYP’liler seçim meydanlarındaki sloganları unutmamıştır. DYP İzmir teşkilatı, Genel Başkan Çiller’e kara çarşaf gönderme kararı alır. Parti genel merkezi protestolar içeren faks ve telefon yağmuruna tutulur. (Akpınar, 2001).
         8 Temmuz 1996 günü güvenoyu alan REFAHYOL Hükümet’ini değerlendiren DYP’nin önemli isimlerinden Cavit Çağlar, “Siyasetimizi Erbakan aleyhine kurduk, sonra ona teslim olduk. Yalancı duruma düştük” derken, Münif İslamoğlu, “Hükümet dosya pazarlığı üzerine kuruldu” yorumunda bulunur. Kavgalı geçen güven oylamasında, koalisyon ortağı iki partinin toplam milletvekili sayısı 286 iken, 265 ret oyuna karşılık BBP’nin de “kerhen” desteğiyle 278 oy alınması tepkilerin boyutuna işaret eden bir başka göstergedir ([8]).Yalnızca 13 oy farkla alınan güvenoylamasında DYP’den 10 milletvekili hükümete ret oyu vermiştir ([9]).
         Medyadaki tanımıyla “Hacı-Bacı hükümeti” ya da BBP’nin de desteği düşünülerek “Üçüncü Milliyetçi Cephe” hükümeti adıyla tanımlanan, Milli Gazete’nin ise “umut hükümeti” adını verdiği hükümetin kurulduğu haberleri 9 Temmuz 1996 günkü gazetelerde yayınlanır([10]). Demirel ise bu hükümete Çiller’in örtülü ödenek soruşturması ile RP’nin Bosna-Hersek için topladığı paraları yönettiği ileri sürülen ve RP’nin kasası diye yorumlanan Süleyman Mercümek’in adını bir araya getirerek “Örtülü Mercümek Hükümeti” adının uygun olacağını başdanışmanı Cüneyt Arcayürek’e (2003a) ifade eder. Bu ad daha sonra medyada da yaygın olarak kullanılır. Hürriyet gazetesi ise 9 Temmuz günkü sayısında “Refah İktidarda” manşetinin altında, “74 yıllık Türkiye Cumhuriyeti ilk kez genel seçimde yüzde 21 oy alabilen İslamcı bir partinin yönetimine girdi” yorumunda bulunur.
REFAHYOL’un Yolu
         Erbakan’ın başbakanlık hayalinin gerçekleşmesinin ardından, Cumhuriyet tarihinin pek çok ilkine imza atılacak günler başlar. Erbakan’ın başbakanlığını tebrik için ziyarete gelenler, bundan önceki dönemlerde başbakanları ziyarete gelenlerden farklı görünümde kişilerdir. Sarıklı ve cübbeli erkek, kara çarşaf ve türbanlı kadın ziyaretçiler manzaranın değiştiğinin habercisidirler (Akpınar, 2001).
         Başbakan Erbakan’ın ilk icraatı kimilerince “mutluluğunu memurlarla paylaşmak” diye nitelenen yüzde 50’lik maaş zammı olur (Akpınar, 2001). Subay ve polislere yüzde 10 dolayında ek ayrı bir zam daha gündeme gelir (Arcayürek, 2003b).  Halkın, askerin ve polisin sempatisini kazanmaya yönelik bu hareketi, daha sonra kendi iktidarını engellemek isteyen “bir kısım medyayı” baskı altına alma hareketi izler (Akpınar, 2001).
         Bu arada iddialara göre hükümet bir yandan da seçim meydanlarında söz verdiği gibi “medyayı kontrol altına alma çabasına” girer (Arcayürek, 2003b; Akpınar, 2001). Hükümet, 10 Temmuz günü bir tebliğ yayınlayarak basında promosyona yeni düzenleme getirir. Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın “kamu yararına uygun olarak tüketicinin çıkarlarını korumak ve bu yönde tedbir almak” amacıyla hazırladığı “Promosyon Kampanyaları Hakkında Tebliğ” medyada geniş yankı bulur. Gazeteler promosyonlar için artık bakanlıktan izin alacak, ayda üçten fazla kampanya yürütülemeyecek ve verilecek armağanlar için önceden para yatırılması şartı aranacaktır (Hürriyet, 12 Temmuz 1996).
         Hükümetin ilk tartışma yaratan icraatı ise Taksim’e cami projesi olur (Akpınar, 2001). RP’li kültür Bakanı İsmail Kahraman, caminin yapımı için onay vermesi 15 Temmuz 1996 tarihli Hürriyet gazetesinin manşetine “RP’den ilk damga” yorumuyla konu olur. RP’lilerin öteden beri savundukları Taksim’e cami yapılması konusunda kolları sıvayan Kahraman, Anıtlar Yüksek Kurulu aracılığıyla Taksim’e cami yapılması projesini onaylar. Beyoğlu’nun RP’li Belediye Başkanı Nusret Bayraktar ise projeyi savunarak, karşı çıkanları doğrudan hedef alır. Bayraktar, proje karşıtlarını “kelaynak ve yobaz” diye suçlar. RP’liler eleştirilerinin dozuna ve eleştirilerin kimlere gittiğine bakmaksızın kin ve öfke dolu sözlerle gündemdeki yerlerini almaya başlar.
         Öte yandan daha REFAHYOL Hükümeti kurulmadan DYP’li milletvekilleri Yaşar Dedelek, Şinasi Altıner, Tevfik Diker ve İrfan Demiralp’in partilerinden istifası ve ANAP’a geçmelerinin ardından, DYP’de “yaprak dökümü” hükümetin kurulmasından sonra da devam eder. Hükümete ret oyu veren İsmet Sezgin, Çavit Çağlar, Refaeddin Şahin, Mehmet Köstepen, Emre Gönensay, Mehmet Batallı, Köksal Toptan ve Rifat Serdaroğlu istifalarını verirler (Hürriyet, 17 Temmuz 1996). Bir hafta sonra 21 Temmuz günü gerçekleştirilen DYP Beşinci Olağan Genel Kongresi’nde çıkan olaylar ise parti içinde “kaynayan suların” bir başka göstergesidir. “Dayaklı kongre” adıyla tanımlanan kongrede gazeteciler dayak yemiş, televizyonların canlı yayınları engellenmiş, Çiller’in karşısına tek aday olarak çıkan Mehmet Dülger’in konuşması sabote edilmiştir (Hürriyet, 22 Temmuz 1996).
         RP’liler ikinci kez ülke gündemine, hakim ve savcıları “ayağa kaldıran”,  “Cumhuriyet tarihinin en büyük atama kararnamesi” ve “1600 kişilik sürgün listesi” tartışmasıyla gelirler (Akpınar, 2001; Hürriyet, 18 Temmuz 1996). Bu kez Adalet Bakanı Şevket Kazan “günün adamı” olur. Hürriyet gazetesi (18 Temmuz 1996) haberi, “Ankara ayakta” manşetiyle duyurur. Türkiye’deki hakim ve savcıların neredeyse dörtte birini kapsayan “sürgün listesi” ile ilk kez gündeme gelen Kazan, daha sonraki gelişmelerle de gündemdeki yerini korur. İstanbul Barosu Başkanı Turgut Kazan’ın “Düşman toprağına girercesine, bütün yargı tarumar edilmiştir” diye mantığını tanımladığı, 1230 kişiyi kapsayan atama ve yer değiştirme listesi, tepkiler üzerine geri çekilmek zorunda kalır (Akpınar, 2001; Arcayürek, 2003b).
         Ardından, Sivas’taki Madımak Oteli’nde 36 kişiyi yakarak öldüren, “radikal dinci” ya da “kökten dinci” diye tanımlanan kişilerin savunmasını üstlenmiş olan Avukat Şevket Kazan, Adalet Bakanı olarak cezaevlerinde açlık grevlerinde 12 tutuklunun ölümünü engelleyemez (Akpınar, 2001). Avrupa basınında geniş yankı bulan ölümler, Cumhurbaşkanı’nın tedbir alınması yönündeki girişimini gerekli kılar (Arcayürek, 2003b; Hürriyet, 26 Temmuz 1996). Alınan “tedbirler” arasında, olayları haber yapan medya kuruluşlarına 3984 Sayılı Radyo Televizyon Yasası’nın 25’inci maddesindeki “Milli menfaatleri zedeleyici yayınlar durdurulabilir” gerekçesine dayanarak sansür uygulanması dikkati çeker (Akpınar, 2001). 15 Temmuz akşamı, İstanbul polisi İnterstar televizyonuna giderek kararı tebliğ eder ve ana haber bülteni sansürlenir (Akpınar, 2001). 12 kişinin öldüğü, 52 cezaevinde 69 gün süren eylem, bazı sanatçı ve yazarların da devreye girmesiyle sona erer (Hürriyet, 29 Temmuz 1996). Adalet Bakanı Kazan, “çözümü” şöyle anlatır: “Mevlit Kandili gecesinin manasını düşündüm. Ulviyetini ve merhametini. Bu gece iş bitmeliydi ve herkes sevinmeliydi.” (Aktaran: Arcayürek, 2003b).
         Ardından 2 Ağustos günü gazetelerin manşetlerinde promosyona sınırlama getiren yasanın TBMM’den geçmesini kınayan sözcükler vardır (Arcayürek, 2003b). Yasaya göre artık gazetelerin kupon karşılığı dağıtabilecekleri armağanlar “kültürel ürünlerle” sınırlandırmaktadır. Hürriyet gazetesi yeni düzenlemeyi “intikam yasası” diye tanımlar. Sabah, “Yeni promosyon yasaklandı” başlığıyla haberi okurlarına duyurur.
Hükümetin Komutanlarla Randevusu
         RP’liler komutanlarla ilk kez 23 Temmuz günü yüz yüze gelir (Akpınar, 2001). Genelkurmay Başkanlığı’nda verilen iç ve dış güvenlik konularındaki kapsamlı brifingde, RP’nin siyasal görüşüne taban tabana zıt konular gündeme getirilerek, “Atatürkçü, laik ve demokratik düzenin ortadan kaldırılmasına ilişkin bölücü ve aşırı dinci faaliyetlerle ilgili endişeler” ifade edilir.
         Akpınar’a (2001) göre, Genelkurmay Karargahı, Refahlı bir hükümeti içine sindirememektedir ve İslamcı bir Başbakan’ın başkanlığındaki hükümetten fazlasıyla tedirgindir. Ordudaki atama ve terfileri görüşmek üzere 1 Ağustos 1996 günü başlayan ve 4 Ağustos’ta sona eren Yüksek Askeri Şura (YAŞ) toplantısında “irticai faaliyetlerde bulunduğu” gerekçesiyle 13 subay ve astsubayın ordudan ihracına Erbakan’ın da imzası ile karar verilir. Şura’da ayrıca öğrenildiğine göre aşırı sağ ve aşırı sol eğilimli ve PKK gibi örgütlerle ilişkisi bulunan toplam 13 subay ile 16 astsubayın ordu ile ilişkisi kesilmiştir (Akpınar, 2001; Hürriyet, 5 Ağustos 1996; Sabah, 5 Ağustos 1996). “İslamcı basın” ise şura kararlarını eleştirerek “eleştirdiğimiz taklitçilere döndük” yorumunda bulunarak hükümet üzerindeki baskısını hissettirir (Hürriyet, 11 Ağustos 1996).
         Gazetelerde “Erbakan takiyyeci mi?” tartışmasının gündeme geldiği sırada Generallerin kendisiyle ilgili olumsuz düşüncelerini azaltmak ve aradaki soğukluğu gidermek üzere Erbakan, Başbakanlık Konutu’nda şura üyelerini yemeğe davet eder. Davetlilere alkol servisi yapılmaz. Yaşamı boyunca ağzına içki koymayan Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya, içki içilen resepsiyonlara katılmayan Erbakan’a karşı garsondan rakı isteyerek, rakı içer. Erkaya’nın bu hareketi komutanlar ile Erbakan arasındaki ilişkinin düzeyini göstermesi açısından dikkat çekici olarak yorumlanır (Akpınar, 2001; Arcayürek, 2003b). Özkök (1996, 5 Ağustos), YAŞ yemeğinde Genelkurmay Başkanı Orgeneral Karadayı’nın da şarap içtiğini yazar.
         Şura sonrasında İsrail’le Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması imzalanması, gerginliği artıran bir başka gündem konusu olur (Akpınar, 2001). Muhalefette iken İsrail ile ilişkilerin koparılacağını açıklayan RP, Şubat ayında imzalanmış olan ilkeler çerçevesinde Ağustos ayında imzalanacak anlaşmaya karşı çıkar. İsrail ile ilişkileri koparma noktasına getiren açıklama Devlet Bakanı Abdullah Gül’den gelir. Gelişmeler üzerine MGK Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç, görevi gereği ordunun talep ve beklentilerini hükümet ortaklarına iletir. Milli Savunma Bakanı Turhan Tayan ile de görüşen komutanlar, “ülke ve bölgesel çıkarlar açısından anlaşmanın imzalanmasının olmazsa olmaz bir koşul” olduğunu belirtirler. 8 Ağustos’ta Başbakan’a verilen brifingde “İsrail ile yapılacak anlaşma sayesinde Türkiye’nin İran, Irak ve Suriye sınırına ileri teknolojiye dayalı güvenlik şeridi çekileceği” ifade edilir (Akpınar, 2001).
         Bu arada ordu ile ilişkisi esilen irticacı subaylarla ilgili tartışma üzerine Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı bir açıklama yapar. Karadayı şöyle konuşur: (Arcayürek, 2003b)
         “Her namaz kılan ordudan atılsa, YAŞ’a üye bulamazdık…. Bunlar (tasfiye edilen subaylar) komutanlarından değil, üyesi oldukları örgüt liderlerinden emir alıyorlar. Görevi aksatmadan ibadet edilmesine orduda kimse karışmaz. Bu kişiler namaz kılıyor diye ordudan atılmıyor. Yasadışı faaliyetlere katıldıkları için atılıyor. Önce uyarılıyor, iflah olmadıkları anlaşılınca kesin karar veriliyor. Zaten dosyalarında her şey belgelenmiş durumda.”
“Denge Düzeltme” Gezisi
         Başbakan Erbakan’ın Ağustos ayının 10. günü başladığı 10 gün süren İran, Singapur, Pakistan, Malezya ve Endonezya’yı kapsayan ve kendi tanımı ile “Türkiye’nin bozuk dengelerini düzeltme gezisi”,  medyadaki yansımalara göre “dengeleri düzeltmekten çok, yıkma yönünde” gelişmelere sahne olur (Akpınar, 2001). Genelkurmay Başkanlığı’nın “İrticai ve bölücü teröre destek veren ülkeler” arasında saydığı İran İslam Cumhuriyeti’ne düzenlenen gezi, daha başından tartışma yaratır. ABD’nin terörist ülkeler listesine aldığı İran ve Libya’ya 40 milyon doların üzerinde yatırım yapan şirketlere yaptırım uygulanmasını öngören yasayı onayladığı bu sırada, Erbakan’ın gezisinin önemli bir amacı da Müslüman ülkeler arasındaki ticari bağın geliştirilmesidir. ABD medyası, bu gezinin “hoşnutsuzlukla karşılanacağını” yazar (Akpınar, 2001). Financial Times, bu gezinin ABD’yi “çileden çıkardığını” ve ABD’nin Türkiye’den diplomatik desteğini çekmesinin söz konusu olduğunu ifade eder (Arcayürek, 2003b). Genel kanı, Erbakan’ın Başbakanlığı döneminde “Türkiye’nin 70 yıllık tarihi boyunca geliştirdiği çağdaş Batılı imajının sarsılmaya başladığı” şeklindedir (Arcayürek, 2003b). Hürriyet gazetesi (14 Ağustos 1996) bu durumu “70 yıllık imajımız güme gidiyor” başlığıyla yorumlar.
         Milli Gazete’nin (10 Ağustos 1996) “tarihi gezi” diye tanımladığı ve “Allah utandırmasın” manşetiyle uğurladığı gezinin ilk durağında ilk durağında Erbakan, “30 yıllık bekleyişe son noktayı koyarak”, İran’la doğalgaz anlaşması imzalar. Ancak İran’da devlet geleneğine aldırmadan Rafsancani ve Habibi ile baş başa görüşmesi, Türkiye’nin tezlerinin aksine İran’da PKK kampı olmadığını kabul etmesi ve İran’ın terörü önleyeceğini ilan etmesi tepki çeker. ABD Dışişleri Bakanlığı da yaptığı bir açıklama ile tepkisini dile getirir. Gezi boyunca Erbakan’a yöneltilen eleştiri oklarının arkası gelmez. Erbakan’ın Endonezya’da bir uçak fabrikasını gezerken, Türk halkını kastederek “Bizde alet var ama beyin yok” açıklaması medyada eleştirilerin hedefi olur. Erbakan’ın İslam bloğu kurma hayali ise yine  medyada gezi boyunca tartışılır (Akpınar, 2001; Arcayürek, 2003b). Yurda dönen Erbakan’ı Milli Gazete (21 Ağustos 1996), “Devlet olma şuurunu yeniden oluşturdunuz. Hoş geldiniz Büyük Lider” sözleriyle karşılar. Gazete, “Ülke sizinle kimliğine kavuştu. İstiklal harbimizden beri ilk kez bağımsızlık duygusu yeniden ruhlarımızı okşadı” diye yazar.
         Gezi sırasında Erbakan’ın Başbakanlık görevini vekaleten devrettiği Çiller ile görüşmemiş olması ve Çiller’in Tanıtma Fonu’nu RP’li bakanlıktan alıp DYP’li bakana vermesi iki lider arasındaki ortaklık ilişkisinin boyutlarının önemli bir göstergesi olarak yorumlanır (Akpınar, 2001). Cumhurbaşkanı Demirel ise bu arada “promosyon yasası” ile atama yetki yasasını veto etmiştir (Hürriyet, 13 Ağustos 1996).
         Başbakan’ın yurda dönüşünden sonra toplanan MGK’nın gündeminde elbette ki, Erbakan’ın “denge düzeltme” gezisi vardır. 27 Ağustos’ta yapılan toplantıda Erbakan’ın tartışma yaratan açıklamalarına yanıtı, Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) raporları verir (Hürriyet, 5 Eylül 1996; Akpınar, 2001). Bunlar arasında en dikkat çekeni, İran’ın PKK’ya verdiği desteği kanıtlayan teyp bandı ve belgelerdir. Toplantıda Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Erkaya ilk kez irtica konusunu şu sözlerle gündeme getirir: (Bölügiray, 1999)
         “Burada hep terörü konuşuyoruz; ancak bir süredir aşırı dinci akımlar tırmanıyor ve ben bir yıldır bu konunun burada ele alındığına tanık olmadım… Televizyonlarda rejim değişikliği tartışılıyor. Bu durumda ne yapacağız? İrtica bir tehdit mi, değil mi? Bunu gündeme alalım. Tartışalım. Uygun görürseniz hükümete tavsiye kararı alalım.”
         Cumhurbaşkanı Demirel ise, irtica konusunun MGK gündemin alınması önerisini değerlendireceği yanıtını verir. Komutanların bu konudaki duyarlılığını bilen Demirel’in hesabı, irtica krizi derinleşmeden hükümetin parlamento içi dinamiklerle düşürülebileceği yönündedir (İba 1999).
         Erbakan, yaşanan gelişmeler üzerine İsrail’le imzalanacak askeri anlaşmayı “kabul etmek durumunda” kalır. Anlaşma, MGK toplantısından bir gün sonra, 28 Ağustos’ta Ankara’da imzalanır. İddiaya göre Erbakan anlaşmayı “kamuoyuna açıklanmaması” şartıyla imzalamıştır (Hürriyet, 29 Ağustos 1996). Yine iddialara göre anlaşmayı Erbakan’ın imzalamış olması, RP içinde “rahatsızlık” yaratmıştır (Hürriyet, 29 Ağustos 1996).
Ortamın Gerilmesi
         Hükümetin kurulmasını izleyen ilk günlerden başlayarak Erbakan’ın yapacağı icraatlara yönelik açıklamaları ve kaynak yaratmak için önerdiği formüller medyada tartışılırken, diğer yandan da “darbe” söylentileri gündemdeki yerini alır. Donat’a (1999) göre, Erbakan’ın “hükümet olmaya hazırlıklıymış” dedirtmek çabası ile ortaya attığı “kaynak yaratma formülleri” işe yaramaz. Hükümetin kamuoyundaki imajı, gelişen olaylar çerçevesinde gün be gün yıkılır. Diğer yandan devletin iç ve dış politikalarındaki yerleşik tez ve görüşleriyle çatışmaya başlayan RP’ye sürekli uyarılar yapılır. Ordu’nun, Cumhuriyete ve Atatürk ilkelerine olan sarsılmaz bağlılığı, her fırsatta dile getirilir (Akpınar, 2001).
         Hükümetin bir başka girişimi YAŞ kararlarının yargı denetimine açılması önerisidir ([11]). Anayasa değişikliği için gerekli 184 imzaya karşın, RP’nin Meclis’te 159 sandalyesi vardır. İrtica tartışmalarının giderek alevlendiği bu dönemde kampanyaya dönüşen öneri karşısında komutanlar rahatsızlığını ifade eder.
         Bu arada Bildirici’nin (1998) aktardığına göre, “İslamcı basının bir önerisi de orduevlerinde uygulanan Kılık Kıyafet Yönetmeliği’nin kaldırılması ve buraların türban takan kadınlara açılması” olur. Türban konusu, hükümette ilk önemli anlaşmazlığı doğurur. Koalisyonun işbirliğini sağlamak için kurulan dörtlü komitenin gündemine RP, memurlara kıyafet serbestisi öngören bir kararname çıkarılması konusunu getirir, ancak DYP kanadı kararnameye karşı çıkar.
         Erbakan ile komutanların arasında iplerin gerildiği o günlerde, RP’li bir milletvekillerinin PKK’nın bir kampında, PKK bayrağı altında çektirdiği fotoğrafının 30 Ağustos zaferinin kutlandığı gün medyada yayınlanması gerilimi daha da artırır. RP Van Milletvekili Fethullah Erbaş’ın “rehin alınan” askerleri kurtarmak için İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal ile Kuzey Irak’taki bir PKK kampına gitmesi ve Abdullah Öcalan’ı silah bırakmaya ikna girişimleri, yıllardır PKK terörü ile savaşan komutanların ve medyanın büyük tepkisini çeker (Hürriyet, 31 Ağustos 1996; Akel, 1998). Komutanlardan, “Teröristle uzlaşılmaz” dersini alan RP’lilerin, PKK’lılara af ve uzlaşma içeren önerileri, Cumhurbaşkanı tarafından da sert bir dille yanıtlanır ([12]).
     Genelkurmay Başkanlığı’nın 30 Ağustos davetine katılan Erbakan, sıkıntılı anlar yaşar. Davette gazetecilerle yaptığı söyleşide Erbaş’ı eleştiren Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, İran Devrimi’nden sonra Türkiye’ye kaçan bir İranlı kuvvet komutanının devrimle ilgili anılarını anlatarak, “isim ve adres söylemeden Türkiye’deki durumu” değerlendirir (Arcayürek, 2003b). Karadayı, “İran’da generaller Humeyni hareketinin irticanın kendisi olduğunu fark ettiklerinde iş işten geçmişti” diye konuşur. Karadayı’nın Sabah gazetesi Ankara temsilcisi Fatih Çekirge’ye anlattıkları ertesi gün (1 Eylül 1996), “Genelkurmay Başkanı ilk kez konuştu” üst başlığı ve “Karadayı’dan Humeyni dersi” manşetiyle yayınlanır ([13]).
Adli Yıl’ın Açılış Töreni
         1 Eylül günü partisinin Ankara İl Kongresi’ne katılan Erbakan, radikal İslamcı tabanının rejime ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı seslendirdiği “İşte ordu, işte komutan” sloganı ile karşılanır (Hürriyet, 2 Eylül 1996). Akpınar’a (2001) göre “Genelkurmay bizi bağlamaz” diye demeç veren RP kurmayları bu sloganı engellemeyerek, “mesajın adresine gitmesine” izin verirler.
         Bu arada Kuzey Irak’ta Erbil’i “işgal eden” Saddam Hüseyin’e karşı, ABD harekete geçmiş ve Bağdat bombalanmıştır. ABD’nin Kuzey Irak’a yönelik operasyonuyla ilgili görüşmeler Başbakan Erbakan ile değil, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Çiller ile yapılmıştır (Hürriyet, 4 Eylül 1996; Arcayürek, 2003b). Bir diğer haber ise ABD Genelkurmay Başkanı’nın Saddam’ı vurmadan 24 saat önce gizlice gelerek Genelkurmay Başkanı Karadayı ile buluştuğudur (Hürriyet, 7 Eylül 1996). Bu haberler başbakan Erbakan’ın ABD tarafından “dışlandığı” yorumlarıyla verilir. Arcayürek’e (2003b) göre gazeteler artık içerinden ve dışarıdan gelen her haberin altında Erbakan ve RP aleyhine “bir şeyler” aramakta ve bulmaktadır.
         Adli yılın açılışı nedeniyle 6 Eylül günü düzenlenen törende konuşan Yargıtay Başkanı Müfit Utku, konuşmasında doğrudan Başbakan Erbakan ve hükümeti hedef alarak, “Türkiye’ye şeriatı getirmeye kimsenin gücünün yetmeyeceğini” söyler. (Hürriyet, 7 Eylül 1996). Türkiye Barolar Birliği Başkanı Eralp Özgen’in sözleri daha keskindir. Özgen, şöyle konuşur: “Ülkemiz, trafik kazalarını mevlit okutarak ve kurban keserek önlemek isteyen, yağmurun çaresini duada bulan, bütçe açığını kapatmak için Allah’ın nimetlerini kaynak gösteren ve dini politikaya alet eden bir zihniyetle idare edilmektedir.” Akpınar (2001), kameralar önünde gerçekleşen ve komutanların da resepsiyona katılarak konuşmacıları tebrik ettikleri bu gelişmeleri, REFAHYOL Hükümeti’ne karşı sürdürülen toplumsal muhalefetin kurumsallaşması olarak yorumlar. Rejimin savunucuları ile doğrudan çatışmaya giren RP, “düşman cephesini” genişletmeye başlamıştır. RP’nin “düşmanlarına” karşı yanıtı gecikmeden gelir. Genel Başkan Yardımcısı Rıza Ulucak “laik yobazlar” diye nitelendirdiği Yargıtay ve Barolar Birliği Başkanları’na “Aklı olmayanın dini de olmaz” sözleriyle karşılık verir (Hürriyet, 8 Eylül 1996). Özgen’i destekleyen barolar laiklik yanlısı açıklamalarda bulunur (Hürriyet, 8 Eylül 1996).
         Artık laikliğin güncel tartışmalar içinde savunulmaya başlandığı bir sürece girilir (Arcayürek, 2003b). Komutanların Adli Yıl’ın açılışı nedeniyle Ankara Devlet Konukevi’ndeki resmi kabulde, Yargıtay Başkanı ile çok “içten konuşmaları”, TSK’nın bu tür savunulara verdiği desteğin bir işareti sayılır.
         Eylül ayının gündemindeki diğer konulardan ilki nükleer santral ihaleleridir. İşçi, işveren, ordu ve medya ile kavgalı hükümet, nükleer enerji konusunda da tepkiyle karşılaşır. Bu arada hükümet 10 milyar dolarlık ikinci bir kaynak paketi açıklar. Kuzey Irak’ta güvenlik şeridi oluşturulması konusu yurt dışında tepkiyle karşılanır. PKK’nın bazı eylemlerini İran üzerinden gerçekleştirdiği Genelkurmay ve MİT raporlarıyla ortaya konur. Raporlara Erbakan’ın sesiz kalması eleştirilere neden olur. Bu arada PKK, rehin erlerden ikisini serbest bırakır. 27 Eylül günü ise Afganistan’dan gelen haberler, köktendinci Taliban’ın yönetimi ele geçirdiği şeklindedir. Haber üzerine Genelkurmay Başkanı Karadayı, İstanbul’da Hava Harp Okulu’nun yeni eğitim yılı töreninde “Afgan olayından alınacak önemli dersler var. Duracak, bekleyecek zaman değil, partiler ne yapıyor?” açıklamasını yapar. (Akpınar, 2001; Arcayürek, 2003b; Akel, 1998). Demirel ise daha sonra “laikliğin kıymetini bilin” açıklamasında bulunur (Hürriyet, 30 Eylül 1996).
         Bu arada DYP Genel Başkan Yardımcısı Meral Akşener’in “Çiller fanatiği gençleri tutmakta zorluk yaşayacaklarını” ifade eden basına yönelik “tehdidi” gündeme gelir. Akşener’in açıklaması Meclis çatısı altında eleştirilir. DSP lideri Ecevit özetle şunları söyler: (Hürriyet, 12 Eylül 1996)
         “Hem hükümet, hem de koalisyonun RP ve DYP kanatları basına açıkça savaş ilan etti. Bu aynı zamanda demokrasiye karşı takınılmış bir tavırdır. Basın ve medyanın kusurları olabilir. Son dönemde ise basın özgürlüğünün yararları, zararlarından kat kat üstün olmuştur… Zaten gerek RP, gerekse DYP basına aslında bu yolsuzlukların üstüne yürüdükleri için tepki gösteriyorlar. Çünkü işlerine gelmiyor… RP’nin medya düşmanlığının ise bir başka nedeni var. Medyanın büyük bölümünün laikliğe sahip çıkmasına kızıyorlar.”
         Akşener’in “Hürriyet ve Milliyet gazeteleri ile sahibi Aydın Doğan’ı ölümle tehdit etmesi” üzerine TGC Başkanı Nail Güreli, savcılığa suç duyurusunda bulunur (Hürriyet, 12 Eylül 1996).
         Hükümetin formüllerinden “Zorunlu Tasarruf Yasası” ve “Bedelsiz Otomobil İthalatı Kararnamesi” halkın hükümeti protesto ettiği “büyük çaplı” bir mitingle karşılaşır (Hürriyet, 15 Eylül 1996). Bursa’da işçiler “yerli üretime saygı” mitinginde bir araya gelirler. Mitinge işveren, emekli, esnaf ve tüccarlar ile geniş halk kitlelerinin katlımı dikkatleri çeker. Çankaya Köşkü’ne çekilen protesto faksları arasında Fransa, İtayla ve Almanya’daki pek çok firmadan gelen fakslar da vardır. TÜRK-İŞ Başkanı Bayram Meral’in Çankaya Köşkü’ne çıkarken gündeminde “tasarruf teşvik fonlarının geri ödenmesinin bir takvime bağlanması” ve “Bedelsiz Oto Kararnamesi’nin frenlenmesi” önerileri vardır. Devlette yeni bir “kadrolaşma hareketi” ve “hükümetin ömrü” tartışmaların odağındaki diğer gündem maddeleridir (Akpınar, 2001).
         23 Eylül günü Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Çiller, ABD’de ziyaretlere başlar (Hürriyet, 24 Eylül 1996). Kuzey Irak’taki gelişmeler görüşmelerin başlıca gündem maddesidir. PBS televizyonuna konuşan Çiller, Askerlerin hükümete nasıl yaklaştığı yolundaki bir soruya “Darbeler eskide kaldı. Hükümetin laik çizgiden uzaklaşması söz konusu değil. Rahatsızlık yok” yanıtını verir (Hürriyet, 26 Eylül 1996).
         MGK’nın olağan Eylül ayı toplantısında “terörle mücadele, Kuzey Irak, Bosna-Hersek, Azeri-Ermeni uyuşmazlığı ve Avrupa Birliği ile ilgili son gelişmeler” gündemin başlıca konularını oluşturur (AA., 26 Eylül 1996).
         Eylül ayının son gününde Konya Selçuk Üniversitesi’nin akademik yıl açılış törenine katılan Erbakan, törene dini kıyafetler içindeki Suudi Arabistan’ın Cidde Üniversitesi Şeriat Fakültesi Öğretim Üyesi Abdülfettah Ebu Gudde ile birlikte gider (Hürriyet, 1 Ekim 1996). Ancak Erbakan, diğer üniversitelerin açılışında aynı hoşgörü ile karşılaşmaz ve rektörlerden, “Atatürk devrimlerinin ve ilkelerinin yakın izleyicisi” olduklarına dair nutuklar dinler. Çiller’in katıldığı törenlerde de “laiklik uyarısı” içeren mesajlar alkışlanır. YÖK ve üniversite rektörleri, “iktidara gelince hepsini dize getireceğiz” diyen RP’ye karşı açık tavır almıştır (Akpınar, 2001).
         Daha bir yılını bile doldurmayan Meclis’in yeni yasama dönemine başladığı 1 Ekim günü partilerin milletvekili sayıları aynı değildir. RP’nin milletvekili sayısı bir artarak 159 olmuştur. Ancak DYP’nin milletvekili sayısı 135’ten 121’e, ANAP’ın 132’den 120’ye, DSP’nin 76’dan 73’e gerilemiş, CHP ise 49 olan milletvekili sayısını korumuştur. Yasama yılı açılış töreninde konuşan Cumhurbaşkanı Demirel’in “Cumhuriyet’in temel nitelikleri değiştirilemez” sözlerini yalnızca RP’li milletvekillerinin alkışlamaması dikkati çeker. Açılış töreni tam anlamıyla laiklik gösterisine dönüşür (Arcayürek, 2003b). Aynı gün Genelkurmay Başkanı Karadayı’nın “ordudan atılan subaylara mahkeme hakkı tanınması” girişimine sert tepki gösteren açıklaması da gündemdeki yerini alır.
         Hükümet ortağı ve DYP lideri Çiller ise Karadayı’nın Afganistan benzetmesini isim vermeksizin yanıtlar. “Afganistan inanılmaz bir kıyaslama. Tüm alternatifler tükendikten sonra Meclis iradesi ile ortaya çıkan bir hükümeti Afganistan ile kıyaslamak insafa sığan şeyler değil. Laikliğin teminatı biziz” diye konuşan Çiller’in “Afganistan’la Türkiye’yi kıyaslayanlar Atatürk’ü anlamamışlardır” sözleri dikkati çeker (Arcayürek, 2003b). Çiller’e göre laiklik konusunda protokol dışı uygulama yoktur ve her şey tıkırındadır (Arcayürek, 2003b).
Bedevi Çadırında Yaşananlar
         Yeni yasama yılına hızlı başlamak niyetindeki Erbakan, Mısır, Libya ve Nijerya’yı kapsayan ikinci bir dış gezinin hazırlıklarına Meclis açılmadan başlar. Erbakan gezide, Libya lideri Kaddafi’den bu ülkede iş yapan Türk müteahhitlerin milyonlarca dolarlık birikmiş alacaklarının ödenmesini istemeyi planlamaktadır. Ancak gezi planı, hükümetin DYP kanadında çatlağa neden olur. İçişleri Bakanı Mehmet Ağar, Libya’nın PKK’ya destek verdiğini belirterek, gezi kararnamesini kesinlikle imzalamayacağını açıklar (Akpınar, 2001, Arcayürek, 2003b).
         Bu arada Ekim ayının ilk günü İstanbul’daki Hava Harp Okulu’nun açılışında ilk ders laikliğe ayrılır ve duvara da Atatürk’ün “İyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar ülkesi olamaz” sözleri asılır. Hava Yüksek Mimar Kıdemli Albay Dr. Turgut Enginoğlu “Laikliğe dokunulmaya kalkıldı mı devrimler devrilir, ülke bütünlüğü dağılır. Ne çağdaşlaşma kalır, ne ilerleme. Atatürk, laikliği son derece önemli buluyordu ve O’na göre laik olmak, adam olmaktı” diye konuşur (Hürriyet, 2 Ekim 1996).
         Diğer yandan resmi görüşmeler için Mısır’dan istenen randevu talebine ancak beş gün sonra olumlu yanıt gelir. Gezi sabahı ziyaretin üç saat ertelendiğine ilişkin haber alınır. Mısır hükümeti, kendisinin terörist ilan ettiği Müslüman Kardeşler Örgütü’nden övgüyle söz eden Erbakan’a tepkilidir (Akpınar, 2001; Arcayürek, 2003b). Daha gezinin başında, Mısır’da yapılan karşılama töreninde Türk bayrağı göndere çekilmez ve diplomatik skandallar ve “dış politikada itibar erozyonu” tartışmaların başlıca konusu olur.
         Yılmaz ise gezinin başladığı 2 Ekim günü, Meclis’teki grup toplantısında “Bir darbe hareketinin oluşturulmasına ilişkin bazı kadroların çalışma içinde olduklarına dair sezgilerim, hatta bilgilerim var” diye açıklamada bulunur (Sabah, 3 Ekim 1996). Her yerde darbe söylentileri konuşulmaktadır (Solak, 1996). RP Grup Başkanvekili Salih Kapusuz darbe söylentilerine yanıt verir. Kapusuz, “Açık söylüyorum, kimse darbe yapamaz. Kimse gayri hukuki yollara sapamaz. Medya kah demokratik, kah militarist görünüyor. Türkiye’de hükümet boşluğu yoktur, istikrar vardır. RP’nin başarmasından korkuyorlar” diye konuşur (Arcayürek, 2003b).
         Aynı günlerde Afganistan’da yönetime el koyan köktendinci Taliban yönetiminin davranışları gündeme gelmekte ve büyük tepki çekmektedir. Her ne kadar RP’liler de Taliban yönetimini “vahşi” bulsalar da (Hürriyet, 3 Ekim 1996), ülkede Türkiye’nin nereye gittiği yönünde tartışmaların önü kesilememektedir. Başbakan Yardımcısı Çiller, duyduğu endişe üzerine Cumhurbaşkanı Demirel’e bir mektup yazar ve Demirel’in yanıtı gazetelere konu olur (Hürriyet, 4 Ekim 1996). Bu arada İtalya ziyaretindeki Demirel de laiklik tartışmalarına katılarak, “Türkiye’de laiklik zedeleniyor diye kaygı içinde olan ben değilim. Ancak, bu konuda endişe içinde olanlar var” diye konuşur (Arcayürek, 2003b).
         Siyaset kulisleri kadar cami avlularında da hareketlilik vardır. 4 Ekim Cuma günü, Ankara ve Konya’da “şeriat yanlısı” gösteriler düzenlenir (Akpınar, 2001). Yeşil şeriat bayrağı eşliğinde tekbir getiren kalabalığın içinde bir grup RP ve Milli Gençlik Vakfı’nın pankartlarını taşımaktadır. “Yaşasın Hizbullah, Yaşasın Şeriat” sloganı atarak TBMM’ye yürüyen kalabalığı Çevik Kuvvet panzerle durdurur. Artık her Cuma namazı sonrasında benzer eylemler ya da “şeriat provaları”, Türkiye’nin dört bir yanında tekrar edilmeye başlar (Akpınar, 2001).
         Erbakan’ın Mısır’dan sonraki durağı olan Libya’da Kaddafi ile yaptığı görüşme ise skandalların en büyüğüne sahne olur. Uygulanan hava ambargosu nedeniyle Libya’ya Tunus üzerinden karayolu ile gidecek olan Erbakan’ı Tunus hükümeti karşılamaz. Erbakan’ın Tunuslu rejim muhalifi Gannuşi’yi Türkiye’ye davet etmesine ülke yönetimi kızgındır. Erbakan, laik hükümetlerce yönetilen Müslüman ülkelerde itibar görmemektedir (Akpınar, 2001).
         Libya gezisi, Akpınar’a (2001) göre, 28 Şubat sürecinde önemli bir mihenk taşıdır. Yerleşik devlet bürokrasisinin muhalefetine karşın gerçekleştirilen bir gezidir. Libya Büyükelçisi’nin üç kez gönderdiği, “bu ülkeye siyasi bir gezi yapmanın sakıncalı olduğunu” belirten kripto tanınmamıştır.
         Libya’da önce muhatabı Başbakan Abdülmecit El Guad ile görüşen ve Türk müteahhitlerinin alacaklarının ödenmesini için resmen talepte bulunan Erbakan, “iki ülke arasında iman bağı ve derin bir muhabbet bulunduğunu” söyler. ABD’nin terörist ilan ettiği Kaddafi için ise Erbakan, övgü yağdırır ve “Türkiye’nin köylerinde bile Kaddafi’nin fotoğraflarının asılı olduğunu” dile getirir. Bu ülkeye uygulanan ambargoyu ve NATO müttefiki Türkiye’nin dış politikasını hiçe sayan Erbakan, “Libya ile ilişkileri yeniden geliştirmek istediklerini” belirtir (Akpınar, 2001).
         Heyetin Kaddafi ile buluşması, planlandığı üzere Trablusgarp’ta gerçekleşmez. Kaddafi’nin Türk heyetini 400 kilometre ötedeki Sirte’de kabul edeceği öğrenilir. Eski bir uçakla Kaddafi’ye ulaşan heyet, çöl ortasında kurulan bedevi çadırında 6 Ekim sabahı 02:00’de bir araya gelir (Akpınar, 2001).
         Erbakan’ın sessizce dinlemeyi tercih ettiği Kaddafi, konuşmasında açıkça Türkiye Cumhuriyeti’ni aşağılar. PKK’ya açık destek veren, Türkiye Cumhuriyeti tarihini yok sayan ve ülke yönetimine hakaretler yağdıran Kaddafi’nin sözleri Ankara’yı ayağa kaldırır. Kaddafi’nin söyledikleri “unutulacak gibi” değildir: (Akpınar, 2001; Arcayürek, 2003b)
         “Türkiye, İslam dünyası için büyük fedakarlıklar yapmıştır. İslam tarihini ondan alırsak, geriye Türkiye’nin tarihi kalmaz. Türkiye’nin tarihinin başlangıcı Birinci Dünya Savaşı’dır deniyor. Ama Büyük Türkiye, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce de vardı. Selçuklu, Osmanlı, Birinci Selim, Kanuni Sultan Süleyman.… Bunlar nereye gittiler? Türkiye, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bunları inkar etmiştir. Türkiye, tarihini inkar etti. Bir tek Refah Partisi etmedi. Türkiye, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kendi iradesini kaybetmiştir. Türkiye, ABD üslerinin işgali altındadır. Bu üsler, Irak’a karşı kullanılmaktadır. Türkiye’nin iradesi özgürlüğüne kavuşuncaya kadar mücadele etmemiz gerekiyor. Türkiye’nin geleceği Araplarladır.... Tek tesellimiz, RP’nin hükümette olmasıdır. Türkiye’de tarihini inkar etmeyen, tarihine vefa duyan bir tek RP var. RP, Türkiye’nin bugünü ile geçmişi arasındaki halkayı bağlamak isteyen bir partidir.… Ben Türkiye’deki bütün vatandaşları RP’ye katılmaya teşvik ediyorum. Tarihine saygılı olan Türk insanları RP’ye katılmalıdır…. Kürtlerin Libya’da, İran’da, Irak’ta, her yerde bağımsız olmaları doğaldır.… Kürtlerin de Araplar gibi özgürlüğe ihtiyacı vardır. Araplar da, Kürtler gibi bölgelerinde böyle bir savaşa girmiş ve bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır… Ortadoğu güneşi altında bu millet de yerini almalıdır. Kürtler de Müslüman’dır. İranlılar ve Araplarla kardeştir. Türkiye’nin geleceği NATO üyeliği, ABD üsleri ve Kürtlere eziyet çektirmek değildir…”
         Kaddafi’nin sözlerini “suskunlukla” dinleyen Erbakan, Libya liderinin sözlerine laik cumhuriyetçileri ve askerleri kızdıran şu ifadeyle karşılık verir: “Muhterem Kaddafi Beyefendi’ye, gösterilen misafirperverlikten dolayı kalpten teşekkür ediyorum” (Akpınar, 2001). Batılıların Libya’yı “terörist ülke” olarak tanımlamalarının propaganda olduğunu söyleyen Erbakan, üstü kapalı bir dille ABD’yi terörist ülke ilan ederek, “Libya terörist faaliyetlerin karşısındadır. Terörden en büyük acıyı çeken Libya’dır” diye konuşur (Akpınar, 2001).
         Ertesi gün (7 Ekim) gazeteler, Arcayürek’in (2003b) tanımıyla barut fıçısı gibidir. Hürriyet gazetesi “Küstah Libyalının sözlerini başına tavana çevirerek dinleyen Erbakan, hiç tepki göstermedi” diye yazar. Milliyet, “Libya faciası” yorumunda bulunur. Zaman gazetesi başyazarı Fehmi Koru (1996), “REFAHYOL hükümeti en büyük darbeyi çölün ortasında kurulu bir çadırda, gözlerini sağa sola kaçırarak konuşan, diplomasi kurallarını tanımayan Kaddafi’den aldı” diye kaydeder. Türkiye gazetesinin haberinde ise şöyle denilir: “Erbakan Libya lideri Muammer Kaddafi’nin ‘talihsiz’ potunu düzeltti. Türkiye’de 65 milyon kardeştir.”
         Kaddafi’nin sözlerine ve Erbakan’ın suskunluğuna muhalefetin tepkisi gecikmez. 7 Ekim günü CHP, Başbakan Erbakan hakkında hazırladığı gensoru önergesini TBMM Başkanlığı’na iletir. Ülkü Ocakları Derneği Genel Başkanı, 200 gençle birlikte Mehter Marşı eşliğinde Libya Büyükelçiliği’ne giderek siyah çelenk bırakır. Tepkiler karşısında Çiller, Nijerya’ya geçen Erbakan’ı haberdar bile etmeden Libya Büyükelçisi’ni geçici olarak Türkiye’ye çağırır (Akpınar, 2001).
Hükümetin Gensoru Sınavı
         Hükmet ortağı Çiller ise “Erbakan’ın Libya’ya gitmesi hataydı” diyen Genelkurmay Başkanı Karadayı ile “sürpriz bir görüşme” yapar (Hürriyet, 9 Ekim 1996; Arcayürek, 2003b). “Siz merak etmeyin Paşam, laiklik konusunda en az sizin kadar hassasız. Anti-laik hiçbir gelişmeye izin vermeyiz” diyen Çiller, daha sonra kamuoyuna da “Kimse orduyu tahrik etmesin… Hiç birinin aklında böyle bir şey yok” diye ortamı yatıştırmaya yönelik açıklamalarda bulunur (Akel, 1998).
         Arcayürek’in (2003b) ifade ettiğine göre RP ile koalisyon kurmadan önce ABD’ye “ben gidersem şeriatçılar gelir” diyen Çiller, artık “koalisyondan çekilirsem darbe olur” mesajı vermektedir.
         “Libya skandalı”nın yankıları eşliğinde 10 gün süren gezisini tamamlayan Erbakan, yurda dönüşünde gensoru tehdidi ile karşılaşır. Muhalefet üç ayrı gensoru önergesi vermiştir ve laik kimlikleri ile tanınan DYP’li milletvekilleri gensoruya “evet” oyu kullanma eğilimindedir. Ancak Erbakan, Arcayürek’e (2003b) göre “inanılmaz bir ikiyüzlülükle”, “Muzaffer Romalı bir kumandan olarak döndük” açıklamasında bulunur. Libya’nın, PKK’nın terörist örgüt olduğunu kabul ettiğini söyleyen Erbakan, “Akıllı dostluk, akılsız düşmanlıktan çok daha iyidir” diye konuşur (Arcayürek, 2003b). Erbakan’a göre hükümet gensoru sınavından güçlenerek çıkacaktır. DYP içinde ise hükümetten duyulan rahatsızlık dile getirilmektedir (Hürriyet, 10 Ekim 1996). Kulislerde de “Refahsız hükümet formülleri” konuşulmaktadır (Hürriyet, 10 Ekim 1996).
         Bu arada Mısır’ın Ankara Büyükelçisi bir açıklamayla skandallar zincirine yeni bir halka ekler (Arcayürek, 2003b). Kahire, Erbakan’ın gezisini resmi bir ziyaret saymadığını açıklar. Bu nedenle de karşılama ve uğurlama törenlerinde Türk bayrağı çekilmediğini belirtir.
         10 Ekim günü CHP lideri Baykal, Libya ile RP’nin para ilişkisini kanıtlayan “önemli” bir belgeyi kamuoyuna açıklar. “Libya’da faaliyet gösteren Uluslararası İslam’a Çağrı Cemiyeti’nin yerel seçimlerde kullanmak üzere RP’ye 500 bin dolar yardımda bulunduğu” iddiasına yanıt, Ankara Cumhuriyet Başsavcısı’ndan gelir. Ancak Başsavcının, “yeterli delil” isteği, hükümetin tartışmalı icraatları arasında kaybolup gider (Akpınar, 2001). Öte yandan Erbakan’ın Kaddafi’nin fahri başkanlığını yürüttüğü, dinci grup ve partilerin içinde yer aldığı Uluslar arası İslam Halk Komutanlığı’nın bir üyesi olduğu tartışması gündemin bir başka konusu haline gelir (Akpınar, 2001).
         Bu arada darbe söylentileri daha sesli dile getirilmeye başlanır (Donat, 1999). Çandar, 10 Ekim 1996 günkü yazısında, “Bu koalisyonun hukuken de sona erdirilmesi için “darbe” sopası altında, TBMM, bir “formül” bulmaya teşvik ediliyor” diye yazar.
         Erbakan’ın yurda dönüşünün ardından hükümet ortağı Çiller’in “Erbakan’ın 20 gündür imzalamadığı Genelkurmay’ın 5.5 milyar dolarlık projesini” de Erbakan’ın “denge düzeltme gezisi” sırasında imzaladığı haberleri gündeme gelir. Çiller, “by-pass” yapmıştır (Hürriyet, 14 Ekim 1996).
         16 Ekim günü TBMM’de yapılan oylamada, hükümet aleyhine verilen Libya gezisi hakkındaki gensoru önergelerinin gündeme alınması, uzun tartışmaların ardından 257’e karşı 270 oyla, eş deyişle 13 oy farkla reddedilir. Oylamaya 23 milletvekili katılmamıştır ([14]).
         Gensoru görüşmesi sırasında hareket biçimini soranlara “Ne yapacağımı görürsünüz. Beğenmezseniz etek, beğenirseniz erkek elbisesi giydirirsiniz” yanıtını veren DYP milletvekili ve Genelkurmay eski Başkanı Güreş,  “ülke çıkarları açısından ağırlıklı buldum” açıklamasıyla oylamada ret oyu kullanır (Arcayürek, 2003b; Hürriyet 18 Ekim 1996). Küfürlü, yumruklu geçen oylama sonrasında gazeteler, Güreş’in İskoç etekli fotoğraflarına yer verir. Gensoru lehinde oy kullanan iki kadın milletvekili; DYP’den Gencay Gürün ile Ayseli Göksoy, “erkekleri sollayan” bu hareketleriyle gündemin ilk sırasında yer alırlar. Hürriyet gazetesi (18 Ekim 1996) “Eteğin gururu” başlığıyla kadın milletvekillerini kutlar. Güreş ise “Bu hükümetin yerine başka bir alternatif var mıydı ona baktım. Ben kabul desem ne olacaktı? Buna vicdanım müsaade etmedi. Kendi bildiğim doğruyu da yaptım” sözleriyle kendisini savunur (Hürriyet, 18 Ekim 1996).
         Bu arada Yeni Şafak gazetesi, İtalya Cumhurbaşkanı Scalfaro’nun Demirel’le konuşması sırasında “Türk ve Kürt halkları” deyimini kullanması “rezaletini” gündeme getirerek, “örtbas edemezsiniz” diye olayı yineler (Arcayürek, 2003b).
         Aynı günlerde hükümetin gündeminde ise “tarihi denk bütçe” konusu vardır (Milli Gazete, 18 Ekim 1996). Erbakan, 1997 yılı bütçesinin Cumhuriyet tarihinin ilk denk bütçesi olduğunu vurgulayarak, “ülkenin faiz sarmalından kurtarılacağı müjdesini” verir. Ancak “devrim niteliğindeki örnek bütçe”, diğer yayın organlarında Milli Gazete’deki gibi ciddi bir biçimde ve gündemin ilk sıralarında yer almaz.
Avrasya İslam Şurası
         Akpınar’a (2001) göre, Erbakan’ın Başbakanlığı, siyasal İslamcılar için bir güven platformu yaratmış ve din, siyasetin göbek taşına oturmuştur. Bunun bir örneği olarak, Aczmendiler’in eylemi gösterilebilir. 20 Ekim günü Ankara’da Kocatepe Camii’nin avlusunda eli asalı, kara cübbeli Aczmendiler, Atatürk’e hakaret eden bir gösteri düzenlerler. Zikir yaparak, “şeriat” diye bağıran 115 Aczmendi, polis tarafından göz altına alınır (Akpınar, 2001; Hürriyet, 23 Ekim 1996).
         Erbakan’ın 21 Ekim günü İkinci Avrasya İslam Şurası’nda yaptığı konuşma ise o günlerde Erbakan’ın siyasal duruşu kadar; Akpınar (2001)a göre , “takiyyeci yönünü” de ortaya koymaktadır. Erbakan, şunları söylemektedir:
         “Aspirinin içinde asit salisilik vardır. Doğrudan verilirse insanın midesini deler. Çocuk aspirinden acı diye kaçar. Ona çikolata vermeniz lazım. İslam dini Kur’an, sünnet, hadis ve tefsire dayanır. Sadece tefsir ve hadis öğretmekle görev yapılmaz. Gerçekler bugün insanlara nasıl tatbik edilecek. İslam’ı insanlara doğrudan verirseniz, insanlar bundan yararlanamıyor. İnsanlar çocuk gibi kaçıyorlar. Bunları çikolata ile ikram etmek lazım.”
         Şura’nın dikkat çeken diğer konuğu ise Başbakan Yardımcısı Çiller’dir. Türkiye’nin çağdaş Batı uygarlığı yolundaki ilerleyişini en önemli simgelerinden biri olarak gösterilen, Türkiye’nin ilk kadın Başbakanı ve Cumhuriyet kadınlarının gözdesi Çiller, başörtüsü takarak katıldığı toplantıya “Besmele çekerek” başlar ve siyasal İslam savunucularının kullandığı terminolojiye sık sık atıfta bulunur. RP taraftarlarından bu davranışları ile büyük takdir toplayan Çiller, din ve laiklik istismarını eleştirirken de bir pot kırar ve “siyaset dinin hizmetindedir” diye konuşur (Hürriyet, 24 Ekim 1996). Çiller’in siyasal duruşundaki bu değişim, izleyen günlerde kendisini daha da belli eder. Seçim meydanlarında, “Erbakan’a karşı göğsümü siper ederim. Erbakan’ın Apo’dan ne farkı var” diyen Çiller, artık TBMM Genel Kurulu’nda tespih çekmekte ve katıldığı her törende Kur’an-ı Kerim okutmaktadır. (Akpınar, 2001).
         Bu arada “gelişmekte olan ülkeler” ya da “gelişen sekizler” adı verilen ve D-8’ler (Developing-8) olarak nitelendirilen Türkiye, İran, Pakistan, Malezya, Endonezya, Mısır, Nijerya ve Bangladeş’ten oluşan grubun temeli İstanbul’da Çırağan Sarayı’nda gerçekleştirilen zirvede atılır. Medyanın hükümeti eleştiren kısmının “yoksullar kulübü” adını verdiği zirveye, hükümet yanlısı yayınlar ise büyük önem verir (Arcayürek, 2003b). 22 Ekim günü Milli Gazete, Erbakan’ın “şafak söküyor” sözlerini manşetten yayınlar.
         Hükümet bu işlerle meşgul iken, İstanbul’un başka bir köşesinde bir başka tartışma yaşanır. Sultanbeyli ilçesinin RP’li Belediye Başkanı’na rağmen, İstanbul Batı Garnizon Komutanı Tuğgeneral Doğu Silahçıoğlu, ilçe meydanına Atatürk heykeli diktirerek, heykelin bulunduğu caddeye “Atatürk Bulvarı” adın verdirmiştir (İba, 1999). Olay üzerine RP’li Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı ve eski sendikacı Necati Çelik’in, Silahçıoğlu’nu “Omzu dolu silahlı adam” sözleriyle itham etmesi, askerleri öfkelendirmiştir (Akpınar, 2001; Akel, 1998). Haberlerin yankısı üzerine Bakan, Silahçıoğlu’na hakaret etmediğini savunmuş, ancak yine de eleştiri içeren “oraya buraya Atatürk heykeli dikmek ve yakaya rozet takmakla Atatürkçü olunmaz” açıklamasında bulunmuştur (Akpınar, 2001). Daha sonraları ise askerlerin baskısından rahatsız olan RP milletvekili Mustafa Kamalak, “Meclis giderek zayıflıyor. Milli Savunma Bakanı Genelkurmay’ın, hükümet Milli Güvenlik Kurulu’nun, Meclis de askerin gölgesi altında” sözleriyle tepkisini dile getirmiştir (Akpınar, 2001).
Susurluk Skandalı
         3 Kasım günü toplam seçmenin binde 3’ünü oluşturan 110 bin kişinin katıldığı yerel ara seçim gerçekleştirilir. Seçim sonuçlarına göre RP oyların yüzde 30,1’ini, DYP yüzde 27,3’ünü MHP yüzde 16,5’ini, ANAP yüzde 9,4’ünü ve CHP yüzde 9’unu alır.
         RP, seçim propagandasında “üniversitelerde başörtüsü nedeniyle mağdur olan öğrencilerin mağduriyetlerinin sına ereceği” ve “karayolunun haç için açılacağı” müjdelerini vermiştir. Erbakan, “ilk defa halkın inancının iktidara geldiğini” söylemektedir (Arcayürek, 2003b).
         Ara seçimlerin yapıldığı 3 Kasım günü, bagajı silahla dolu, içinde 12 Eylül askeri müdahalesi öncesinde 7 TİP’li öğrencinin öldürülmesinden sorumlu tutulan kanun kaçağı Abdullah Çatlı, sevgilisi Ganca Uslu, İstanbul Emniyet Müdürü eski Yardımcısı Hüseyin Kocadağ ve Bucak aşireti reisi, DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak’ın bulunduğu otomobile bir kamyonun çarpması, devlet içindeki karanlık ilişkileri su yüzüne çıkarır. Bucak’ın ağır yaralı olarak kurtulduğu trafik kazası, ülkeyi sarsacak gelişmelerin ateşleyici olayı olur. Cumhuriyet tarihinin en büyük ve yankısı aylarca süren skandalına, Başbakan Erbakan’ın ilk yorumu “fasa-fiso”, “medyanın abartması” şeklindedir (Hürriyet, 20 Kasım 1996). Aynı otomobilde seyahat edenlerin kimlikleri, muhalefet partilerini ve demokratik kitle örgütlerini ayağa kaldırır. Devletin içinde “derin devletin” varlığı “Devlet, mafya, siyaset üçgeninde” tartışılmaya ve konuşulmaya başlar (Akpınar, 2001; Hürriyet, 5 Kasım 1996).
         Akpınar’a (2001) göre skandalı “fırsat bilen” Çiller, hükümetin duyarlılığını göstermek amacıyla kendisine ayak direyen ve Erbakan’ın gezisini imzalamayan İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’dan istifasını ister. Ağar ise “İstifa konusunda kimse bana bir şey söyleyemez. İstifaya ben karar veririm” diye konuşur (Arcayürek, 2003b). Susurluk skandalına da karışan Emniyet eski Genel Müdürü Ağar, “Herhalde Kaddafi memnun olmuştur” diyerek 8 Kasım günü istifasını sunar (Hürriyet, 9 Kasım 1996).
         Kazada ağır yaralanan Bucak’ı hastanede ziyaret eden Çiller, Milletvekili Bucak’ın “teröre karşı kahramanca mücadele ettiğini” söyler. Kazada ölen kanun kaçağı Çatlı için ise TBMM Grubunda, “Devlet için kurşun atan da, kurşun yiyen de bizim için şereftir” diye konuşur (Akpınar, 2001).
         İzleyen günlerde ve aylarda da Susurluk olayına yönelik tartışma devam eder (Arcayürek, 2003b). ANAP lideri Yılmaz daha sonra “Devlet sekiz yıl önce MİT’e alternatif emniyet içinde bir oluşum yarattı. Ancak bunlar son bir yılda siyasilere hizmet etmeye başladı. Hükümet olayı örtmesin diye ben de elimdeki belgeleri muhafaza ediyorum” diye açıklamada bulunur (Hürriyet, 13 Kasım 1996). Ancak söz konusu belgeler ortaya çıkmaz (Arcayürek, 2003b). Yılmaz, Demirel’in Devlet Denetleme Kurulu’nu görevlendirmesi önerisi ile gündeme gelir. Demirel ise “sistemin işletilmesi” gereği üzerinde durur (Arcayürek, 2003b). İzleyen günlerde (24 Kasım 1996) ANAP lideri Almanya gezisi sonrası uğradığı Budapeşte’de kaldığı otelde kimliği belirsiz bir kişinin yumruklu saldırısına uğrar.
         Bu arada Ağar’dan boşalan İçişleri Bakanlığı koltuğuna ilk kez bir kadın, İstanbul Milletvekili Meral Akşener atanır. Çiller ailesine yakınlığı ve sadakati ile bilinen Akşener, medyanın yakından tanıdığı bir isimdir, çünkü bir medya patronunu ölümle tehdit etmesi nedeniyle mahkemede yargılanmaktadır (Akpınar, 2001). Akşener’in ilk icraatı da beklendiği biçimde, Ağar’ın imzalamadığı Başbakan’ın Libya gezisi kararnamesini onaylamak olur (Hürriyet, 14 Kasım 1996; Akpınar, 2001).
Atatürk’ü Anma Törenleri
         Öte yandan hükümete karşı başlatılan toplumsal muhalefetin “ilk gövde gösterisi”, Atatürk’ün 58’inci ölüm yıldönümü olan 10 Kasım günü gerçekleşir (Akpınar, 2001). Cumhuriyet tarihinde ilk kez yaklaşık 1 milyon kişi anma törenine katılır. Başını Atatürkçü Düşünce Derneği ile DİSK, KESK ve TÜRK-İŞ’in çektiği sivil girişimin 50 bin kişi ile Anıtkabir’e yürüyerek hükümeti protesto etmesi, “hükümete karşı başlatılan toplumsal muhalefetin örgütlü bir şekilde kurumsallaşmasının simgesi” olarak yorumlanır (Akpınar, 2001). Erbakan ise  bu yürüyüşleri, “Apaçık bir provokasyon bu. Adalet Bakanımız konu üzerinde duruyor” sözleriyle değerlendirir (Akpınar, 2001).
         Aynı gün RP’li Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Şükrü Karatepe, kent meydanında düzenlenen törene katılıp çelenk koyduktan sonra partililerine, RP içindeki rejim ve cumhuriyet karşıtlığını gizlenemez hale getiren şu açıklamayı yapar: (Akpınar, 2001)
         “Süslü püslü göründüğüme bakıp da, sakın laik olduğumu düşünmeyin. Resmi görevim nedeniyle bugün bir törene katıldım. Belki Başbakan’ın, bakanların, milletvekillerinin bazı mecburiyetleri vardır. Ancak sizin hiçbir mecburiyetiniz yok. RP’li olarak yeryüzünde tek başıma da kalsam, bu zulüm düzeni mutlaka değişmelidir. İnsanları köle gibi gören, çağdışı bu düzen mutlaka değişmelidir. Ey Müslümanlar; sakın ha içinizden bu hırsı, bu kini, bu nefreti, bu inancı eksik etmeyin. İnancımıza saygı duyulmadığı bu dönemde, içim kan ağlayarak bugünkü törene katıldım…”
         Anma töreninin bir eyleme dönüştüğü 10 Kasım günü, RP’li Konya ve Sivas Belediye Başkanları anma törenlerine katılmayarak tavırlarının arkasında durur. Akit gazetesinin (10 Kasım 1996) o günkü manşetinde “Atatürk fakir doğdu, zengin öldü” başlığının kullanıldığı haberde, “Yetim ve dul bir kadının oğlu olarak ve hayatının büyük kısmını maaşlı asker olarak geçiren Atatürk, Cumhuriyet’i kurar kurmaz zengin oldu” yazılıdır.
         RP’nin politik duruşu, 10 Kasım törenlerinin ardından daha net bir şekilde sergilenmeye ve sistemle açıkça çatışmaya başlar. Hazırlanan “İnsan Hakları ve Demokrasi Paketi” çerçevesinde, devlet memurlarıyla ilgili “Kılık-Kıyafet Yönetmeliği”nin değiştirilmesi ve “sakal ve türbana geçit verilmesi” planlanır. Ancak laik üniversite öğretim üyelerinin tepkileri ile karşılaşılır. RP’nin yanıtı ise gecikmez. RP Kahramanmaraş Milletvekili Mustafa Kamalak, üniversitelerin bütçelerinin görüşüldüğü Plan ve Bütçe Komisyonu’nda “Türban, benim bacımın iffetidir. Ona uzanan eller Yunanın, İngilizin, Fransızın eli olsaydı kırmasını bilirdik. Nitekim kırdık da. Ama bugün Türk dekanının, Türk profesörünün ve YÖK Başkanı’nın eli uzanıyor” diye konuşur. Kamalak, askerin yetkisizleştirilmesi için de bir önerinin sahibidir. Bu doğrultuda Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması gerektiğini savunur (Akpınar, 2001).
Basın’a “Sansür” Yasası
         Susurluk skandalının gazetelerin gündeminde giderek ağırlığı artarken, hükümetin gündeminde basın yasası ya da eleştirildiği adıyla “sansür yasası” vardır. Yorumlara göre (Akpınar, 2001) “medyadan intikam almak için” hazırlanan yasa taslağında, “yalan haber yazılmaması, devletin siyasi ve mali itibarının sarsılmaması, halkın telaşa verilmemesi, tezyif olmaması, maksatlı yorum yapılmaması, yetkili makamları etkileyecek yayın yapılmaması, promosyonla ilgili düzenlemelere uyulması, cezaların bir günlük gazete toplam maliyet bedeline ilaveten o günkü reklam gelirine muadil olması” gibi başlıklar dikkati çeker. Neredeyse yazılan tüm haberleri suç kapsamına alan, muhabirin işini “zabıt katipliği”ne indiren, “Cumhuriyet tarihinin en ağır para ve hapis cezalarını” öngören ve gazete kurmayı zorlaştıran yasa teklifi izleyen günlerde giderek artan boyutta protestolarla karşılaşır (Akpınar, 2001; Hürriyet, 22 Kasım 1996). Avrupa Gazeteciler Birliği ve Dünya Gazeteciler Birliği gibi uluslararası pek çok basın kuruluşu da sansür girişimine sessiz kalmayarak tepkilerini dile getirir (Akpınar, 2001).
         24 Kasım günü CHP, İstanbul’da “Haberime dokunma” kampanyası düzenleyerek 2 bin kişiyi yürütür (Hürriyet, 25 Kasım 1996). Ertesi gün gazete manşetlerinde 1700 gazetecinin imzalı protesto ve uyarı metni vardır. Cumhurbaşkanı Demirel, TBMM Başkanı Kalemli ve muhalefet partileri gazetecilere güvence vererek teklifin engelleneceğini ifade ederler.
         Gazetecileri, “Anadolu Basını” ve “Kartelciler” diye ikiye ayıran Çiller’in “Birinci Anadolu Basın Kurultayı”nda yaptığı konuşma ise, hükümet ile basın arasındaki ilişkinin geldiği noktayı göstermesi açısından önemlidir. Çiller kendi deyimiyle kartelciler için, “Bunlar artık birer bağımsız siyasi parti haline gelmişlerdir. Siyaseti yönlendirmek değil, siyaseti etkilemek değil, siyasi parti gibi hareket etmişler, hatta bugün de ettiklerini söylemektedirler. ‘Biz Adnan Menderes’i astık, seni de asarız’ diyorlar” eleştirisinde bulunur. Ancak hükümet söz konusu yasayı çıkarmakta başarılı olamaz. İç ve dış baskılara dayanamayan hükümet, teklifi askıya alır. 29 Kasım’da Basın Konseyi, “REFAHYOL Hükümeti’nin basın için hazırladığı sansür senaryoları, kamuoyu ve medyanın yoğun tepkisi üzerine uygulamaya sokulamadı” açıklamasını yapar (Akpınar, 2001).
MSB Bütçesinden Kesinti
         Bu arada REFAHYOL Hükümeti’ni zorunlu kılan unsurların başında gelen Çiller hakkındaki dosyalar için geri sayım Kasım ayının sonunda başlar. RP’nin iddialarıyla TBMM’de kurulan soruşturma komisyonlarında oylama günü gelip çattığında, RP bu kez “hükümetin diyetini ödemeye” soyunur (Akpınar, 2001; Hürriyet, 17 Kasım 1996). Yapılan oylamalarda RP’liler, ellerini Çiller lehine kaldırır. İlk olarak 25 Kasım’da TEDAŞ Komisyonu’nda ve üç gün sonra TOFAŞ Komisyonu’nda yapılan oylamada, yediye karşı sekiz oyla Çiller’in Yüce Divan’da yargılanmasına gerek olmadığına karar verilir. RP, Çiller’in malvarlığını soruşturma komisyonunda da Çiller’i aklar (Akpınar, 2001). Ancak asıl “diyet”, Genel Kurul’da yapılacak oylamada ödenecektir.
         Aralık ayı başında günün konusu İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğlu’nun önceki gün İçişleri Bakanı Meral Akşener tarafından görevinden alındığı haberleridir (Hürriyet, 7 Aralık 1996).
         9-10 Aralık günleri arasında toplanan YAŞ’nın gündeminde ise, radikal İslamcı eğilimlere sahip ya da irticacı örgütlerle ilişkisi olan 58 subay ve astsubayın, ayrıca disiplinsizlik suçuyla da 11 personelin TSK’dan ihracı vardır. Erbakan ilk günkü toplantıya katılmasa da, ikinci gün, alınan kararı imzalamak üzere önünde bulur (Hürriyet, 11 Aralık 1996). Hürriyet gazetesinin haberine göre YAŞ toplantısında “toplam 69 kişinin atılması, son yıllardaki en büyük temizlik” olarak nitelenir. Toplantıda Erbakan’a verilen brifingde, dış ve iç tehdit kapsamında irticanın PKK’dan daha öncelikli bir tehlike olduğu ifade edilir. Genelkurmay Başkanı Karadayı, direnir gibi görülen Erbakan’a “Bu kişiler ordu komutanlarından değil, tarikat ve örgüt liderlerinden emir almaktadırlar” açıklamasını yapar (Akpınar, 2001).  Erbakan, Şura’daki 12 orgeneral ve iki amiralin kararlı tutumu karşısında ihraç dosyalarını imzalar. Yeni Şafak gazetesi “Bunu imzalamayacaktın Hocam!” manşetiyle yayınlanır.
         Şura kararlarına RP’nin tepkisi, bir kez daha şura kararlarının yargı denetimine açılması istemi ile gerçekleşir. Milli Gazete (12 Aralık 1996) haberi, “YAŞ Kararlarına tepki büyük” yorumuyla yayınlar. Gazeteye göre RP’liler “kararların yargı denetimine tabi olması gerektiğini” savunur. RP Ağrı Milletvekili Sıddık Altay, “İnsanlar hak ve adalet aramada, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne müracaat etme konumunda bırakılmamalıdır” diye konuşur. Yargısız infaz yapıldığını ileri süren RP Şanlıurfa Milletvekili İ. Halil Çelik ise kararları imzalayan Erbakan’ı da eleştirerek kararları protesto ettiğini açıklar. Erbakan ise yanıtını, Akpınar’ın (2001) yorumuna göre, Milli Savunma Bakanlığı bütçesinden 50 trilyon liralık kesinti yaparak verir. Askerlerle doğrudan çatışmaya girmek istemeyen Erbakan, serin kanlılığını korumaktadır.
         Bu arada Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’in “siyasi kulislere bomba gibi düşen” suç duyurusu üzerine harekete geçerek, RP hakkında inceleme başlatır (Hürriyet, 11 Aralık 1996). Öte yandan RP milletvekili Fethullah Erbaş ikinci kez PKK’nın elindeki esir erleri almak üzere Kuzey Irak’a gitmiş ve geri kalan 6 eri alarak ülkeye geri dönmüştür (Hürriyet, 10 Aralık 1996; Akel, 1998).
         12 Aralık günü Bakanlar Kurulu toplantısına MGK’dan gelen dosyalar sunulur. Doğu Anadolu’da uygulanan politikaları eleştiren, Kürt nüfusunun önlenemez biçimde artığına, bunun ileride vahim sonuçlara yol açabileceğine ve silah kaçakçılığının ardında bazı politikacıların olduğuna dikkat çekilen raporda, “milletvekillerinin Meclis dışındaki eylemlerindeki suçlar için dokunulmazlıklarının kaldırılması” tavsiye edilir. Raporun içeriğine kimi bakanlar tepki gösterir. Bunun üzerine Erbakan’ın emriyle sessizce toplanan dosyalar, “müsterih olunması” tavsiyesiyle MGK’ya iade edilir. Ancak olayın medyaya yansıması üzerine Erbakan daha sonra, “MGK’mız ne yaparsa mükemmelini yapar” açıklamasında bulunur. (Akpınar, 2001).
         13 Aralık günü Sabah gazetesinde “Ordu rahatsız” haberi yayınlanır. “Askeri çevrelere” dayanarak verilen haberde, “şeriatçı subayların atılmasına İslamcı basın ve bazı Refahlıların tepkisi orduda öfkeyle karşılandı” diye yazar. İzleyen günlerde de RP’nin, Genelkurmay’ın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması ve YAŞ kararlarının yargı denetimine açılması yönündeki yasa değişikliği önerileri tartışmaların odağını oluşturur (Sabah, 17 Aralık 1996).
         Başbakan ve RP lideri Erbakan ise “birdenbire” YAŞ kararlarını savunmaya başlar (Arcayürek, 2003b). “Bazı çevreler halk ile ordumuzun arasını açmak, karşı karşıya getirmek istiyorlar. Bu yanlış bir davranıştır. Kahraman ordumuzdan, inancından dolayı kimse atılmamıştır” diye konuşan Erbakan, şunları söyler: (Arcayürek, 2003b)
         “Bir kısım çevrelerin, kahraman ordumuzun sanki dinine bağlı insanlara karşı bir karşıtlığı varmış gibi göstermeye kalkmaları fevkalade yanlıştır. Ordumuz peygamber ocağıdır. Her biri ayrı ayrı dinine bağlı insanlardır. Bu, halk ile orduyu karşı karşıya getirmek isteyen tefsirler ve davranışlar yanlıştır”
         Bu arada Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın yemeğine katılan Kara Kuvvetleri Komutanı Hikmet Köksal, irticai faaliyetlerden yakınarak “DYP’nin RP’den farkı olmadığı” görüşünü dile getirir (Arcayürek, 2003b).
İran Cumhurbaşkanı’nın Türkiye Ziyareti
         Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattından Irak petrolünün Türkiye üzerinden ihracına 16 Aralık günü “Besmele çekerek” başlanır (Hürriyet, 17 Aralık 1996). Milli Gazete’nin aynı gün “bayram havası” içinde geçtiğini ifade etiği törenle, “altı yıllık haksız ambargoya besmeleyle” son verilmiştir.
         “Dış gezilerinin meyvelerini almak üzere” Erbakan, İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani’nin ziyaretini beklerken ordunun ve ABD’nin sert tepkisi ile karşılaşır. Akpınar’ın (2001) aktardığına göre İsrail ile imzalanan Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşmasını “içine sindiremeyen” RP, İran ile böyle bir anlaşmanın hazırlığı içine girer. İran’la ortak helikopter üretileceği açıklanır (Hürriyet, 20 Aralık 1996). Bu arada ABD Ankara Büyükelçisi, Dışişleri Bakanlığı’na giderek sözlü bir nota verir (Hürriyet, 20 Aralık 1996). ABD’nin böyle bir anlaşmaya kesinlikle karşı çıkacağını ve İran’ın terörist ülkeler listesinde olduğunu söyler. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü de benzer bir açıklama ile hükümeti uyarır. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı ise, İran’ın PKK’ya maddi ve manevi destek sağladığını vurgular.
         Rafsancani, 19 Aralık günü Türkiye’de temaslarına başlar. Ancak, geleneklere aykırı biçimde Anıtkabir’i ziyarete gitmez (Akpınar, 2001). Cumhurbaşkanı Demirel’in konuk Cumhurbaşkanı onuruna verdiği akşam yemeğine, İran heyetinin isteği üzerine kadınlar alınmaz. Ancak Çiller, “Ben Dışişleri Bakanıyım” diyerek yemeğe tek bayan olarak katılır ve heyettekilerle el sıkışmayarak herkes gibi meyve suyu içer. Ankara’dan ayrılmadan önce düzenlediği basın toplantısında İranlı bir gazeteci “Ankara sokaklarında İslam’a bir dönüş gözledik. Türkiye’de İslam’ın geleceğini nasıl görüyorsunuz?” diye sorunca, Rafsancani şu yanıtı verir: “Doğrudur. Bizce de Türkiye’de İslam’a dönüş hareketi başlamıştır. Bu Türkiye’de ciddi bir meseledir ve başlamıştır. Türkiye’nin güneyinde İslami hareketi çok ciddi ve güçlü gördüm. Ülke halkının yüzde 98’i Müslüman ve bu, İslam ülkeleri arasında azdır” (Akpınar, 2001).
MGK’nın “Laiklik” Açıklaması
         Komutanların, hükümeti istemediklerine ilişkin önemli bir açıklama, Hürriyet Gazetesi’nde 20 Aralık 1996 günü gazetenin yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün kaleminden yayınlanır. “Üst düzey komutanlardan biri”, “Askerler huzursuz. Silahlı Kuvvetler bir darbe hazırlığı içinde mi?” sorusuna “Bu defa işi Silahsız Kuvvetler halletsin” yanıtını vermektedir. Artık askerler, hükümetin demokratik kitle örgütlerinin baskısıyla demokratik yollardan gitmesini isteklerini sesli bir biçimde dile getirmektedir.
         Askerlerin çağrısına silahsız kuvvetlerin yanıtı izleyen günlerde gelir. 22 Aralık günü Cumhurbaşkanı Demirel, “gündemdeki sıcak konularla ilgili olarak” liderleri Köşk’e davet eder (Arcayürek, 2003b). Susurluk Skandalı ile ilgili gelişmelerin gündeme geldiği toplantı beş saat sürer ama “somut bir sonuç” çıkmaz (Hürriyet , 23 Aralık 1996). İzleyen günlerde de skandalla ilgili gelişme ve iddialar yine gündemin en önemli konusudur. 30 Aralık günü gazeteler (Sabah, Hürriyet) zirvenin zabıtlarını manşetten yayınlar. Milli Gazete (10 Ocak 1997) daha sonra zabıtların “bu işi Erbakan’ın çözeceği gerçeğini ortaya çıkardığını” yazar.
         Dört gün sonra gerçekleştirilen MGK toplantısında ise ilk kez “laiklik” sözcüğüne yer verilen bir basın açıklaması yapılır. MGK Genel Sekreterliği’nce Anadolu Ajansı’na verilen açıklamada toplantıda görüşülen konular ile ilgili olarak şöyle denir:
         “Toplantıda, ülke genelindeki güvenlik ve asayiş durumu ile bunu etkileyen iç ve dış gelişmeler gözden geçirilmiş ve değerlendirilmiş, bu değerlendirmeler ışığında Anayasa ile belirlenmiş demokratik, laik, hukuk devleti esasları çerçevesinde ülkemizin iç ve dış güvenliğinin sağlanması ve idamesi konusunda alınan tedbirlerin kesintisiz olarak sürdürülmesi kararlaştırılmış, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin mevcut bütün meselelerini çözecek güçte olduğu vurgulanmıştır.”
Batı Çalışma Grubu
         Her ne kadar Aralık ayındaki toplantıda komutanlar irtica konusunun gündeme alınmasını bekleseler de konunun gündeme gelmemesi üzerine kendi aralarında toplanarak bir durum değerlendirmesinde bulunurlar. Somut bir eylem planı üzerinde anlaşan komutanlar, bu planı harekete geçirmek üzere, İba’nın (1999) iddiasına göre, Batı Çalışma Grubu’nun (BÇG) kurulmasına karar verirler. Ancak BÇG’nin kesin kuruluş tarihi tartışmalıdır. Emekli Korgeneral Nevzat Bölügiray’ın (1999) aktardığına göre BÇG, 28 Şubat Kararları sonrasında bu kararlara dayanılarak kurulmuştur. İba (1999) ise komutanların 28 Şubat toplantısına BÇG’nin hazırladığı raporlarla girdiklerini ileri sürer.
         İba’ya (1999) göre BÇG adını, çağdaşlığın simgesi olan “Batı” sözcüğünden almıştır. Genelkurmay Başkanı Karadayı’nın emri ile kurulan ve başında bir Tümgeneral’in bulunduğu BÇG bünyesinde inceleme, araştırma ve değerlendirme birimleri oluşturulmuştur. Bu birimler arasında hukuk ve psikolojik harekat gibi birimlerinin de bulunduğu Bölügiray (1999) tarafından belirtilir. İstihbarat faaliyetleri çerçevesinde hazırlanan raporlar komutanların bilgisine sunulmuş ve komutanlar bu raporlarla MGK toplantılarına ve brifinglere katılmışlardır. İrtica ile savaşımda TSK’nın aldığı önemler zincirinin en önemli halkasını oluşturan BÇG’nin hedefi, Genelkurmay Başkanlığı’nın açıklamasına göre “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel nitelikleri olan ve Anayasa’da yerini bulan Atatürk ilke ve inkılaplarıyla, sosyal hukuk devletine karşı her türlü faaliyeti takip ve kontrol etmek, brifinglerle kamuoyunu bilgilendirmek (Bölügiray, 1999)” diye tanımlanmaktadır. Ancak bu kurumun darbe hazırlığı içinde bulunduğu, demokrasi ve hukuk dışı bir kurum olduğu gibi eleştiriler daha sonra gündemde yerini almıştır.
İlk Brifing
         1996 yılının son ve yeni yılın ilk günlerinde ülke gündemine Aczimendi lideri Müslüm Gündüz, imam nikahlı eşi Fadime Şahin ve Ali Kalkancı’nın ilişkileri damgasını vurur (Hürriyet, 29 Aralık 1996, 6 Ocak 1997, 10 Ocak 1997). Şahin, Gündüz ve Kalkancı hakkında “Tekke ve Zaviyeler Yasası’na muhalefet”, “hile, tehdit, baskı ve kandırma yoluyla ırza geçmek” ve “evlenme akti olmaksızın dini nikah yapmak” suçlarından suç duyurusunda bulunur.
         Aynı günlerde Milli Gazete’nin (3 Ocak 1997) gündeminde ise, “D-8 için tarihi adım” sayılan sekiz İslam ülkesinin dışişleri bakanlarının İstanbul’daki toplantısı vardır. Gazete, toplantı için “yeni bir dünya kuruluyor” yorumunda bulunur (6 Ocak 1997). Diğer gazetelerin gündeminde ise demokratik kitle örgütlerinin düzenlediği “Türkiye’ye Sahip Çık, Demokratikleşme İçin Mücadele Et” mitingi vardır.
         Ankara Kızılay Meydanı’nda 5 Ocak günü gerçekleştirilen mitinge katılan 200 bin kişi, hükümet ve irtica karşıtı sloganlar atar. TÜRK-İŞ Başkanı Bayram Meral yaptığı konuşmada, “Türkiye’nin bir taşını bile kimse oynatamaz. Mollalar laik sistemi asla değiştiremez. Bu çağdaş ülkenin güvencesi bizleriz” diye konuşur (Hürriyet, 6 Ocak 1997).
         Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi çalışmalarını düzenleyen yönetmelik 9 Ocak günü Resmi Gazete’de yayınlanır (Akel, 1998; İba, 1999). Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı, Bakanlıklar, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği, kamu kurum ve kuruluşları ile ilgili özel kuruluşları kapsayan yönetmelikte kriz hali, “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü ile milli hedef ve menfaatlere yönelik hasmane tutum ve davranışların, Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya hak ve hürriyetlerini ortadan kaldırmaya yönelik şiddet hareketlerinin, tabi afetlerin, tehlikeli ve salgın hastalıkların, büyük yangınların, radyasyon veya hava kirliliği gibi önemli nitelikteki kimyasal ve teknolojik olayların, ağır ekonomik bunalımların ve iltica ve büyük nüfus hareketlerinin ayrı ayrı veya birlikte vuku bulduğu halleri” biçiminde tanımlanır.([15]) Daha sonra (3 Mart 1997) bu yönetmeliğe göre MGK bünyesinde Kriz Yönetim Birimi kurulur. Böylelikle MGK, kriz yönetimi ve çözümü konusunda yetkilendirilmiştir (İba, 1999).
         Yeni yılın ilk günlerinde, 7 Ocak 1997’de DYP’den istifalar sonrasında liderliğini Hüsamettin Cindoruk’un yaptığı Demokrat Türkiye Partisi (DTP) kurulur (Hürriyet, 8 Ocak 1997). Bu parti daha sonra REFAHYOL’un ardından kurulacak yeni hükümetin de ortağı olacaktır.
         Bu arada Adalet Bakanı Şevket Kazan, Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun hazırladığı Susurluk Raporu’nu açıklar (Milli Gazete, 11 Ocak 1997). Raporda altı ayrı konuda haklarında soruşturma açılması istenen 35 kişi arasında İçişleri eski Bakanı Mehmet Ağar, DYP’li milletvekili Sedat Bucak, İstanbul eski emniyet müdürleri Kemal Yazıcıoğlu ve Necdet Menzir’in adları yer alır.
         Gelişmeler üzerine Genelkurmay Başkanlığı, “ilk kez”, 11 Ocak günü Cumhurbaşkanı’nı davet ederek kendisine irtica tehdidini konu alan bir brifing sunar (İba, 1999). Bu brifingin bir başka ilk olma özelliği daha vardır. Sunulan rapor; İba’ya (1999) göre, BÇG’nin hazırladığı ilk rapordur ([16]).
         Brifingde, RP’nin iktidarı ile gündeme gelen aşırı dinci akımlar, şeriatçı kadrolaşma ve silahlanma konularına dikkatler çekilir (İba, 1999). Türban yasağının okullarda ve resmi dairelerde kaldırılması, Taksim meydanına cami yapılması gibi tartışmalar da gündemin diğer başlıklarıdır (Donat, 1999). Öte yandan Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak daha sonra; emekli olduktan sonra, yaptığı bir açıklamada 28 Şubat sürecinin başlangıç tarihini de bu brifing olduğunu ifade eder (Cevizoğlu, 2001b).
         Brifingde komutanlar Demirel’e, “İrticai faaliyetler bölücülükle eşit ve birinci derecede öncelikli iç tehdit haline gelmiştir. Genelkurmay tehdit önceliklerinde bu değişikliğe göre gerekli iç düzenlemelerini başlatacaktır” diyerek, Milli Askeri Stratejik Konsept’te (MASK) tanımlanan “iç tehdit” tanımının değiştirilmesi gerektiğine işaret ederler (İba, 1999). “Genelkurmay’ın irtica tehdidinin etkisiz kılınması için hazırlıklara başlayacağı” sözlerinin ardından ise Demirel, “Söylediğiniz şeylerin bazıları doğru olmayabilir. Bunları tahkik etmem gerekir. Doğru olan bölümleri üzerinde muamele yapacağım” diye konuşur (Ergin, 1997; Hürriyet, 25 Ağustos 1997).
“Bardağı Taşıran” Olay
         Demirel’in komutanlardan brifing aldığı gün olan 11 Ocak günü, Cumhuriyet tarihinin bir başka ilkini gerçekleştiren Erbakan, 51 tarikat ve cemaat liderine Başbakanlık Konutu’nun kapılarını açar (Hürriyet, 13 Ocak 1997). Devlet Kanunları’na inat, sarıklı, cübbeli, asalı, sakallı laiklik karşıtı cephe iftar yemeğinde bir araya gelir. Olay, siyaset sahnesinde ve kamuoyunda büyük yankı yaratır (Akpınar, 2001; Hürriyet, 13 Ocak 1997). Daha sonra Ergin (1997), bu olayın “bardağı taşıran son nokta” olduğunu ve “askerin sabır çizgisini geçmelerine” yol açtığını ifade eder.
         Susurluk skandalının gündemde ilk yeri tuttuğu günlerde bir başka “bomba haber”, “Cinci hoca”nın eşi Emire Kalkancı’nın yaşadıklarını anlatan açıklamalarıdır (Hürriyet, 19 Ocak 1997, 20 Ocak 1997). Başbakan Erbakan ise, “Ayşe, Fatma bahane” diyerek, “Bir kısım medya ve rantiyenin rahatsızlığının altında yatan gerçeğin para musluklarının kesilmesi olduğunu” söyler (Milli Gazete, 22 Ocak 1997).
Gölcük Toplantısı
         Bir askeri tatbikat nedeniyle 23 Ocak’ta Gölcük’te bir araya gelen komutanlar, durum değerlendirmesi yaparak hükümeti “yasal ortamlar içinde” uyarma kararı alırlar (İba, 1999). Genelkurmay Başkanı Karadayı ve kuvvet komutanlarının da bulunduğu iki oramiral, 12 generalin katıldığı “zirve” üç gün sürer (Hürriyet, 25 Ocak 1997). Gölcük’teki toplantı daha sonra Özkasnak’ın ifade ettiği biçimde 28 Şubat Kararları’nın “çıkış noktası”, “orjini” ya da “merkezi” sayılır (Cevizoğlu, 2001b). Toplantının ardından ertesi gün Genelkurmay Başkanlığı, TÜSİAD’ın “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri” başlıklı, sistemin yeniden yapılandırılması için radikal önerileri içeren, Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması ve MGK’nın kaldırılmasının önerilerinin bulunduğu raporuna karşı sert bir tepki gösterir (İba, 1999).
         Bu arada “Emniyet Müdürleri Kararnamesi” hükümet ortakları arasında “restleşmeye” neden olur (Hürriyet, 22 Ocak 1997). Başbakan Erbakan, ortağı DYP’ye “karayoluyla hac”, “müftüler kararnamesi” ve “türban yasağının kalkması” konusunda ödün vermeyeceklerini açıklar (Hürriyet, 26 Ocak 1997, 28 Ocak 1997). RP’li Devlet Bakanı Lütfi Esengün, “Bugün İmam Hatip Liseleri’ne destek veren bir zihniyet iktidardadır. Bunun için iktidar olduk” diye konuşur (Hürriyet, 27 Ocak 1997). Erbakan ise “Taksim’e de cami ile İstanbul’un fethi tamamlanacak” diye bir başka tartışmalı konuyu gündeme taşımaktadır (Hürriyet, 27 Ocak 1997).
         MGK’nın ocak ayı toplantısında ise bir kez daha irtica konusu dile getirilir. İlk kez Ağustos ayında gerçekleştirilen MGK toplantısında irtica konusunun MGK gündemine alınmasını isteyen Oramiral Erkaya, 27 Ocak 1997 günü yapılan toplantıda da konuyu gündeme taşımak ister. Erkaya bu kez şöyle konuşur: (İba, 1999; Bölügiray, 1999)
         “Bir partinin temsilcileri açıkça şeriat devletini savunmaktadırlar. Bunun bugün yönetimde olan bir partinin temsilcileri tarafından yapılmasını laik cumhuriyet açısından fevkalade tehlikeli buluyorum.... Eğer ülkeyi yönetenler irticayı bir tehlike olarak görmezlerse… Başbakan, bakanlar, milletvekilleri, belediye başkanları sabah akşam dini siyasete alet eder ve şeriat devletini tartışırlarsa… Laik Cumhuriyet, temellerinden sarsılmaya başlar.”
         Oramiral, “Aşırı dinci akımlar bugün, PKK tehdidinden daha büyük bir tehlike haline gelmiştir. PKK tehdidi ikinci plana düşmüştür” beyanında bulunarak  konunun MGK gündemine alınması önerisini tekrar eder. Diğer komutanların da bu yönde görüş bildirmesi üzerine Demirel, konunun şubat ayındaki toplantısında gündeme alınmasına şu sözlerle karar verir: (Ergin, 1997; Hürriyet, 23 Ağustos 1997)
         “Bu kurula gelen herkesin iki şapkası vardır, askerlerin de… Birincisi komutan şapkası, ikincisi ise MGK üyesi şapkası. Komutanların ikinci şapkalarını taşıyarak irtica konusundaki görüşlerini bu forumda anlatmaları anayasal bir haklarıdır. Ancak kimsenin bu aşamada hazır olduğunu zannetmiyorum. Bu konuda kapsamlı bir hazırlık yapılması gerekir. Önümüzdeki ay konuyu tartışalım.”
         Donat (1999) ise toplantıda ayrıca Başbakan Yardımcısı ve DYP lideri Çiller’in, “siyaset dinin hizmetindedir” sözlerinin de sert yanıt bulduğunu ifade eder.
         30 Ocak günü MGK Genel Sekreteri İlhan Kılıç, Çankaya Köşkü’ne çıkarak bir sonraki toplantı gündemi için Taksim’e cami, türban, Ramazan ayı için mesai saatlerinin değişmesi, kurban derileri ve karadan hacca gidilmesi konularındaki hassasiyeti dile getirir. Sendikalar, esnaf birlikleri, odalar, dernekler, Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonu da yaptıkları açıklamalarla aynı konudaki görüşlerini kamuoyuna ilan ederler. Eylemin adı, “Konuşan Türkiye”dir (Donat, 1999).
         Ergin’in (1997; Hürriyet, 28 Ağustos 1997) aktardığına göre, gelişmelerden endişe duyan Yalım Erez’in darbe konusunda Çiller’i uyardığı gün takvimler 1 Şubat’ı göstermektedir. Marmaris’teki ağaç dikme töreni sonrasında Çiller ile bir araya gelen Erez, “İhtilali boz. İhtilal olursa bundan en çok zararı gören ülke, ordu ve sen olursun” diye konuşur. Çiller ise arkadaşını sakinleştirmeye çalışarak, “Merak etme. Ben Amerika ile konuştum. Endişeye gerek yok. Bu devirde ihtilal olmaz” yanıtını verir.
         Cumhuriyet tarihinde bir ilke daha şubat ayının ilk günleri ile imza atılır. Susurluk kazasının yarattığı tartışma ortamının bir uzantısı olarak, dünyada başka bir örneği bulunmayan “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık Eylemi” Şubat ayının ilk günü başlar (Hürriyet, 3 Şubat 1997). Geniş yankılar bulan, saat 21:00’da ışıkların bir dakika söndürülmesi biçimindeki eylem, toplumun ve siyasetin kirletilmesine, Atatürk devrimlerine ihanete ve şeriat özlemciliğine karşı bir tepki niteliği kazanır. Eyleme katılımın boyutu toplumun gelişmelerden duyduğu rahatsızlığın eyleme dönük önemli bir göstergesidir.
         Bu arada Bartın Adliyesi Yazı İşleri Müdürü Abdurrahman Güzelgün’ün memurların mesai saatlerinin Ramazan’a göre düzenlenmesini öngören Bakanlar Kurulu karanının iptali istemiyle Danıştay’da açtığı dava, 28 Ocak’ta “yürütmenin durdurulması” kararıyla sonuçlanmıştır (Akel, 1998; Hürriyet, 2 Şubat 1997).
Kudüs Gecesi ve “Balans Ayarı”
         İran İslam Devrimi’nin lideri Ayetullah Humeyni’nin işgal altındaki Kudüs’ü anmak için başlattığı gelenek Türkiye’de Sincan’ın RP’li Belediye Başkanı Bekir Yıldız tarafından 30 Ocak günü sahneye konur. İddialara göre bu gelenek başlatılalı yıllar olmuştur ama görüntüleri ilk kez kamuoyuna yansımıştır. Başkent Ankara’nın Sincan İlçesi’nin meydanındaki Atatürk büstünün tam karşısına, Küdüs’teki Mescid’i Aksa çadırının bir benzeri kurularak içinde düzenlenen “Kudüs Gecesi”nin konuğu, İran Büyükelçisi Muhammed Rıza Begheri’dir. Radikal İslamcı Hamas ve Hizbullah örgütlerinin destek verdiği gecede RP’li gençler, Filistinlilerin, İsrail askerlerine karşı başlattıkları “intifada” mücadelesini canlandırırlar. Oyun sloganlar ve tekbir sesleri ile devam eder. (Akpınar, 2001; İba, 1999)
         Belediye Başkanı Yıldız, kürsüde yaptığı konuşmada “Yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkenin zaten şeriatı tanıdığını” söyleyerek resmi ideolojiye meydan okur (Akpınar, 2001). “Biz elbette ki, sancağımızın mücadelesini vereceğiz. Biz, kimliğimizi Kur’an’dan almak mecburiyetindeyiz. Bizim üzerimize düşen, Allah rızası için söylediklerimizle yaşadıklarımızın birbirine uyması. Bu konuda büyük eksiklikler var” diyen Yıldız, Başbakanlık’ın kapılarının tarikat liderlerine açılmasını överek, bunu eleştirenlere şu yanıtı verir: “Bunlar zannediyorum, son çırpınışları olsa gerek… Şeriatı bir ilaç gibi şırınga edeceğiz”. ([17])
         Gecede, İran Büyükelçisi’nin diplomatik teamülleri aşan konuşması da şeriat çağrısı niteliğindedir. İsrail’le imzalanan askeri işbirliği anlaşmasını eleştirerek “inşallah gençlerimiz her yerde ayaktalar. İnşallah Allah’ın cezasını er geç Amerika, İsrail ile her gün anlaşma imzalayanlara verecekler” diyen Büyükelçi, Hamas ve Hizbullah’ı desteklediklerini de belirttikten sonra şunları söyler: (Akpınar, 2001)
         “Fundementalist, Hizbullahi şeriatçı insanlar en akil, en çağdaş, en mümin insanlardır. Allah onlara müjde vermiş, zafere ulaşacaklardır. Allahımız, inşallah başka zaferleri de Müslümanlara verecektir. Zafer Müslümanların olacaktır. İnşallah, güzel ve yeni ufuklarınızı önünüzde göreceksiniz.”
         Olayların ve konuşmaların kamuoyuna yansımasını sert tepkiler izler. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı ile DGM Başsavcılığı “Kudüs Gecesi” ve geceyi düzenleyenler hakkında soruşturma başlatır. Polis, ilçede yoğun güvenlik önlemleri alır. CHP’nin Sincan İlçe Örgütü yaşananları protesto etmek için şeriat karşıtı sloganların atıldığı bir gösteri düzenler. Gösterinin sonunda bir grup, gazetecilere “komünistler” diye saldırır. Gazeteciler yumruklanır, kameralar kırılır (Akpınar, 2001). Olayları görüntülemek isteyen İnterstar’ın muhabiri Işın Gürel’e Sincan Belediye Başkanı’nın özel koruması Recep Gülmez tarafından atılan yumruk gündemin bir başka konusu haline gelir ([18]).
         Milli Savunma Bakanı Turhan Tayan yaşananları, “Tüyler ürpertici” sözleriyle tanımlar. Çiller ise, “Hepimizin rahatsız olduğu şeyler varsa, ki bu olabilir, memleketin yasaları vardır, hukuk kurulları, savcısı, hakimi vardır. Onun kuruları vardır. Herkes ve her şey işbaşında gereğini yapar” değerlendirmesinde bulunur. Kudüs Gecesi’nin davetlisi İran Büyükelçisi’ne, Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı sert bir nota verir (Akpınar, 2001).
         Bu işlerin olduğu sırada Başbakan Erbakan, türban konusu ile meşguldür. Kamuoyunun tepkilerine ve DYP’deki kimi bakanların “İmza koymayız” direnişine karşın Erbakan, “üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakan kararnameyi”, Bakanlar Kurulu’nda imzaya açar. (Akel, 1998).
         Genelkurmay Başkanlığı’nda 3 Şubat günü kuvvet komutanlarının katıldığı toplantıyı, ertesi gün tankların Sincan’da yürümesi izler (Akpınar, 2001). Sabahın ilk saatlerinde Sincan’ın birkaç kilometre dışındaki Etimesgut Zırhlı Birlikler ve Tümen Komutanlığı’ndan hareket eden 15 tank ve 20 kariyer, tam teçhizatlı bir bölük piyade eşliğinde Sincan’dan geçerek 10 kilometre ilerideki Yenikent Akıncı Dördüncü Ana Jet Üssü’nün tatbikat alanına gider ([19]). İki tank ise “arızalandığı için” olayların yaşandığı Sincan Meydanı’nda akşam saatlerine kadar bekler. Akşam saatlerinde ise tanklar birliklerine geri döner. Ergin’e (1997; Hürriyet, 25 Ağustos 1997) göre bu eylem, komutanların aldığı karar doğrultusunda Fırtına Harekatı’nın “Başla Emri” için uygun bir hedef olmuştur.
         Tankların geçit yaptığı gün İçişleri Bakanı Meral Akşener, Belediye Başkanı Bekir Yıldız’ı, “soruşturmanın selameti açısından” görevden alır (Hürriyet, 5 Şubat 1997). Yıldız, ertesi gün savcılığa giderek teslim olur (Hürriyet, 6 Şubat 1997).
         Tankların meydanda bekletilmesi; Akpınar’a (2001) göre, rejim karşıtlarına karşı açık bir gözdağıdır. Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir, sonraki günlerde bu olaya açıklık getirerek, 21 Şubat günü Washington’da Türk-Amerikan Konseyi toplantısında “Demokrasiye balans yaptık” yorumunda bulunur (Akpınar, 2001; Akel, 1998). Daha sonra DYP Grup toplantısında konuşan Kilis Milletvekili ve Genelkurmay eski Başkanı Doğan Güreş de, “Tankların Sincan’daki Atatürk Anıtı’nın önünden geçmesi bir tesadüf değildir. Tankların geçişi, askerin rahatsızlığını gidermek için bir sübap işlevi görmüştür” diye yorumda bulunur (Akpınar, 2001).
         Darbe söylentilerinin gündemde yer almasıyla birlikte gazetelerde Demirel’in Erbakan’a gönderdiği Anayasa’nın temel ilkelerini ve devrim kanunların hatırlatan mektubu konuşulmaya başlanır (Akpınar, 2001). Demokratik kitle örgütlerinin temsilcileri TBMM’ye giderek “hükümetin bir an önce işbaşından uzaklaştırılması ve siyasal atmosferin olağanlaştırılması” önerisinde bulunur (Akpınar, 2001).
Karşılıklı Mesajlar
         Olaylar üzerine İstanbul’da bir araya gelen yedi üniversite rektörü ve 1000’i aşkın öğretim üyesi “Ne şeriat, ne darbe istiyoruz” mesajı verir (Hürriyet, 7 Şubat 1997). Başbakan Erbakan ise “Ordu, köşk, hükümet ilişkilerinde uyum içinde oldukları” görüşünü tekrar etmektedir (Milli Gazete, 3 Şubat 1997). Milli Gazete gelişmeler üzerine, olayları CHP’nin ve medyanın körüklediğini ifade ederek, “ağır tahrik” yorumunda bulunur  (5 Şubat 1997). Ramazan Bayramı nedeniyle yayınlanan mesajında ise Genelkurmay Başkanlığı, “ilginç” diye yorumlanan şu ifadeye yer verir: “Silahlı kuvvetlerimiz, her türlü görevi yapacak azim ve kararlılığa sahiptir” (Hürriyet, 10 Şubat 1997). Ertesi gün RP Genel Sekreteri Oğuzhan Asiltürk “Bizim en büyük silahımız imanımız” sözleriyle Milli Gazete’ye manşet olur (11 Şubat 1997).
         Hükümet üyelerinin “suni gündem” diye nitelediği (Milli Gazete, 12 Şubat 1997) tartışmalar giderek sertleşmeye başlar. RP’lilerin “ödün vermeyeceklerini açıkladıkları” konular büyük tepki çeker. Erbakan’ın Sincan olaylarına yorumu ise zihinlerden silinmez. “Böyle yamyam dansının, glu glu dansının kimseye faydası olmaz” diye konuşan Erbakan, şunları söyler: “Mesele laiklik değil, laikliği din düşmanlığı olarak kullanmak isteyenlerin rahatsızlığıdır. Bunları yapmak isteyenler de bir avuçtur. Onlar da fosil olmuştur” (Akpınar, 2001). Öte yandan DYP lideri Çiller, başörtüsü, kurban derisi, karayolu ile hac, Taksim’e Cami konularında partililerine konuşma yasağı koyar. Sanayi ve Ticaret Bakanı Yalım Erez buna, “isterseniz görevden alırsınız” diye tepki gösterir (Akel, 1998).
         ANAP lideri Yılmaz ise Türkiye’nin önünde büyük bir tehlikenin söz konusu olduğunu söyleyerek, “RP’nin tabanı militanlaşıyor, hatta silahlanıyor” açıklamasında bulunur (Hürriyet, 11 Şubat 1997). Ülkedeki silahlı vatandaş sayısı, TSK’daki asker sayısını geçmiştir. İçişleri Bakanı’nın açıklamasına göre ülkede 68 bin 22 silah ruhsatı verilmiştir (Akel, 1998).
         Ancak giderek tırmanan gerginliğe her geçen gün bir yenisi eklenir. İran İstanbul Başkonsolosu Muhammed Rıza Raşit, Ulusal Basın Ajansı’na yaptığı açıklamada “İslam’ın yayılmasını kimse engelleyemez. Laikler Türk halkı da, Kudüs gecesinde salonu dolduranlar Türk halkı değil mi?” diye konuşur. Bu sözlerin ardından Genelkurmay, Dışişleri Bakanlığı’na baskı yaparak, Bagheri’nin “istenmeyen adam” ilan edilerek, “sınır dışı edilmesi” isteğini bildirir. Büyükelçi, Başkonsolos ile birlikte Tahran’a döner (Akpınar, 2001).
Silahsız Kuvvetlerin Harekete Geçirilmesi
         Bu arada Ocak ayında Cumhurbaşkanı’na verilen brifingin ardından, Genelkurmay Başkanlığı demokratik kitle örgütleri ile temasa geçmiştir. Üç General, Ankara Ticaret Odası Başkanı Ahmet Çavuşoğlu’nun makamında, Atatürkçü Düşünce Derneği temsilcilerinin de yer aldığı salonda sendikacılarla bir toplantı yapar. Genelkurmay Başkanı, 6 Şubat günü Anayasa Mahkemesi Başkanı’nı ziyaret eder. Görüşmede, “Meselenin TBMM zemininde ve sivil destekle çözümlenmesi üzerinde durulduğu” açıklanır (Akpınar, 2001).
         Ramazan Bayramı nedeniyle 9 Şubat günü araya giren tatil, gündemin yumuşamasına zemin hazırlamaz. Antalya’ya tatile giden Erbakan, partililerle yaptığı konuşmada “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık Eylemi”ni eleştirerek şunları söyler: (Akpınar, 2001)
         “Bazı parazitlerin üzerinde durmak istiyorum ve onlara sesleniyorum: Kendinize gelin, demokrasiyi içinize sindirin. Haseti bırakıp, gıptaya dönün. Türkiye bu kadar mükemmel bir şekilde gelişirken, fesatlar ‘ışıkları söndürelim’ demişler. Hasetten çatlarsan, sonunda elektriği sökersin.”
         Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın aynı eylem için kullandığı, “Muhalefet çocukça şeylerle uğraşıyor. Elektrikleri söndürerek mum söndü oynuyorlar. Elektrik anahtarlarını kapatmakla Türkiye temizlenmez” sözleri, Alevi cemaatinin tepkilerini çeker. Kazan, gösterilerle protesto edilirken, hakkında suç duyurusunda bulunulur. Kendini savunmak isteyen Kazan, 12 Şubat’ta Alevileri daha da kızdıran şu açıklamayı yapar: “Benim mum söndürme lafımı getirip, Alevilerin ananesinde olan bir şeye bağlıyorlar” (Akpınar, 2001).
         Ancak hükümetin “dalga geçtiği” ya da “eleştirdiği” eyleme, askeri lojmanlardan geniş bir katılım vardır. Ordunun eyleme desteği, aslında Susurluk Skandalı sonrasında çetelere karşı başlatılan kampanyanın irtica tehdidine karşı bir eylem haline dönüşmesini de gündeme getirmiştir (İba, 1999).
         Bayramın ardından gözaltı süresi biten Sincan’ın RP’li Belediye Başkanı Bekir Yıldız ile birlikte Kudüs Gecesi’nin düzenlenmesinde görev alan Selam gazetesi yazarı Nurettin Şirin’in de aralarında bulunduğu 10 kişi Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından tutuklanır (Hürriyet, 14 Şubat 1997). Türk Ceza Kanunu’nun, “Yasadışı silahlı çeteye yardım ve yataklık” fiilini düzenleyen 169’uncu ve “Halkı kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek” hükmünü içeren 312’nci maddeye dayanarak tutuklananlar, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’ne tekbirlerle uğurlanır (Akpınar, 2001).
         Sincan’daki gelişmelerden sonra ilk kez 14 Şubat günü bir araya gelen komutanlar, Sincan gösterisinin toplumda “kıpırdanma” yaratması bakımından olumlu bir gelişme olduğuna dikkati çekerler (İba, 1999). Ertesi gün ise bu “kıpırdanma” büyük bir gösteriye dönüşür. Ankara’da yaklaşık 20 bin kadın CHP’nin ve demokratik kitle örgütlerinin düzenlediği “Şeriata Karşı Kadın Yürüyüşü”ne katılır. “Türkiye laiktir, laik kalacak”, “Ne şeriatın sesi, ne tank sesi” gibi sloganlarının atıldığı eyleme çok sayıda subay eşinin katılması dikkatleri çeker (Akpınar, 2001; Hürriyet, 16 Şubat 1997). RP Genel Sekreteri Asiltürk ise yürüyüşü eleştirerek, “halkın inancına karşı yürünmez” diye konuşur (Milli Gazete, 16 Şubat 1997).
         Aynı gün Adalet Bakanı Şevket Kazan ise Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’ne gider ve Sincan’ın tutuklu Belediye Başkanı’nı ziyaret ederek, kendi deyimiyle “geçmiş olsun” dileklerini iletir. Kazan’ın bu ziyareti tepki çeker. Hürriyet gazetesi (17 Şubat 1997) olayı, “Bakan değil, militan” eleştirisiyle manşetine taşır. Milli Gazete (18 Şubat 1997) ise bu yorum için Kazan’ın “şahsi görüşme yaptım” sözlerine atıfta bulunarak “malum medyanın Kazan’a komplo kurmakla meşgul olduğu” yorumuyla, “medya değil iftira makinesi” karşılığını verir.
         MGK’nın “Terörle Mücadele, Sorunlar ve Çözüm Önerileri” başlıklı raporu, 16 Şubat günü hükümete sunulur. Raporda, milletvekili dokunulmazlıklarının sınırlandırılması, Kürt nüfusunun giderek Türk nüfusunu geçme tehlikesine karşı Kürt nüfusunun sınırlandırılması, pompalı tüfeklerin yasaklanması, silah ruhsatı ve silah kaçakçılığı gibi konular konularda öneriler sıralanır (İba, 1999).
         Adalet Bakanı Şevket Kazan’a önemli bir tepki bu arada hükümet ortağı Devlet Bakanı Işılay Saygın’dan gelir. Saygın, Medeni Kanun’un Kabulü’nün 71. yıldönümü dolayısıyla Adalet Bakanlığı’na yapılacak ziyareti iptal ettiğini açıklar (Akel, 1998).
         Bu arada Çiller de RP’nin son çıkışlarından rahatsız olduğunu dile getirmekte ve “başbakanı ikaz edeceğiz” diye konuşmaktadır (Hürriyet, 18 Şubat 1997).
Erbakan’ın “Başbakanlık Diyeti”
         RP’nin hükümet ortağı olmadan önce verdiği “intikam dosyaları” şubat ayında, aynı partinin oyları ile geri alınır. 18 Şubat günü TEDAŞ ve TOFAŞ oylaması, ertesi gün de mal varlığı oylaması “RP’nin tam desteğiyle” reddedilir (Hürriyet, 20 Şubat 1997). Çiller’in TEDAŞ önergesinde ihmali olmadığına inanan muhalefetin ANAP kanadı da bu oylamada “ret” oyu kullanır (Akpınar, 2001) ve ilk gün Çiller, 257’ye karşı 270 oyla Yüce Divan’a gitmekten kurtulur ([20]). Mal varlığı konusundaki oylamada da Çiller 262’ye karşı 271 oyla aklanmıştır ([21]).
         Bu arada DYP Kütahya milletvekili Mehmet Korkmaz, “aklanmaya vicdanının elvermediği” gerekçesiyle partisinden istifasını açıklar (Akel, 1998). Yorumlara göre, RP hükümet ortaklığının ve Erbakan’ın Başbakanlığı’nın diyetini öderken, DYP lideri Çiller Yüce Divan’a gitmekten kurtulmuştur (Akpınar, 2001). Oylama sonrasında Çiller, şunları söyler: “Boğazımda üç tane düğüm vardı. Bunlar konuşmama ve tavır koymama engel oluyordu. Ama şimdi bunlardan kurtuldum. Bunda sonra RP’ye taviz yok. Artık RP’nin karşısında daha dikiz, bundan kimsenin kuşkusu olmasın” (Akpınar, 2001).
         Öte yandan Sabah gazetesi şubat ayında daha 10 gün öncesinden MGK toplantısını manşetine alır. Fatih Çekirge imzalı, “En kritik MGK” başlıklı haberde, Genelkurmay Başkanı Karadayı’nın “çok önemli bir konuşma yapmasının beklendiği” yazar (Sabah, 18 Şubat 1997). Ertesi gün de gazete Erbakan’ın açıklamasını Mehmet Ali Birand’ın kaleminden manşet yapar. “Paşalara güvence” başlıklı haberde Erbakan’ın 28 Şubat’taki toplantıda “partisinin rejime yönelik bir art niyeti olmadığını anlatacağı” yazılır. İzleyen günlerde de Sabah gazetesi yazarları her gün bir başka siyasi parti lideri ile görüşür. Daha çok Fatih Çekirge ve Hasan Cemal’in yaptığı bu toplantılarda solda birlik arayışları, DYP ile ANAP arasında koalisyon tartışmaları gündeme gelir. Solda birleşmeye Ecevit, sağda birleşmeye ise Çiller karşı çıkar görülür. Çiller ve Demirel ile yapılan görüşme aynı sayfada yan yana yer bulur (24 Şubat 1997). “Çare demokraside” ortak başlığı atılan haberde, Demirel ve Çiller tarafından “rejime demokrasi dışı bir müdahalenin Türkiye’ye büyük zarar vereceğinin ifade edildiği” belirtilir. Son olarak gazetenin konuğu Başbakan Erbakan olur. 27 Şubat günü yayınlanan Erbakan görüşmesi “Hoca’nın rakamları” başlığıyla manşet yapılır. Sabah yazarları ile görüşen Erbakan’a göre Türkiye “baş döndürücü” bir yıl yaşamaktadır ve rakamlar da bunu göstermektedir. Rejim tartışmaları ve Erbakan’ın Türkiye’de “faşist laik düzen var” sözleri gazetenin diğer başlıkları arasındadır.
         24 Şubat (1997) günü Hürriyet gazetesinde yayınlanan Demirel’in gazetenin temsilcileri ile yaptığı röportajda “sokakta, bu hükümet olmasın, kim olursa olsun deniyorsa, darbe tartışılıyorsa, bu bir hiddetin eseridir” sözlerine yer verilir. Röportajda her kesime mesajlar veren Demirel, Erbakan’a “Meclis’te ettiğin yemini tut” demekte ve “şeriat istiyorum diyenlere” de “namaz kılıp orucunu tutamıyor musun? Bu ülkede 65 bin camide beş vakit ezan okunmuyor mu? Her sene 1500 yeni cami yapılmıyor mu? 85 bin cami din adamının maaşını devlet karşılamıyor mu? Sen cumhuriyete teşekkür borçlusun” karşılığını vermektedir. “Silahlı Kuvvetler bir siyasi parti değildir ve bir sivil idarenin emrindedir” diye konuşan Demirel, darbe tartışmalarına da değinerek şunları söylemektedir: “Darbe tartışmasıyla Türkiye’ye iyilik yapmıyoruz. Bakınız, darbe aslında TCK’nin 146’ncı maddesine göre cezaya mucip bir olaydır. Türkiye’nin artık gideceği tek yol var: Demokrasi”.
         Dikkatlerin MGK toplantısına yöneldiği günlerde, TBMM’nin gündeminde 25 Şubat 1997 günü muhalefetin hükümet aleyhine “cumhuriyetin temel niteliklerini hedef alan ve rejimi tehdit eden faaliyetlere göz yumdukları ve gerekli tedbirleri almadıkları iddiasıyla” verdiği gensoru önergeleri vardır. “Laiklik” tartışmalarının yaşandığı görüşme sonrasında yapılan oylamada, gensoru önergelerinin gündeme alınması 246’ya karşı 282 oyla reddedilir ([22]).
         Oylamanın ardından RP Grup Başkanvekili Oğuzhan Asiltürk (1997), “Meclis kararını vermiştir. Başörtüsü takmak laikliğe aykırı değildir” açıklamasında bulunur. Düzenlediği basın toplantısında bazılarının REFAHYOL Hükümeti’ni yıkmak için çeşitli senaryolar yaptığını ileri süren Asiltürk, Türkiye’de laikliği din karşıtlığı gibi tatbik etmenin yararı olmadığını, böyle yapılması sonucunda toplumda büyük gerginlikler yaşandığını söyleyerek, “Artık laikliğin çağdaş, ilmi tarifine uymak lazım. İsteseler de istemeseler de Türkiye’deki laiklik batıda tatbik edildiği gibi edilecek. Meclis de karar vermiştir. İnsanların inandığı gibi yaşaması engellenemez” diye konuşur. Gazetecilerin “Mesai saatinde namaz kılınır mı?” şeklindeki sorusuna ise Asiltürk şu yanıtı verir: “Memura çay saati veriliyor. Bayan memurlara bebekleri için sabah ve öğleden sonra süt izni veriliyor, kreşteki çocukları için izin veriliyor. Neden? Çünkü daha verimli çalışılması için. Bir memur da ikindi namazı kılmak istiyorsa o da kılsın. Böyle dediğimiz zaman ‘din devleti kurma özlemi’ oluyor. Oysa bu bir insan hakkıdır. Biz böyle söylediğimiz zaman glu glu dansı, tamtamlar başlıyor”.
         İşte böyle bir ortamda Çiller’in “anlaşma evliliği”nin şartlarından biri olan, üzerinde sallanan Yüce Divan kılıcından kurtulması, “özgürlük” anlamına gelirken, diğer yandan da kamuoyunun ve ordunun yarattığı hükümet üzerindeki baskılar hükümet ortağına karşı elini güçlendirir. Ancak tarih 28 Şubat 1997’yi gösterdiğinde Türkiye için artık geri dönüşü olmayan bir yola girilecektir.

         28 Şubat 1997 günü gerçekleşen Milli Güvenlik Kurulu toplantısına gelindiğinde, gündemde ülke için “birinci tehdit” olarak nitelenen irtica konusu vardır. Devletin zirvesinde konu ilk kez Ağustos ve ardından Ocak ayında yapılan toplantılarda Oramiral Erkaya tarafından dile getirilmiş ve MGK gündemine alınması isteminde bulunulmuşsa da Cumhurbaşkanı Demirel, konuyu Şubat ayının gündemine almak “zorunda” kalmıştır (Bölügiray, 1999).
         Toplantıdan bir gün önce (27 Şubat 1997), Hürriyet gazetesinin manşetinde “MGK’ya 24 saat kala… Muhtıra” başlıklı haber vardır. Habere göre Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan Erbakan’a “tarihi” bir mektup yazarak, rejim konusunda “son defa” uyarmıştır. Mektubun bir sureti de Genelkurmay Başkanlığı’na gönderilmiştir. Mektupta, “Eğer hükümet olarak bu tutumunuzda devam ederseniz, rejim tehlikeye girer. Bunun da ne sonuçlar getireceği kestirilemez. Bugün ordu, üniversite ve sokak rahatsızdır. Bu rahatsızlığı sürdürecek girişimlerden kaçının” denilmektedir. Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, “Bu mektup sivil muhtıradır” başlığıyla bir yazı yazar. Aynı gün Demirel ile görüşen Erbakan, gazetecilerin soruları üzerine “bizzat Demirel’in bu mektubu tekzip ettiğini” söyler. Erbakan (1997, 27 Şubat), “Böyle aslı astarı olmayan şeyler yazılmaz. Bunlar halkın önünde mahcup olmakta ve değer kaybetmektedir. Bunların hepsi uydurma sözlerdir. Kimse bunlara itibar etmesin. Böyle mektupmuş, yazıymış, bunlara kulak asmayın. Atılımlara, hamlelere bakın.” diye konuşur. Ancak Erbakan’ın “normal toplantılarımızdan biri” dediği 28 Şubat MGK toplantısının yapıldığı gün, söz konusu mektubun tam metni gazetenin manşetinde yer alır (Hürriyet, 28 Şubat 1997). Daha sonra Demirel, Özkök’e (1997, 3 Mart), söz konusu mektubu 4 Şubat günü Erbakan’a gönderdiğini açıklar ([23]).
         Öte yandan Hürriyet’in “muhtıra” manşetinden dört gün önce, 23 Şubat günü Sabah gazetesinde de “Muhtıra gibi” manşetinin olması dikkat çekicidir. Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir’in Washington’daki Türk Amerikan Konseyi’nin balosunda yaptığı konuşma gazetede bu başlıkla haber yapılmıştır. Ancak Milli Gazete, 28 Şubat günü Erbakan’ın mektupla ilgili “Hepsi yalan” sözlerine manşetten yer verir. 28 Şubat günü gerçekleştirilen MGK toplantısı ise Hürriyet gazetesinde, “Tarihi MGK” başlığıyla duyurulur.


28 Şubat MGK Toplantısı
         28 Şubat 1997 günü Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel başkanlığında Çankaya Köşkü’nde gerçekleştirilen MGK toplantısına Başbakan Necmettin Erbakan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İ. Hakkı Karadayı, Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller, Milli Savunma Bakanı Turhan Tayan, İçişleri Bakanı Meral Akşener, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hikmet Köksal, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Ahmet Çörekçi, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Teoman Koman ve MGK Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç katılır. Toplantıda, MİT Müsteşarı Sönmez Köksal, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Onur Öymen, Emniyet Genel Müdürü Alaattin Yüksel, Olağanüstü Hal Bölge Valisi Necati Bilican ve Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Necdet Seçkinöz, Genelkurmay İstihbarat Başkanı Korgeneral Çetin Taner ile MGK Genel Sekreter Başyardımcısı Korgeneral Necdet Timur da hazır bulunur (Akın, 2001).
         Toplantı gündemindeki “Türkiye’deki radikal dinci akımların rejime tesirleri” maddesi en önemli konudur (Donat, 1999). İba’ya göre toplantıya askerler, BÇG’nin hazırladığı bilgi, belge ve raporlarla; Erbakan ise MİT Müsteşarı Sönmez Köksal’a hazırlattığı bir raporla gelir ([24]). Askerlerin kurula sundukları raporda özetle şunların altı çizilir: (Bölügiray, 1999)
·    Demokratik, laik Türkiye Cumhuriyeti’ni düşman ve hedef gören bu hareketlerin amacı, Türkiye’de şer’i hükümlerle yönetilen bir İslam Devleti kurmaktır.
·    Kökten dinci hareketler bu amaca üç aşamada ulaşmayı öngörmektedirler. Tebliğ, cemaat ve cihat. Hedefleri bu aşamalar sonunda, halkın silahlı savaşıma katılmasını sağlamak suretiyle bir İslam Devleti kurmaktır.
·    Tarikatlar, çıkarcı çevreler için kullanılan bir kurum durumuna getirilmiştir.
·    Dini akımlar ise daha çağdaş bir örgütlenmeyi benimseyerek dernek, vakıf, Kur’an Kursu, özel yurtlar, üniversiteye hazırlık dershaneleri ve özel kolejlere önem vererek, bu sayede daha geniş kitlelere hitap etme amacını gütmektedirler.
·    İslamcı terör örgütleri olarak Hizbullah, İBDA-C (İslami Büyük Doğu Akıncıları Cephesi) sayılmakta, bu örgütler kimi kitapevleri ve dergiler çerçevesinde örgütlenmektedirler.
·    Kimi demokratik kitle örgütleri dini akımlara destek vermekte ve parasal kaynak sağlamaktadır.
         Saat 15:10’da başlayan toplantı gece yarısına doğru biter. Sekiz saat 45 dakika süren ve bugüne dek yapılmış en uzun toplantı olarak tarihe geçen 28 Şubat MGK toplantısında alınan kararlar da en az sürenin uzunluğu kadar önemli ve tarihidir (Akın, 2000).
Resmi Açıklama
         Anadolu Ajansı’nın daha öncekilerden uzun verdiği toplantı haberine göre MGK Genel Sekreterliği’nden yapılan resmi açıklamada aynen şöyle denilmektedir: (1 Mart 1997)
         “Kurulun toplantısında, bölücü terörle mücadelede şimdiye kadar alınan tedbirler ve elde edilen sonuçların genel bir değerlendirmesi yapılmış, bu mücadelenin devletimizin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne gönülden inanmış, bu inancı sonsuza dek sürdürmeye azimli halkımızın, basınımızın, devletin bütün kurum ve kuruluşları ile milli iradenin sembolü olan yüce parlamentonun destekleriyle çok olumlu bir noktaya ulaştığı müşahede edilmiştir.  Elde edilen bu sonuçların bundan sonra halkımızın huzur ve güvenliğine, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal yaşamına olumlu olarak yansıması için bu konuda alınacak tedbirlerin bir plan dahilinde süratle yürürlüğe konulması gerektiği hususunda görüş birliğine varılmıştır. Alınacak olan bu tedbirlerin güvenlik içinde gerçekleştirilebilmesi bakımından, halen 9 ilde devam etmekte olan Olağanüstü Hal uygulamasının 30 Mart 1997 tarihinden itibaren 4 ay daha uzatılması uygun bulunmuş ve bu görüşün Bakanlar Kurulu’na bildirilmesine karar verilmiştir.
         Toplantıda Kıbrıs sorunu ve Yunanistan ile ilişkilerle ilgili durum değerlendirmesi yapılmış, bu konuda Türkiye’nin ve KKTC’nin hak ve menfaatlerini korumayı amaçlayan siyasi, ekonomik ve askeri tedbirler uygun bulunarak, Bakanlar Kurulu’na bildirilmesine karar verilmiştir.
·       Toplantıda bilhassa Anayasa ile Atatürk milliyetçiliğine bağlı demokratik, laik, sosyal hukuk devleti olarak belirlenen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı çağdışı bir kisve altında zemin oluşturmaya yönelik rejim aleyhtarı faaliyetler de gözden geçirilmiş,
·    Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda, çağdaş medeniyet yolunda, demokratik sistem içerisinde ilerlemesini teminat altına alan Anayasa ve Cumhuriyet yasalarının uygulanmasından asla taviz verilmemesi gerektiği,
·    Anayasa’nın tanımladığı Cumhuriyet’in demokratik, laik ve sosyal hukuk devlet ilkelerinin sağlıklı bir şekilde düzenlenmesine imkan sağlayacak güvenlik, huzur ve toplumsal barışın önem ve öncelik taşıdığı,
·    Cumhuriyet ve rejim aleyhtarı yıkıcı ve bölücü grupların laik ve anti-laik ayrımı ile demokratik ve sosyal hukuk devletini güçsüzleştirmeye yeltendikleri,
·    Türkiye’de laikliğin sadece rejimin değil aynı zamanda demokrasinin ve toplumun huzurunun da teminatı ve bir yaşam tarzı olduğu,
·    Devletin yapısal özünü oluşturan sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleri anlayışından vazgeçilmeyeceği, yasalarla belirlenmiş kuralların göz ardı edilerek yapılan çağdışı uygulamaların da hukukun üstünlüğü ilkesiyle bağdaşmayacağı,
·    Türkiye’nin 1997 yılı içinde AB’ye tam üye olacak ülkeler listesine girmeyi öncelikli bir hedef alarak sürdürdüğü, böyle bir dönemde resmi ve sivil kurum ve kuruluşların bu sürece katkıda bulunmasının gerekli olduğu, bu sebeple demokrasimiz hakkında kuşkulara yol açacak, Türkiye’nin yurtdışındaki imajını ve itibarını zedeleyecek, her türlü spekülasyona son vermek gerektiğini, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik, demokratik, insan haklarına saygılı, sosyal bir hukuk devleti olduğu yolundaki temel ilkelerin Anayasamızın ve devletimizin teminatı altında olduğu, rejimin, kendisine ve geleceğine yönelik tartışmaların, içinde bulunduğumuz ortamda Türkiye’ye yarardan çok zarar verdiği,
·    Açıklanan bu esaslar aksine davranışların, toplumumuzda huzur ve güveni bozarak yeni gerginliklere ve yaptırımlara neden olacağı değerlendirilmiş,
·    Bu konularda alınacak ve alınması gereken tedbirlerin Bakanlar Kurulu’na bildirilmesine karar verilmiştir.”
         Resmi açıklamanın “yumuşak” diline karşın toplantıda açıkça hükümet ortaklarına, başbakana ve partisine yönelik “sert” eleştiriler yapılır (Donat, 1999; Bölügiray, 1999; Akel, 1998; Ergin, 1997). Askerler Başbakanın, bakanların, milletvekillerinin, belediye başkanlarının “sabah akşam dini siyasete alet ettiklerini” belgeleriyle ifade ederler. Toplantıda MİT, “Radikal Dinci Örgütlerin Rejime Karşı Etkileri” başlıklı bir rapor sunar. Askeri istihbarat ise “İrticai Faaliyetler” başlıklı bir sunuşla doğrudan RP’yi hedef alır. İslamcı örgütlerin ülkeyi ve rejimi tehdit eder boyutta olduğu vurgulanır. MGK’nın tavsiye niteliğindeki kararları, toplantından 18 maddelik bir “Tedbirler Paketi” halinde çıkar (Donat, 1999).
         Daha sonra toplantıda yaşananları aktaran Ergin (1997; Hürriyet, 26 Ağustos 1997), Erbakan’ın hazırlanan bildiri metnine itiraz ettiğini kaydeder. Erbakan şunları söyler:
         “Bu önlemlerin bir bölümü bizim tabanımızda rahatsızlık yaratan hususlardır. Bunların tek tek dökümlü bir şekilde verilmesi bizi müşkül durumda bırakabilir. Bunları detaylı bir şekilde vermeyelim, genel ifadelerde yetinelim. Biz burada gereken mesajı aldık. Bu samimi toplantıdan dolayı teşekkür ederim. Bizim rahatsız olduğumuz husus, Türkiye’de laikliğin din düşmanlığı şeklinde anlaşılmasıdır. Metinde buna da hassasiyet gösterilmesi gerekir”.
         Bu sözler üzerine Demirel, “Düşünülen bazı önlemler gerçekçi ve pratik olmayabilir. Ayrıca mülahaza edilen bazı şeylerin metne bu kadar açık bir şekilde konması da doğru olmaz” diyerek, o gece toplantıdan kuvvetli ve bağlayıcı bir kararlar dizesi çıkartmak isteyen komutanlarla, karar önerilerine itiraz eden Başbakan Erbakan arasında bir denge rolü oynar (Ergin, 1997).
         Demirel, iki öneriye müdahalede bulunur (Ergin, 1997). Demirel’in doğrudan müdahale ettiği bölümlerden biri, TCK’nin “şeriat suçlarını” düzenleyen 163’üncü maddesinin yeniden gündeme getirilmesini öngören paragraftır. İkincisi ise, “İhtiyaç fazlası olan İmam Hatip Okulları kapatılmalı ve teknik okullara dönüştürülmelidir” şeklindeki öneridir. Bu iki öneri, Demirel’in “ağırlığını koymasıyla” metinden çıkarılır (Ergin, 1997).
         Açıklanan bildirinin sonunda “tavsiye edilir” kelimelerinin yerine “yaptırım” kelimesinin kullanılması ise “muhtıra” ya da “darbe” yorumlarına neden olur (Bölügiray, 1999; Akel, 1998).
Tedbirler Paketi
         İki maddesi çıkarılan 18 maddelik tedbirler paketindeki en önemli maddelerden biri hükümetin toplantıdan sonra direneceği sekiz yıllık zorunlu kesintisiz temel eğitim konusudur. Erbakan’ın sessiz direnişine karşın, “evet” dediği ve hükümete “tavsiye edilen”, MGK’nın 28 Şubat tarihli ve 406 sayılı kararına Ek olarak sunulan 18 maddelik “Rejim aleyhtarı irticai faaliyetlere karşı alınması gereken tedbirler” şunlardır: (Çiçek, 1997; Akpınar, 2001; Orakoğlu, 2003)
1.       Anayasamızda Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında yer alan ve yine Anayasa’nın 4’üncü maddesi ile teminat altına alınan laiklik ilkesi büyük bir titizlik ve hassasiyetle korunmalı, bunun korunması için mevcut yasalar hiçbir ayrım gözetmeksizin uygulanmalı, mevcut yasalar uygulamada yetersiz görülüyorsa yeni düzenlemeler yapılmalıdır.
2.       Tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf ve okullar devletin yetkili organlarınca denetim altına alınarak Tevhidi Tedrisat Kanunu gereği Milli Eğitim Bakanlığı’na devri sağlanmalıdır.
3.       Genç nesillerin körpe dimağlarının öncelikle Cumhuriyet, Atatürk, Vatan ve Millet sevgisi, Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyine çıkarma ülkü ve amacı doğrultusunda bilinçlendirilmesi ve çeşitli mihrakların etkisinden korunması bakımından:
a.       Sekiz yıllık kesintisi eğitim, tüm yurtta uygulanmaya konulmalı
b.       Temel eğitimi almış çocukların, ailelerinin isteğine bağlı olarak, devam edebileceği Kuran Kursları’nın Milli Eğitim Bakanlığı sorumluluğu ve kontrolünde faaliyet göstermeleri için gerekli idari ve yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
4.       Cumhuriyet rejimine ve Atatürk ilke ve inkılaplarına sadık aydın din adamları yetiştirmekle yükümlü Milli Eğitim kuruluşlarımız, Tevhidi Tedrisat Kanunu’nun özüne uygun ihtiyaç düzeyinde tutulmalıdır.
5.       Yurdun çeşitli yerlerinde yapılan dini tesisler belli çevrelere mesaj vermek amacıyla gündemde tutularak siyasi istismar konusu yapılmamalı, bu tesislere ihtiyaç varsa bunlar Diyanet İşleri Başkanlığı’nca incelenerek mahalli yönetimler ve ilgili makamlar arasına koordine edilerek gerçekleştirilmelidir.
6.       677 sayılı yasa ile men edilmiş tarikatların ve bu konuda belirtilen tüm unsurların faaliyetlerine son verilmeli, toplumun demokratik, siyasi ve sosyal hukuk düzeninin zedelenmesi önlenmelidir.
7.       İrticai faaliyetleri nedeniyle Yüksek Askeri Şura kararları ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nden (TSK) ilişkileri kesilen personel konusu istismar edilerek TSK’ni dine karşıymış gibi göstermeye çalışan bazı medya gruplarının silahlı kuvvetler ve mensupları aleyhindeki yayınları kontrol altına alınmalıdır.
8.       İrticai faaliyetleri, disiplinsizlikleri veya yasa dışı örgütlerle irtibatları nedeniyle TSK’nden ilişkileri kesilen personelin diğer kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam ile teşvik unsuruna imkan verilmemelidir.
9.       TSK’ne aşırı dinci kesimden sızmaları önlemek için mevcut mevzuat çerçevesinde alınan tedbirler; diğer kamu kurum ve kuruluşları, özellikle üniversite ve diğer eğitim kurumları ile bürokrasinin her kademesinde ve yargı kuruluşlarında da uygulanmalıdır.
10.    Ülkemizi çağdışı bir rejimden ve din istismarının sebep olabileceği muhtemel bir çatışmadan korumak için İran İslam Cumhuriyeti’nin ülkemizdeki rejim aleyhtarı faaliyet, tutum ve davranışlarına mani olunmalı, bu maksatla İran’a karşı komşuluk münasebetlerimizi ve ekonomik ilişkilerimizi bozmayacak, fakat yıkıcı ve zararlı faaliyetlerini önleyecek bir tedbirler paketi hazırlanmalı ve yürürlüğe konulmalıdır.
11.    Aşırı dinci kesimin Türkiye’de mezhep ayrılıklarını körüklemek suretiyle toplumda kutuplaşmalara neden olacak ve dolayısıyla milletimizin düşmanca kamplara ayrılmasına yol açacak çok tehlikeli faaliyetler yasal ve idari yollarla mutlaka önlenmelidir.
12.    T.C. Anayasası, Siyasi Partiler Yasası, Türk Ceza Yasasına ve bilhassa belediyeler yasasına aykırı olarak sergilenen olayların sorumluları hakkında gerekli yasal ve idari işlemler kısa zamanda sonuçlandırılmalı ve bu tür olayların tekrarlanmaması için her kademede kesin önlemler alınmalıdır.
13.    Kıyafetle ilgili kanuna aykırı olarak ortaya çıkan ve Türkiye’yi çağdışı bir görünüme yöneltecek uygulamalara mani olunmalı, bu konudaki kanun ve Anayasa Mahkemesi kararları taviz verilmeden öncelikle ve özellikle kamu kurum ve kuruluşlarında titizlikle uygulanmalıdır.
14.    Çeşitli nedenlerle verilen, kısa ve uzun namlulu silahlara ait ruhsat işlemleri polis ve jandarma bölgeleri esas alınarak yeniden düzenlenmeli, bu konuda kısıtlamalar getirilmeli, özellikle pompalı tüfeklere olan talep dikkatle değerlendirilmelidir.
15.    Kurban derilerinin, mali kaynak sağlamayı amaçlayan ve denetimden uzak rejim aleyhtarı örgüt ve kuruluşlar tarafından toplanmasına mani olunmalı, kanunla verilmiş yetki dışında kurban derisi toplattırılmamalıdır.
16.    Özel üniforma giydirilmiş korumalar ve buna neden olan sorumlular hakkında yasal işlemler ivedilikle sonuçlandırılmalı ve bu tür yasa dışı uygulamaların ulaşabileceği vahim boyutlar dikkate alınarak, yasa ile öngörülmemiş bütün özel korumalar kaldırılmalıdır.
17.    Ülke sorunlarının çözümünü “Millet Kavramı Yerine Ümmet Kavramı” bazında ele alınarak sonuçlandırmayı amaçlayan ve bölücü terör örgütüne de aynı bazda yaklaşarak onları cesaretlendiren girişimler yasal ve idari yollardan önlenmelidir.
18.    Büyük kurtarıcı Atatürk’e karşı yapılan saygısızlık ve Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkında 5816 sayılı kanunun istismar edilmesine fırsat verilmemelidir.
         Toplantıda ayrıca alınan kararların uygulanıp uygulanmadığının denetimi için, MGK bünyesinde bir birimin oluşturulmasına karar verilmiş, bu birimin çalışmalarının MGK Genel Sekreterliği tarafından koordine edilmesi üzerinde anlaşılmıştır (İba, 1999).
         Toplantının gece yarısına kadar uzaması nedeniyle bildiri metni ve kararlar üzerinde yapılan rötuşlardan sonra imzalanacak olan metnin son şeklinin, ertesi gün MGK Genel Sekreteri İlhan Kılıç tarafından kurul üyelerine dolaştırılarak imzalanması kararlaştırılır (Akpınar, 2001). Ancak ertesi gün beklenmeyen sürpriz bir gelişme yaşanır.
İmza Krizi
         Toplantıda sesini çıkarmamış olsa da Erbakan; İba’ya (1999) göre, daha sonra alınan kararların kendisini köşeye sıkıştırdığının farkına varır. RP’nin dayandığı ideolojik ve siyasal zeminin yok edilmesi anlamına gelen kararların uygulanmasında sorunlar çıkacaktır. Bu nedenlerle Erbakan çeşitli çıkış yolları için arayışlara başlar. Öncelikle partililerine kararları anlatma zorluğu yaşayan Erbakan, partisinin genel merkezinde 1 Mart günü MGK toplantısını değerlendirirken, “Bütün konularda tam bir fikir ve görüş birliği içinde olduğumuzu gördük” diye konuşur (Akpınar, 2001). Ertesi gün ise Genelkurmay Başkanlığı, “Türk Silahlı Kuvvetleri, Atatürk’ün kurduğu laik cumhuriyete ve onun temel ilkelerinin hayata geçirilmesine inananlar ve buna gönül verenlerle uyum içindedir. Bunların dışında kimse ile uyum içinde değildir” açıklamasında bulunur (Hürriyet, 3 Mart 1997).
         Hükümet ortağı Çiller’e kararların yumuşatılması önerisini getiren Erbakan, umduğu yanıtı alamaz. Ortağı adına MGK Genel Sekreteri Orgeneral Kılıç’la görüşen Çiller, kararların toplantıda kabul edildiğini ve kabul edildiği şekliyle imzalanacağı yanıtını Erbakan’a iletir. Bu kez “demokratik sisteme destek” adı altında muhalefet liderleri ile görüşen Erbakan, “Ya kararları imzala, ya da istifa et” yanıtı ile karşılaşır (Hürriyet, 4 Mart 1997). Açıklamalarında suni krizler yaratıldığını savunan Erbakan, krizin söz konusu olmadığını söyler (Milli Gazete, 6 Mart 1997). “Madem ki hakimiyet kayıtsız şartsız milletin, öyleyse bundan sonra milletin dediği olacak” diyen Erbakan, “demokrasiye kim bağlı, kim değil, açığa çıktığını” vurgular (Milli Gazete, 8 Mart 1997). MGK’ya karşı bir “siyasal platform” oluşturma çabasına giren Erbakan, “Yasaları TBMM yapar. MGK ‘şu yasaları yapın’ diye ne Meclis’e, ne de hükümete bir telkinde bulunamaz” diye açıklamada bulunur ve “bazı ifadelerin çok sert olduğu” gerekçesiyle kararları imzalamakta direnir (İba, 1999; Akel, 1998).
         Demirel (1997, 3 Mart) ise bu arada, “Kararlar çoğunlukla alınmadığından, eksik imza olması kararları etkilemez. Ayrıca muhalefet şerhi de konulabilir. Ben sayın Başbakan’ın imzasını esirgeyeceğini sanmıyorum” diye konuşur.
         Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir Başbakan’ın MGK kararlarını imzalamaktan kaçınması diye tanımlanan kriz, hükümet ortağı Çiller’in “MGK kararlarını tartışmaya açma” önerisiyle yeni bir boyut kazanır. Çiller şu teklifte bulunur: (Akpınar, 2001)
         “Partimdeki milletvekillerini dizginleyemiyorum. Ordu ve medya baskısı altında bu kararların imzalanmasından başka bir seçenek de yok. Başka türlü bu hükümeti taşıyamayız. Ama siz bu kararları imzalayın daha sonra Meclis’e getirelim… Her şeyin sahibi olan Meclis’te bir genel görüşme açılsın ve bunların gereği Meclis’te her şekilde tartışılsın. Çünkü her şeyin üst makamı Meclis’tir.”
         Erbakan’ı rahatlatan bu açıklamalar üzerine imzalar tamamlanır (Hürriyet, 6 Mart 1997). Ancak yasal olarak gizli olan MGK kararları başta ordu olmak üzere demokratik kitle örgütleri ile medyanın da baskısı sonucu TBMM’ye getirilemez (Akpınar, 2001). Çiller’in sözünü tutamamasının ardında partisinden gelen tepkilerin de önemli bir rolü olduğu kaydedilir (İba, 1999). Ancak Meclis Başkanı Kalemli (2002), MGK kararlarının Meclis’e taşınmasına kendisinin “şiddetle ve anında” karşı çıktığını belirtir. Kalemli, “Anayasa hükümlerinin açık olduğunu, MGK kararlarının hükümeti ilgilendirmediğini ifadeyle, eğer bu kararları Meclis’e taşırsanız işte o zaman yeni bir 12 Mart olayı olur; buna asla müsaade etmem” demecini verdiğini ve bu şekilde “oyunu bozduğunu” ifade eder.
         Öte yandan Milli Gazete, 28 Şubat MGK toplantısı sonrasında yüksek tirajlı gazetelere yansıyan haberlere gündeminde yer vermez. 1 Mart günü gazetenin manşeti, “Hizmete kimse engel olamaz” şeklindedir. 3 Mart günü de gazete, Erbakan’ın “MGK ile ilgili yayınlanan haberlerin yüzde 90’ının yalan olduğu” sözlerini “Yalanı bırakın” manşet haberiyle okurlarına iletir. 9 Mart günü “Genelkurmay’dan açıklama” başlığıyla, “Rantiyenin darbe çığırtkanlığı Ordu’yu rahatsız etti” haberi yayınlanır. Gazetenin ilk sayfasında yer alan Genelkurmay açıklamasında, MGK toplantısından sonra TSK’yı hedef alan bazı beyan, yorum ve açıklamalar yapıldığına dikkat çekilerek, “Türk Silahlı Kuvvetleri’ni siyasi polemiklere konu etmek veya şu veya bu şekilde Silahlı Kuvvetleri siyasetin içindeymiş gibi göstermek üzüntü vericidir” denir.


         MGK’nın 28 Şubat’ta gerçekleştirilen toplantısı bir anlamda komutanların irtica tehlikesine ve bu tehlikenin bir numaralı temsilcisi olarak karşılarında duran iktidar partisi RP’ye karşı başlattıkları mücadelenin açık bir dille ifadesidir. Komutanlar ne isteyip istemediklerini hükümete en etkili biçimde ifade etmişlerdir. 28 Şubat sonrasında artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
Silahsız Kuvvetler Harekatı
         Kararların imzalanmasının ardından “her MGK kararı uygulanmaz” sözleriyle gündeme gelen Başbakan Erbakan, “MGK her şeyi konuşabilir. Ama MGK ve ben de dahil hiç kimse ‘şu söyle yapılacak’ diye bir dayatmada bulunamaz… Orada birtakım şeylerin konuşulması, orada her şeyin aynı şekilde kabul edildiği anlamına gelmez” diye konuşur (Hürriyet, 8 Mart 1997). Erbakan, MGK bildirisine beş gün boyunca imza koymayıp, sonunda direnişinden vazgeçmesinin gerekçesini ise “MGK bildirisini kahraman ordumuza halel gelmesin, millet yanlış değerlendirmesin diye geç imzaladım” diye açıklar (Hürriyet, 8 Mart 1997).
         Hürriyet gazetesi (9 Mart 1997), MGK kararları için RP’li bakanlar Fehim Adak ve Şevket Kazan ile DYP’li Nevzat Ercan’dan oluşan bir “uygulama komitesi” kurularak, gerçekleşmesi istenen 18 maddeden hangilerinin nasıl uygulanacağı konusunda hazırlık yapılacağını ve sonra da bu konunun Bakanlar Kurulu’nda görüşüleceğini duyurur.
         Aynı günlerde Genelkurmay’ın hükümeti “silahsız kuvvetlerle” işbaşından uzaklaştırma girişimleri çağrısına ilk ses verenler; işçi kesimi temsilcileri TÜRK-İŞ Genel Başkanı Bayram Meral ve DİSK Genel Başkanı Rıdvan Budak ile esnaf ve sanatkar kesimin temsilcisi TESK Başkanı Derviş Günday olur. Cumhuriyet tarihinde ilk kez sendikalar, çıkar birliği yerine “siyasal bir amaç için” aynı platformda buluşur (Akpınar, 2001). Sendikalar, 6 Mart’ta tüm milletvekillerine laiklik ve cumhuriyet adına ettikleri yemine sadık kalmalarını isteyen bir mektup gönderir. Mektupta, milletvekillerine şöyle denir: (Akpınar, 2001)
         “Bizler, sizleri seçen, demokrasiye gönülden bağlı, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti ilkelerinden ödün vermeyen, Yüce Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin çalışan ve üreten halkının sesiyiz. Cumhuriyet tarihinde ilk kez bu amaçlar doğrultusunda bir araya geldik. Sizlerden beklentimiz, ülkeyi bugünlere getiren lider baskıları, parti disiplini, dar çerçevelerde alınan; halkın ve ülkenin beklentilerine ters düşen kararları aşabilecek bir anlayış içerisine girebilmeniz, ulusumuz ve ülkemiz için yaşamsal önemi olan konularda, parti farkı gözetmeden bir araya gelmeniz ve iş birliği yapabilmenizdir.
         Belki içinize sindiremediğiniz, hatta nedenlerini aile bireylerine bile anlatamadığınız haklı gerekçeleriniz olabilir. Bütün bunlara karşın ülkemizin içinde bulunduğu zor koşullarda, vicdanen almanız gereken özgür kararlar oluğuna inanıyoruz. Gün, özgür milletvekili olma günüdür. Halkın vekilleri olarak, Türkiye Cumhuriyeti ve güzel yurdumuz için gereğini yerine getireceğinize ve yüce ulusumuzun huzurunda TBMM’de ettiğiniz yemine sadık kalacağınıza yürekten inanıyoruz.”
         “Ne şeriat, ne darbe; yaşasın laik demokratik cumhuriyet” sloganı ile yola çıkan demokratik kitle örgütlerine daha sonra Atatürkçü Düşünce Derneği ve Türk Tabipler Birliği de destek verir. Grup ardından siyasi parti liderleri ile görüşmelere başlar. Çiller’in görüşme sonrasındaki yanıtı, “Bu ülkede laikliğin ve demokratik Cumhuriyet’in teminatı benim, Doğru Yol Partisi’dir” şeklindedir. İlerleyen günlerde Türkiye’deki merkez sağ siyasetin sosyoekonomik temelini oluşturan Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) de hükümetin işbaşından uzaklaştırılması için verilen “sivil mücadele”ye katılma kararı alır (Akpınar, 2001).
“Oyalama Taktiği”
         Ordu ile arasındaki gerilimi yumuşatma çabasındaki Erbakan, “suni gündemlerle lüzumsuz gerginliğe gerek yok” derken; ilerleyen günlerde “Temiz Toplum” eylemleri, Susurluk skandalı, tarikat şeyhlerinin seks skandalları ve ardından RP’li milletvekillerinin hac ziyareti gündemin geniş yankı bulan önemli başlıklarını oluşturur. Darbe söylentileri için de Erbakan’ın (1997, 3 Mart) yanıtı değişmez: “Bunlar Türkiye’nin suni gündemidir”. “Türkiye’de hükümet, TBMM’de kurulur, MGK’da kurulmaz” diyen Erbakan, “Medya’nın bu davranışı MGK’da kuvvet komutanları tarafından da kınandı. Medya öyle bir hava meydana getirmek istiyor ki, sanki bütün hükümetler, MGK’da kuruluyor veya bozuluyor. MGK üyelerinin hepsi medyanın böyle davranışını kınamışlardır. Bunlar bir kısım medyanın yanlış davranışıdır” sözleriyle medyayı eleştirir. AA’nın haberine göre Erbakan (1997, 3 Mart), “basın mensuplarının yönelttiği soruların büyük bölümünün huzur ve barışın teminine yönelik olmayıp, gazete ve televizyon patronlarını memnun edecek mahiyette bulunduğunu” söylemektedir.
         İddiaya göre, Erbakan’ın “oyalama taktiği” komutanların dikkatinden kaçmaz (İba, 1999; Bölügiray, 2000). MGK toplantısı öncesinde bir araya gelen komutanlar, “anti-irtica” kararlarının uygulanmasında sorunlar yaşandığı noktasında görüş birliğine varırlar. 18 maddelik kararların her biri için ayrı birer dosya hazırlanmaya başlanır (İba, 1999). Sabah gazetesinde (12 Mart 1997) yayınlanan “dört yıldızlı yorum” ise MGK kararları uygulanmazsa hükümetin meşruiyetini kaybedeceğini söyler. Gazete izleyen günlerde, “Çiller’in koltuk hırsı yüzünden Refah’la Türkiye Cumhuriyet tarihinin en gergin günlerinin yaşandığını” yazar. Gazete, “tarihi görev sizi bekliyor” diyerek milletvekillerini istifaya çağırır.
         Aynı günlerde RP’liler ise MGK’nın temel eğitimin sekiz yıla çıkarılmasıyla ilgili kararını kabul etmeyeceğini açıklar (Milli Gazete, 13 Mart 1997). Bakanlar Kurulu, MGK kararlarını görüşür (Hürriyet, 13 Mart 1997). Kararların kısa, orta ve uzun vadede uygulanması kararı alınır (Hürriyet, 14 Mart 1997). Erbakan, “Bunların çoğu yürürlükteki yasaların uygulatılmasıdır. Kimse tereddüt etmesin, bu kararların hepsi uygulanacak” açıklamasıyla dikkati çeker (Akel, 1998). 24 Mart günü Cumhurbaşkanı Demirel’in şu açıklaması gelir: “MGK karar almış, hükümet uygulanacak demiş, bundan sonrası için diyeceğim bir şey olmaz.” Genelkurmay Başkanı Karadayı ise ertesi gün, MGK’nın anayasal bir kurum olduğunu belirterek, “Burada alınan kararlar, herkesin riayet etmesi gereken kararlardır” şeklinde konuşur. Aynı gün Milli Eğitim Bakanlığı, sekiz yıllık eğitime “bu yıl geçilebileceğini” duyurur (Akel, 1998).
         RP’li Hasan Hüseyin Ceylan ise, Çanakkale Şehitlerini anma gecesinde yapılan “cihat çağrısı” ile gündeme gelir (Hürriyet, 20 Mart 1997). Gecede konuşan Ceylan şunları söylemiştir: (Hürriyet , 20 Mart 1997)
         “Çanakkale Savaşı’nda şehit düşen 400 bin kişinin, 200 bini medrese öğrencisidir. Birçoğu, Bediüzzaman’ın öğrencisidir. Bugün o şehitlerin yerini İmam Hatipler aldı. Bugün kapatılsın deniyor. Ancak bunları kapatmaya kimsenin gücü yetmez.”
         Ceylan’ın sözlerine karşılık aynı gün Çiller ise MGK kararlarının uygulanacağını yenilerken, “Kimsenin bu savsaklaması söz konusu olamaz. Ciddiyetle ele alıyoruz ve hepsinin üzerine gideceğiz” diye kaydeder (Hürriyet, 20 Mart 1997).
         Milli Gazete’nin gündeminde de hükümete yönelik eleştirilere verilen yanıtlar vardır (14-16 Mart 1997). Gazete ayrıca gazeteci Nazlı Ilıcak’ın “Laikliğin tarifi yapılmalı” sözlerini gündeme getirir (16 Mart 1997).
         Öte yandan RP, MGK kararlarının altındaki Erbakan’ın imzasını tartışmaya açar. Partinin Meclis Grup Başkanvekili Oğuzhan Asiltürk, “MGK kararları oy verenleri bağlar, oy vermeyenleri bağlamaz” açıklamasında bulunur (Hürriyet, 27 Mart 1997). “Bakanlar Kurulu hiçbir yerden emir alarak çalışmaz” diyen Asiltürk, “Başbakan karara değil, prosedüre imza attı” diye konuşur. Karaların Erbakan’ı ve Bakanlar Kurulu’nu bağlamadığını savunan Asiltürk, bir kısım medyanın ‘irtica ile mücadele edilecekse imam hatipler kapatılsın’ şeklinde bir yaklaşım içinde bulunduğunu ifade ederek, “Gericilikle mücadele edilecekse devlet okullarında dini daha fazla öğreterek bu mücadelede başarılı olabiliriz” diye konuşur. Asiltürk, 28 Şubat Kararları’nda tanımlanan sekiz yıllık zorunlu kesintisiz eğitim uygulaması konusunda da partisinin “beş + üç” formülünün benimsediğini söyleyerek, “Eğitimin sekiz yıl kesintisiz olmasını istemek, Türkiye’nin Tanzanya ile beraber olması için çalışmak anlamındadır” yorumunda bulunur. RP, temel eğitimin sekiz yıla çıkarılmasını ancak imam hatipleri de kapsayan orta okulların kapatılmamasını istemektedir.
         Sekiz yıllık eğitimin “uygulanamayacağı” hakkında MGK’yı ikna edecek bir rapor hazırlatan Başbakan Erbakan, ortağı DYP’den de buna destek geldiğini açıklar. Hürriyet gazetesi (25 Mart 1997) bu açıklamayı MGK kararlarına yönelik “ilk fire” yorumuyla ve “MGK’ya iade” başlığıyla manşetten duyurur. DYP içinden ise “hükümetten çekilelim” sesleri yükselir. Gündemde geniş tabanlı bir hükümet kurulması tartışmaları vardır (Hürriyet, 31 Mart 1997).
         31 Mart günü gerçekleştirilen MGK toplantısında, hükümete zaman tanınması ve “bekle-gör” taktiğinin uygulanması nedeniyle 28 Şubat Kararları gündeme getirilmez (Bölügiray, 2000; Akpınar, 2001). Hükümet üyeleri MGK’nın sakin geçmesinden duydukları memnuniyeti medya mensupları ile paylaşır. Ancak çok geçmeden, 2 Nisan günü, hükümetin kararları uygulamada gösterdiği tereddüt karşısında Genelkurmay bir açıklama yapar. Hükümetin “oyalama taktiği” izlediğini ve giderek sabrın taştığını ifade eden bu açıklamanın ardından ertesi gün, parlamentoda çeşitli partilere mensup 51 milletvekili, Milli Mutabakat Hükümeti kurulması için partilere çağrıda bulunur (İba, 1999).
         Toplantı sonrasında hükümetin gündeminde Emniyet Genel Müdürlüğü ataması ve “gece yarısı operasyonu” vardır (Hürriyet, 2-5 Nisan 1997). 1 Nisan günü görevinden alınan Emniyet Müdürü Alaattin Yüksel’in yerine Hakkari Valisi Kemal Çelik vekaleten getirilir. Ancak Yüksel, “görevimin başındayım” diyerek direnir. Cumhurbaşkanı Demirel de Yüksel’in görevden alınma şeklini tepkiyle karşılayarak kararnameyi imzalamaz. 4 Nisan günü ise Emniyet Genel Müdürlüğü’nün makam odasının kapısı İçişleri Bakanı Akşener tarafından saat 03:00’da iddiaya göre “kırdırılarak” açtırır ve Çelik makama oturtturulur. Ancak izleyen günlerde Ankara Beşinci İdare Mahkemesi, Yüksel’in açtığı dava üzerine yürütmeyi durdurma kararı alır. Yüksel ile İçişleri Bakanlığı arasındaki mücadele daha uzun süre devam eder (Orakoğlu, 2003).
         Bu arada TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Başkanı RP’li Mehmet Elkatmış, 300 sayfalık raporu kamuoyuna açıklar (Milli Gazete, 5 Nisan 1997). Geçirdiği kalp krizi sonucu 4 Nisan günü vefat eden MHP lideri Alparslan Türkeş için 8 Nisan’da Ankara’da geniş katılımlı bir cenaze töreni düzenlenir (Hürriyet, 9 Nisan 1997). Aynı gün Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, kurban derisi toplama tekelinin ve yetkisinin Türk Hava Kurumu’na (THK) ait olduğu kararını açıklar. Hükümet ortakları arasında kurban derisi konusu tartışmalara neden olur. İçişleri Bakanı genelge yayınlayarak kurban derilerini sadece THK’nın toplayacağını bildirirken, RP’li Devlet Bakanı Abdullah Gül, “Herkesin kurbanı kendisinin mülkündedir. Herkes ne isterse ona karar verir” açıklamasını yapar (Akel, 1998). 11 Nisan günü ise Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu’nun kararı gelir. Kurul, Adalet Bakanı’nın başörtülü avukata izin veren genelgesine karşılık, bu avukatların duruşmaya giremeyeceklerine karar verir (Akel, 1998).
         Öte yandan Genelkurmay Başkanlığı MGK toplantısının ardından üç gün süreyle çeşitli kitle örgütlerine, meslek kuruluşları temsilcilerine ve gazetecilere brifingler verileceğini duyurur. Brifingin gerekçesinde şöyle denilir: (İba, 1999)
         “Türk Silahlı Kuvvetleri, yapısı gereği kamuoyu ile sürekli iç içe olan bir kurum değildir. Ancak yapılan kimi çalışmalar hakkında da kamuoyunun bilgisi olması gereklidir. TSK demokrasiye saygılıdır. Demokrasinin ilkelerinin ödünsüz korunmasından yanadır. Toplumun çok önemli bir kesiminin de bu konuda herhangi bir şüphesi yoktur. Ancak TSK’nın bu konudaki kararlılığının tüm kesimlerce bilinmesi gereklidir.”
         Silahlı Kuvvetler’in silahsız kuvvetler olan demokratik kitle örgütleri, medya yöneticileri ve yazarlarına Ankara ve İstanbul’da brifingler vermesi tarihte bir başka ilktir. Konu başlıkları “Ege ve Türk Yunan Sorunları” ile “PKK ve Terörizm” olan brifinglerde, ilk kez dağınık durumdaki “silahsız kuvvetler cephesi” bir araya getirilir (İba, 1999; Akpınar, 2001). Bölügiray (2000), adı “Siyasal İslamın Yayılması” olan bu brifinge, “bizzat irticanın kaynağı ve destekçisi olduğu için İslamcı medyanın” çağrılmadığını savunur.
         Gelişmeler çerçevesinde hükümet ortağı DYP’de ilk kez “hükümetten çekilelim” sesleri 10 Nisan’da toplanan Genel İdare Kurulu’nda dile getirilir (Hürriyet, 11 Nisan 1997). Artan parti içi muhalefetin de baskısıyla Çiller, Erbakan’a karşı daha dik başlı bir politika izlemeye başlar (Akpınar, 2001). Ancak 14 Nisan’da il başkanlarını İstanbul’da buluşturan Çiller’in hükümetin devamı yönündeki isteği doğrultusunda bir sonuç bildirgesi açıklanır. Bildirgede MGK, “Anayasal statüsü bulunan güç odağı” olarak tanımlanır. Diğer yandan, toplantıya il başkanlarının yarıya yakınının katılmamış olması ile birlikte görüş ayrılıkları nedeniyle açıklanan bildirgede il başkanlarının imzası yer almaz (Akpınar, 2001).
“B Planı”
         Olup bitenleri ciddiye almayan Başbakan Erbakan 14 Nisan’da Kurban Bayramı’nı da geçirmek üzere ailesi, torunları, torunlarının bakıcıları, ev hizmetlileri ve eşleri, koruma ve özel kalem müdürleriyle birlikte yaklaşık 25 kişilik bir kafileyle hayatında 25’inci kez hacı olmak üzere Suudi Arabistan’a Hac’ca gider. Cumhuriyet tarihinde bir ilke daha imza atan hac kafilesinde 5 bakan, 53 milletvekili ve 64 bürokrat yer alır. Hacı milletvekilleri arasında RP'liler birinci sıradadır. Kafilede, DYP ve DSP'den dörder, ANAP'tan beş, BBP'den de bir milletvekili vardır. (Milliyet, 13 Nisan 1997; Hürriyet, 13 Nisan 1997).
         Aynı gün gündemin bir başka tartışma konusunu, Çiller’in “B Planı” oluştur (Türenç, 1997). İddiaya göre kendisi başbakan olunca askerlerin “susacağını” düşünen Çiller’in “vuruşarak çekilme” adını verdiği plan, bir kararname çıkarılarak üst düzey komutanların emekli edilmesini konu almaktadır (Bölügiray, 1999). Medyada ve siyasi çevrelerde geniş yankı bulan planı komutanların ciddiye almadığı kaydedilirken, DYP de böyle bir planın olmadığı ve haberlerin asılsız olduğu açıklamasında bulunur.
         Türk Demokrasi Vakfı’nın düzenlediği toplantıya katılan Cumhurbaşkanı Demirel, Fransız modeli başkanlık sistemi önerisinde bulunan bir dinleyiciye “Benim bunları şimdi tartışmaya girmem yanlış anlamalara neden olur, fayda yerine zarar sağlar. Kendimi bu tartışmaya girecek kadar cesaretli hissetmiyorum” diye konuşur (Hürriyet, 17 Nisan 1997). Demirel, “Her yerde darbe tartışmasının yapıldığı bir ortamda, ne demokratik sisteme, ne hukuk devletine; ne hukuka, ne de parlamento üstünlüğüne güveni muhafaza edemeyiz” sözleriyle dikkati çeker.
Komutan’ın Sözleri
         Erbakan’ın hac ziyareti sırasında bayramın ilk günü Erzurum Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Osman Özbek’in sözleri siyaset gündeminin ilk sırasına oturur. Askerin RP’ye ve Erbakan’a tepkisini seslendiren Özbek, kararlı bir biçimde şunları söyler: (Akpınar, 2001)
         “Ama sen kalkıp da, ‘Hayır efendim, ben bu devleti yıkacağım, ben demokrasi tanımam, ben laiklik tanımam’ dersen o zaman olmuyor ve ben dediğimi yapacağım. Yap da görelim o zaman. Hazır Cumhuriyete gel kon. Kalk de ki, ben bu düzeni değiştireceğim. Değiştiremezsin. Atatürk ve arkadaşlarına, dedelerimize kalkıp sor. Sana tükürürler. Belki de şimdi kemikleri sızlıyordur. Demokrasiden istifade ederek, baskıcı, dayatmacı, yerine göre Cezayir’deki gibi keserek iktidar olmaya çalışıyor. Silahlı Kuvvetler demokrasi ve Türk halkının emrindedir… Şu anda bir büyüğümüz orada, torunlarıyla beraber misafir. Türkiye’den gelenlerin eline Mekke’de bir broşür veriyorlar. Diyor ki, bir ülkede şeriat yasaları dışında bir başka kanun varsa dinden çıkmış olursun. Vay vay. Kim sana bunları söylüyor. Arap gibi olacaksın. Arabistan gibi olacaksın. Ulan pezevenk, dinde krallık var mı? Bana söyleyin. Adam olan gidip krala misafir olmaz. Kusura bakmayın, adam olan sülalesini oraya devletin bilmem nesini kiralayıp da misafir götürmez. Ben bunu kabul etmiyorum. Başbakan değil bilmem ne bakanı olursa olsun. 13 sene PKK ile mücadele etmişsem, bunlarla da mücadele edeceğim.”
         Özbek’in sözlerine RP kulislerinden tepkiler yükselir. Adalet Bakanı Şevket Kazan, Her kurumun başındakilerin, çizgi dışına çıkanlardan hesap sorması gerekir” diyerek, Genelkurmay Başkanlığı’nın soruşturma açmasını bekler. Ancak Genelkurmay Başkanı Orgeneral Karadayı’nın Brüksel ziyareti sırasında yerine vekalet eden Orgeneral Köksal, “Kimsenin ağzına fermuar çekecek değiliz” açıklamasında bulunur (Akpınar, 2001). Genelkurmay’ın soruşturma açılmaması gerekçesinin arkasındaki bir diğer neden de o güne kadar yaklaşık 400 kadar suç duyurusunu Adalet Bakanı Kazan’a iletmiş olan Genelkurmay’ın bunların çoğu hakkında işlem yapılmadığını görmesi diye yorumlanır ([25]). Akpınar’a (2001) göre “askerlerin sözcüsü gibi konuşan” Milli Savunma Bakanı Turhan Tayan, bu dosyaların “yüzde 80’nden fazlasının sonuçsuz bırakıldığını” ifade eder.
         Milli Gazete, “Darbe çığırtkanları yeni bir nöbete yakalandı” yorumuyla 22 Nisan (1997) günkü manşet haberinde, “Başta ‘geveze medya’ olmak üzere muhalefet liderleri ve haddini aşan bazı erkan, yem boruları kesilen rantçılarla birleşince tam bir cunta korosu meydana geldi” diye yazar.
         Ertesi gün, 23 Nisan günü Hürriyet gazetesi, “Kuruluşunun 77’inci yıldönümünde, TBMM üzerinde, rejime ve laik sisteme yönelik tehditlere göz yuman hükümete karşı, cumhuriyet tarihinin en büyük kamuoyu baskısı oluştu” ifadesini manşetten yayınlar. Aynı gün (23 Nisan 1997) Milli Gazete ise, Atatürk’ün adını başlığına taşımadan, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözlerine ilk Meclis’in fotoğrafıyla birlikte yer verir. Fotoğraf altında “sakallısı-sarıklısı, cübbelisi-cübbesizi, hacısı-hocası ve paşasıyla bir bütün olan milletin cumhuriyetin temellerini attığı” ifade edilir.
         Meclis’teki 23 Nisan özel oturumunda konuşan DSP lideri Ecevit’in sözleri ise RP’lilerin tepkisini çeker (Milli Gazete, 25 Nisan 1997). Kimi RP’li milletvekilleri, Meclis kürsüsünde “Hükümetin RP kanadı, laikliğe karşı ve devlet yönetiminden büyük ölçüde sorumlu olduğu devlete karşı savaş açmış durumdadır” diye konuşan Ecevit’in üzerine yürür (Hürriyet, 24 Nisan 1997). Olaylar üzerine Genel Kurul salonundaki Kara Kuvvetleri Komutanı Hikmet Köksal, salonu terk eder (Hürriyet, 25 Nisan 1997). Aynı gün DYP kanadında ise hükümetten çekilme önerileri yine gündemdedir ve ANAP lideri Yılmaz yeni bir hükümet formülünü seslendirmektedir (Hürriyet, 25-26 Nisan 1997).
Birinci Tehdit: İrtica
         Nisan ayının MGK toplantısının yapılacağı gün, eş deyişle 26 Nisan günü Sanayi ve Ticaret Bakanı Yalım Erez ile Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna görevlerinden istifa ederek hükümetin DYP kanadındaki rahatsızlığı açığa vururlar (Milli Gazete, 27 Nisan 1997). Erez, “DYP’deki diğer muhalif arkadaşlar ile bir araya gelip, bu hükümeti düşüreceğiz. Bu iş bugün yarın biter” açıklamasında bulunur (Hürriyet, 28 Nisan 1997).
         Aktuna daha sonra 28 Şubat’ın beşinci yıldönümünde “Ben (askerler tarafından) uyarıldığım izlenimi almasaydım bakanlıktan istifa etmezdim. Bu tür durumları siyasiler çözer, dışarıdan müdahale olmamalıdır. Dolayısıyla biz de istifa ederek koalisyonun bozulmasını sağladık” diye kararının nedenini açıklayacaktır (İpekşen ve Tanıktan, 2002).
         İşte bu ortamda Nisan ayındaki MGK toplantısının gündeminde yine irtica konusu vardır (Hürriyet, 26 Nisan 1997). Toplantıya hazırlıklı gelen askerler, “kararların uygulanmasında sıkıntı görülüyor” diye konuşur. Söz alan Çiller, “Bu konuda hiçbir endişe olmamalıdır. Bu kararlar tam olarak uygulanacaktır. Bu konuda kararlılığımız tamdır” diyerek askerlerin öfkesini yatıştırmaya çalışır (Hürriyet, 28 Nisan 1997). Sekiz saat beş dakika süren toplantı sonrasında “rejim aleyhtarı irticai faaliyetlere yönelik uygulanması istenen tedbirlerin safhalarının Bakanlar Kurulu’nca takibi için etkin bir çalışma yapılması” üzerinde görüş birliğine varıldığı açıklanır (AA., 26 Nisan 1997). Toplantıda askerlerin doğrudan hükümet üyelerine yönelttikleri eleştiriler ve irtica ile mücadele konusundaki kararlı tutumları, kamuoyunda büyük yankı yaratır (Akpınar, 2001).
         Hürriyet gazetesi 27 Nisan (1997) günü, sürmanşetten, “Erbakan, Başbakanlıkta birkaç gün daha fazla kalmak için 8 yıl kesintisiz eğitim konusunda tam anlamıyla kıvırdı” yorumuyla “8 yıl dansözlüğü” başlığını kullanır.
         İzleyen günlerde askerler, 28 Şubat Kararları’nın uygulamaya konulması konusunda atılan adımları yeterli bulmadıklarından, rejim sorunu olarak tanımlanan irticanın bir hükümet politikası olmaktan çıkıp, bir devlet politikası olması yolunda çalışmalara başlarlar (Akpınar, 2001). 29 Nisan günü Genelkurmay Başkanlığı, medya yöneticileri ve yazarlara verdiği “PKK Terörü ve Yunan İlişkileri” başlıklı brifingde MASK’ın değiştiğini ilan eder (Hürriyet, 30 Nisan 1997). Açıklamada, “Bölücü ve irtica odakları, eylem birliği ve dayanışma içinde Türkiye Cumhuriyeti’ni bölmek istiyorlar. Bu, devletin parçalanması demektir. Bu durumda iç tehdit dış tehditten önce gelmekte ve birinci tehdit durumuna girmektedir” denilir. Üç saat süren brifingde konuşan Korgeneral Çetin Doğan, “Türk Silahlı Kuvvetleri, laik, demokratik, sosyal hukuk devletini bozmak isteyen ve içeriden kaynaklanan tehditlere karşı da sorumluluk sahibidir. Bu tüm yurttaşların sorumluluğudur. Ancak bizim farkımız, elimizde silah olmasıdır. Silah olduğu için doğru yerde, halkın istediği yönde ve doğru zamanda kullanma bilincindeyiz” diye konuşur. Burada ilk kez askerler tarafından “içeriden kaynaklanan tehditler” konusunda silah kullanılmasından söz edilmesi dikkati çeker (Akpınar, 2001; Eğilmez, 1998).
         Brifinge davet edilmeyen Milli Gazete (1 Mayıs 1997) ise Hürriyet, Milliyet, Sabah ve Yeni Yüzyıl gazetelerinin brifingde verilen bilgileri “bile” çarpıttığını yazar.
         “Genelkurmay brifingi”, 2 Mayıs’ta da üniversiteler ile işçi ve işveren kuruluşlarına verilir. Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin korunması için salondaki bütün örgüt yöneticileri “hemfikir” olduklarını açıklarlar. Bu arada küçük ve orta sermaye grupları da hükümete karşı açıkça tavır almaya başlamış, TOBB’ye bağlı 33 sanayi ve ticaret odası başkanı REFAHYOL Hükümeti’ne karşı olduklarını açıklamıştır (Akpınar, 2001).
         2 Mayıs günü yaşanan bir başka gelişme Flash TV’ye gerçekleştirilen saldırıdır (Hürriyet, 4-5 Mayıs 1997). Banka satışına aracı olunması konusunda “Kumarhaneler Kralı” Ömer Lütfi Topal ile “yer altı dünyasının ünlü isimlerinden” Alaattin Çakıcı karşı karşıya gelmiş, Çakıcı Flash TV’de “Çiller ailesi hakkında” konuşmuş ve ertesi gün İstanbul’da Flash TV baskını gerçekleşmiştir. Yaklaşık 40 kişi 5 silahla toplam 62 el silah sıkılmış, saldırganlardan ikisi kısa bir süre sonra Emniyet’e kendiliğinden teslim olmuştur (Orakoğlu, 2003).
         Ertesi gün ise Telsiz Genel Müdürlüğü, Flash TV’nin yayınının “izinsiz upling” (uyduya çıkış cihazı) ve Radyoling cihazlarını yurda sokarak işlettiği gerekçesiyle “süresiz olarak” saat 17:35’ten itibaren durdurur. Merkezi Bursa’da bulunan televizyon kanalı, 3,5 saatlik aradan sonra kara linkleri aracılığıyla yeniden yayına başlar (Akel, 1998). Gelişmeler üzerine Flash TV’ye düzenlenen saldırı ve kapatma olayları hakkında TBMM’de Meclis araştırması açılmasına ilişkin öneri kabul edilerek araştırma komisyonu oluşturulur ([26]).
Sekiz Yıllık Kesintisiz Temel Eğitim Karşıtı Eylemler
         Hükümetin gündeminde ise erken seçim (Milli Gazete, 30 Nisan 1997), kesintisiz temel eğitim ve imam hatipler (Milli Gazete, 2 Mayıs 1997) konularıyla 2 Mayıs günü başlayan D-8 Sanayi Çalışma Koordinasyon Grubu toplantısı vardır.         Sekiz yıllık zorunlu kesintisiz temel eğitim konusuna duyulan tepki İstanbul’da Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda öğrenci ve öğrenci velilerinin katıldığı bir toplantıda ele alınır (Milli Gazete, 5 Mayıs 1997). Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) Başkanı Erol Yarar öncüğündeki 142 kuruluş temsilcisi, 8 Mayıs’ta Erbakan’ı ziyaret ederek “sekiz yıllık zorunlu eğitim dayatmasına karşı” topladıkları imzaları sunar (Milli Gazete, 7 Mayıs 1997). Görüşmede Yarar, en ideal formülün “5+3” olduğunu kaydeder. Milli Gazete’ye (8 Mayıs 1997) göre “uzmanlar, siyasi parti temsilcileri, yabancı okul müdürleri, gönüllü kültür teşekkülleri ve milyonlarca halk” bu formülde ısrar etmektedir. Başbakan Erbakan, “Türkiye’de hiç kimsenin çocuğuna küçük yaşta din eğitimi verdirme hakkı engellenemez” sözleriyle dikkati çeker (Akpınar, 2001). RP’liler, “İmam Hatip Liseleri’ni ve Kur’an Kursları’nı kapatmaya kimsenin gücü yetmez” açıklamalarında bulunur (Milli Gazete, 9 Mayıs 1997).
         TBMM’de gazetecilerin sorularını yanıtlayan RP Şanlıurfa Milletvekili İbrahim Halil Çelik ise “İmam Hatiplerin kapatılması durumunda tavrınız ne olur?” sorusuna büyük tepkiler çeken şu yanıtı verir: (Akpınar, 2001)
         “RP iktidarında İmam Hatipleri kapatmaya kalkarsanız kan dökülür. Cezayir’den beter olur. Ben de kan dökülmesini istiyorum. Demokrasi böyle gelecek, fıstık gibi olacak. Ordu 3500 PKK’lı ile baş edemedi, 6 milyon İslamcı ile nasıl baş edecek. Rüzgara karşı işerlerse yüzlerine gelir. Bana vurana ben de vururum. Ben sapına kadar şeriatçıyım, şeriatın gelmesini istiyorum.”
         Akpınar’a (2001) göre, aslında Çelik’in sözleri 13 Nisan 1994’te Meclis Grubu’nda konuşan Erbakan’ın sözlerini hatırlatır. Erbakan’ın orada söylediği “RP, Adil Düzen getirecek. Bu kesin, şart. Geçiş dönemi yumuşak mı olacak, sert mi olacak; tatlı mı olacak, kanlı mı olacak, 60 milyon buna karar verecek” sözlerinin ardından üç yıl sonra, bir başka RP’li “kan dökülmesi”nden söz eder.
Çelik’in sözleri üzerine, Ankara DGM tarafından “Halkı açıkça kin ve düşmanlığa tahrik” suçundan dava açılır. Genelkurmay ise “Bu tür meczuplara ve onların hezeyanlarına cevap vermek durumunda” olmadıklarını belirten bir açıklama yapar. Ancak RP milletvekillerinin orduyu ve rejimi hedef alan açıklamaları devam eder. Bu kez RP Bitlis milletvekili Zeki Ergezen şu açıklamada bulunur: (Akpınar, 2001)
         “MGK Anayasal kuruluş diye milletin arzusunun dışında hareket edemez. İç güvenliği sağlamak, eğitimi tanzim etmek askerlerin görevi değildir. Ordunun görevi ülkenin dış güvenliğini sağlamaktır ve hükümetin emrindedir. Komutanlara sesleniyorum: Görevlerini bilsinler, görevlerini yapsınlar. Milleti huzursuz etmenin anlamı yok. 28 Şubat’taki MGK’da yapılan yanlışın farkına varılsın ve ısrarcı olunmasın. Ordu orduluğu, hükümet de hükümetliğini bilsin.”
         Gelişmeler üzerine Hürriyet gazetesi (10 Mayıs 1997), “Kesintisiz eğitimden çark eden Erbakan fırsat verince, uzun zamandır suskun olan RP milletvekilleri arka arkaya silahlı kuvvetleri tahrik edici demeçler vermeye başladı” tartışmasını gündeme taşır.
Sultanahmet Mitingi
         Bu arada iktidar milletvekillerinin sekiz yıllık eğitim konusundaki sert muhalefeti, sokak hareketleri için de uygun bir iklim yaratır (Akpınar, 2001). 9 Mayıs’ta Bingöl’de 500 kişilik bir grup İmam Hatipler’in kapatılmasına karşı yürüyüş düzenler. Asılan pankartlarda türban konusuna yönelik, “Canımızı veririz, örtümüzü vermeyiz. Örtümüze dokunmayın” yazmaktadır. Tekbir getirerek yürüyen grup, “Kur’an’a uzanan eller kırılsın, yaşasın şeriat” sloganları atar (Akpınar, 2001).
         DYP lideri ve Başbakan Yardımcısı Çiller, 10 Mayıs günü İstanbul’da Sultanahmet Meydanı’na çıkar. “Demokrasi ve Orta Sağı Bütünleştirme” mitinginde konuşan Çiller, muhalefetin “kartelci medya” ile anlaşarak “darbe kışkırtıcılığı” yaptığını halka şikayet ettikten sonra 1980-1994 yılları arasında Doğan ve Sabah Grubu ile Koç Holding’e verilen teşvikleri açıklar. Nakit teşvikleri kendisinin kestiğini söyleyen Çiller, ertesi gün gazetelere “medyaya cihat açtı” başlığıyla haber olur (Milliyet, 11 Mayıs 1997).
         Hürriyet gazetesi (11 Mayıs 1997) ise Çiller’in “halkın gözünün içine baka baka rakamları tahrif ettiğini” ileri sürer. Habere göre bu para grubun yaptığı toplam yatırımları ifade etmektedir. Ardından Doğan Grubu, Çiller hakkında Hürriyet ve Milliyet gazeteleri adına toplam 1 trilyon liralık tazminat davası açar (Hürriyet, 13 Mayıs 1997).
         Ertesi gün aynı miting alanında sekiz yıllık eğitim karşıtları vardır. “Türkiye Gönüllü Teşekkülleri”nce İstanbul’da Sultanahmet meydanında düzenlenen ve yaklaşık 30 bin kişinin katıldığı “İmam Hatipler ve Kur’an Kurslarımıza Dokunmayın” adlı mitingde sarıklı, takkeli, cübbeli ve çember sakallı erkeklerle, kara çarşaflı ve türbanlı kadınlar arasında Arapça bez afişler ve yeşil şeriat bayrakları dalgalanır (Hürriyet, 12 Mayıs 1997). “Yaşasın şeriat” diye bağıran kalabalık, “Millet burada, generaller nerede? Çevik Bir istifa! Kur’an’a uzanan eller kırılsın” sloganları atar.
         Öte yandan aynı gün Milli Gazete’nin (12 Mayıs 1997) tam sayfa ayırarak, “tarihi miting” diye nitelediği gösteride milletin, “Okulumu kapatmayın” dediği vurgulanır.
         RP’li milletvekillerinin kalabalığın arasında yer aldığı mitingde konuşan Yeniden Doğuş Partisi (YDP) Genel Başkanı Hasan Celal Güzel, “MGK eğitimden ne anlar? Hiçbir tank imamın önüne geçemez” dediğinde, kalabalıktan tekbir ve slogan sesleri yükselir. RP’li TBMM Başkanvekili Yasin Hatipoğlu ise, “Sen hangi hakla İmam Hatipleri, Kur’an Kursları’nı kapatacaksın. Sekiz yıl kararı çıkarsa, 160 Refah milletvekili adına söylüyorum; sine-i millete döneriz” diye konuşur (Akpınar, 2001).
         Yaklaşık dört saat süren miting sonunda bir grup, Sultanahmet Türbesi’nin üzerine çıkarak, “İçinizdeki Laiklik Canavarını Durdurun” yazıl bir pankart açar. Türbenin üzerindeki sarıklı ve cübbeli bir grup ise, ellerindeki “cihat bayrakları”nı sallayarak, “Müslümanlar burada, laikler nerede?” diye slogan atar (Akpınar, 2001).
         Mitingin ardından ertesi gün Genelkurmay Başkanlığı’nda bir toplantı yapılır ve ardından Adalet Bakanlığı’na RP’li İbrahim Halil Çelik ve Zeki Ergezen hakkında suç duyurusunda bulunulur (Akpınar, 2001).
         12 Mayıs günü Hürriyet gazetesine silahlı bir saldırı gerçekleşir (Hürriyet, 13 Mayıs 1997). Saldırıdan sonra teslim olan Hüseyin Vuran’ın daha önce psikolojik tedavi gördüğü ve öğrenci olduğu Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’den kaydının geçen yıl silindiği bildirilir (Akel, 1998). Hürriyet (13 Mayıs 1997) olayı, “iktidarın medyaya yönelik karalama ve hedef gösterme kampanyalarının ardından başlayan silahlı saldırıların ikincisi” diye yorumlar ([27]). İzleyen günlerde de Çiller’in açıkladığı teşvikler konusu ile gazeteye yapılan saldırı gündemin önemli başlıkları arasındadır.
         TSK’nın Kuzey Irak harekatına başladığı 14 Mayıs günü Sabah gazetesinde DYP milletvekillerine “açık çağrı” vardır.  “Tarihi görev sizi bekliyor” denilen çağrıda şöyle yazar:
         “Sizler ‘Erbakan’ı iktidardan uzak tutmak’ sözüyle oy istediniz ve seçildiniz. Refah iktidarının sakıncalarını bugün hep birlikte yaşıyoruz. Rejim ve demokrasi adına daha ağır bedeller ödememek ülkeyi kötü bir maceraya sürüklememek için bu koalisyona verdiğiniz desteği geri çekin. Tarihi misyonu, ülkeyi çağdaşlık yolunda büyütmek olan DYP’nin milletvekilleri olarak göreviniz vicdanınızın sesini dinlemek, milletin isteğini yerine getirmektir.”
İrtica Karşıtı Eylemler
         RP’siz hükümet formüllerinin bir biri ardına gündeme geldiği izleyen günlerde, Kuzey Irak’ta yürütülen operasyona yönelik haberler de dikkati çeker. Meclis’te gensoru önergeleri birbirini izler. “Ülke sorunlarını ağırlaştırdıkları ve Cumhuriyetin temel ilkelerini sürekli çiğneyerek toplumu iç çatışmaların eşiğine getirdikleri iddialarıyla”, 16 Mayıs günü muhalefetteki ANAP, DSP ve CHP’ni birlikte verdiği gensoru önergesi, Cumhuriyet tarihinin ilklerinden bir başkası olur (Hürriyet, 17 Mayıs 1997).
         Bu arada hükümet ile medya arasında da ipler giderek gerilmektedir. Milli Gazete (16 Mayıs 1997) “ülkenin ayakbağları” yorumunu taşıyan manşet haberinde “medya, muhalefet, rantiye” sözcükleriyle konuya dikkat çeker.
         DYP İzmir Milletvekili, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Işılay Saygın, “laikliğin tehlikede olduğunu” belirterek, 17 Mayıs günü istifa eder (Hürriyet, 18 Mayıs 1997). Aynı gün, sekiz yıllık eğitim karşıtı mitinglere karşı yanıt niteliği taşıyan mitinglerde “Mollalar İran’a”, “Türkiye laiktir, laik kalacak” sloganları atılmaktadır. CHP’nin, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı başlattığı Samsun’da düzenlediği mitingin ve Ankara’da Atatürkçü Düşünce Derneği’nin düzenlediği mitinglerin teması aynıdır (Akpınar, 2001; Hürriyet, 18 Mayıs 1997).
         Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak için Samsun’a çıktığı gün, 19 Mayıs’ta tüm yurtta laiklik yanlısı gösteriler yapılır. 19 Mayıs Stadyumu’ndaki törene katılan Erbakan, ıslık ve yuhalamalarla protesto edilir. Cumhurbaşkanı Demirel, Meclis Başkanı Kelemli ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Karadayı, Erbakan ve Çiller ile el sıkışmaz. Aynı akşam Ankara Hipodrom’da  100 bin kişinin katıldığı Zülfü Livaneli konseri ise irticaya karşı laiklik mitingine dönüşür (Akpınar, 2001).
         Hükümet aleyhine verilen gensoru oylamasının görüşmesi 20 Mayıs’ta gerçekleşir. ANAP, DSP ve CHP liderlerinin imzasını taşıyan önergenin gerekçesinde, “Halkın inananlar ve inanmayanlar diye bölündüğü, kardeş kavgası ortamı yaratıldığı ve cumhuriyetin temel niteliklerinin tehlikede olduğu” ifade edilir. Hükümet ise “iddiaların tamamen yanlış ve hilafı hakikat konular olduğu” açıklamasıyla kendisini savunur ([28]). Olaylı geçen oturumda önerge, 265’e karşı 271 oyla, eş deyişle altı oy farkla reddedilir ([29]).
         DYP içinde artan muhalefete karşı koyamadığını söyleyen Çiller, Erbakan’a “Başbakanlık görevini biz alırsak ülkedeki tansiyon biraz daha düşer. Ekim ayında da erken seçime gideriz” önerisinde bulunur. Ancak Erbakan, böyle bir sıkıntı görmediğini ifade eder (Akpınar, 2001).


Kapatma Davası
         Muhalefetin gensorusunun reddedilmesinin hemen ardından 21 Mayıs 1997 günü Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, “ülkeyi iç savaşa sürüklediğini” söyleyerek, Türkiye’de ilk kez iktidardaki bir parti için kapatma davası açar (İba, 1999; Hürriyet, 22 Mayıs 1997). Savaş, RP’nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’ne başvurur. Dava, “Anayasamızın laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı haline geldiği açıklıkla anlaşıldığından Refah Partisi’nin temelli kapatılmasına” karar verilmesi istemini taşır. Medya, “davanın Genelkurmay’ın baskısıyla açıldığını” yazar (İba, 1999).  Böylece daha önce paralel görüşleri savunan Milli Nizam Partisi’nin (26 Ocak 1970-21 Mayıs 1971) ve ardından kurulan, 12 Eylül 1980 askeri müdahalesine dek devam eden Milli Selamet Partisi’nin karşılaştığı kapanma süreci, 1983’te kurulan RP  için de iktidar olduğu dönemde başlamış olur. Akpınar’ın (2001) deyimiyle rejim, hukuksal yolları kullanarak RP’yi siyaset satrancının dışına itmek için düğmeye basmıştır.
         TBMM’de olağanüstü toplanan RP grup toplantısında konuşan Erbakan, partisinin kapatılamayacağını savunarak, “Bu adamın yaptığı görevi suiistimal ve suçtur. Bu adam görevini bilmiyor, kime yaranmak istiyor?” diye Başsavcı Savaş’ı hedef alır (Hürriyet, 23 Mayıs 1997). RP’liler başsavcının iddialarının asılsız olduğunu savunur (Milli Gazete, 22 Mayıs 1997). RP Grup Başkanvekili Salih Kapusuz, davayı “eşi görülmemiş hukuk rezaleti” sözleriyle yorumlar (Milli Gazete, 23 Mayıs 1997).  Daha sonra RP lideri Erbakan, partisine karşı kapatma davası açan Savaş hakkında, “parti tüzel kişiliğine ve şahsına hakaret ettiği” gerekçesiyle 20 milyar liralık tazminat davası açar (Hürriyet, 28 Mayıs 1997).
         Öte yandan RP’ye kapatma davasının açıldığı gün “Silahsız Kuvvetler” cephesinde de hükümetin iş başından uzaklaştırılması için ortak bir bildiri yayınlanır. TİSK, TOBB, TESK, TÜRK-İŞ ve DİSK Başkanları’nı imzasını taşıyan bildiride “yeşil bayraklı eylemcilerin cesaretlendirildiğinin” altı çizilerek laik, çağdaş ve Atatürkçü çizgideki bir hükümet isteği dile getirilir (Akpınar, 2001). Bir de eylem planı hazırlanmıştır. Hükümetin çekilmemesi durumunda hayata geçirileceği duyurulan plana göre günde iki saat şalterlerin indirilmesi ve kontakların kapatılması kararlaştırılmıştır (Akpınar, 2001).
Hükümetin Çözülmesi
         Gelişmeler doğrultusunda 23 Mayıs’ta DYP Genel Başkan Yardımcısı Necmettin Cevheri olaylı bir tartışma sonrasında görevinden ayrıldığını açıklar (Hürriyet, 24 Mayıs 1997). Aynı gün iki ve ertesi gün de iki milletvekili daha DYP’den istifa eder. İstifalarla birlikte DYP’nin sandalye sayısı 117’ye düşer (Hürriyet, 24 Mayıs 1997).
         Bu arada Silahlı Kuvvetler, “ordu içindeki rejim karşıtlarını ve radikal İslamcıları belirlemek için” özel birimler oluşturur (Akpınar, 2001). Bu birimler tarafından durumları kuşkulu subay ve astsubaylar hakkında “Personel Durum Takip Çizelgesi” hazırlanır. Çizelgede, personelin “giyim-kuşam tarzı”, “sosyal faaliyetleri” ile “propaganda faaliyetleri” yakından izlenir ([30]).
         Hazırlıklar tamamlandığında takvim, 26 Mayıs’ı göstermektedir. Yüksek Askeri Şura bu kez olağanüstü toplanır. Genellikle yılda iki kez, Ağustos ve Kasım aylarında toplanan YAŞ’nın Mayıs ayındaki olağanüstü toplantısının gündeminde yine irticai faaliyetlerle ilişkisi bulunduğu belirtilen subay ve astsubayların dosyaları vardır (Hürriyet, 27 Mayıs 1997). Üçü albay olmak üzere, 61 subay ve 100 astsubayın ordudan ilişiğinin kesilmesi istenir. İba’ya (1999) göre bunların yüzde 90’a yakını irtica, geri kalanı ise “aşırı sol” faaliyetlere karışmıştır. Erbakan, dosyaları “zorluk çıkarmadan” imzalar (Hürriyet, 27 Mayıs 1997). Ancak Radikal gazetesi (27 Mayıs 1997) Erbakan’ın “sayının açıklanmaması koşuluyla” imzayı attığını yazar.
         Erbakan’ın Başbakanlık koltuğundan çekilmeye niyetli olmayan tavrı DYP lideri Çiller’i hükümetten çekilme tehdidine zorlar. 28 Mayıs günü toplanan DYP Grubu’nda konuşan Çiller, hükümetin devam etmesinin mümkün olmadığını açıklar (Akpınar, 2001). Öğleden sonra görüştüğü Erbakan’dan “Bu hükümetin devamı yönünde bir sıkıntı yok. Malum çevrelerin oyunudur bu. Biz bu hükümeti 2000 yılına kadar sürdürmek için kurduk. Önümüzdeki yılın Haziran ayında görev sırası size gelecek. Benim ve partimin görüşü budur” yanıtını alır. Bu yanıt üzerine Çiller, Genel İdare Kurulu’nu toplantıya çağırır. Toplantının henüz başında Erbakan, toplantının durdurulmasını isteyerek görüşme talebinde bulunur. Görüşmeye Genel Başkan Yardımcısı Rıza Akçalı gider. DYP’nin “Başbakanlık Çiller’e devredilmezse hükümetten çekiliyoruz” mesajı karşısında Erbakan geri adım atarak, prensipte kabul ettikleri yanıtını verir. Erbakan, “Başbakanlık görevinin haziran ayı sonunda Çiller’e devredilmesi” teklifini kabul ederken, partisi hakkındaki kapatma davası nedeniyle Siyasi Partiler Yasası’nda değişiklik yapılması isteğinde bulunur. İki lider anlaşınca kriz sona erer. (Akpınar, 2001).
Şevki Yılmaz Krizi ve MGK’nın Kuruluş Yıldönümü Töreni
         29 Mayıs akşamı Kanal D’deki Arena programında, RP Rize Milletvekili Şevki Yılmaz’ın 1994 yılında yaptığı ve gizli kalmış bir video kaseti yayımlanır (Akpınar, 2001). Kasette devletin dininin Hıristiyanlık olduğunu iddia eden Yılmaz, Konya Büyükşehir Belediyesi’nin kentteki genelevleri kapatmak istediğini, ancak bunun TBMM tarafından engellendiğini ileri sürerek, parlamentoya ve milletvekillerine küfürler savurur. Yılmaz’ın medyada geniş yankı bulan sözleri şöyledir: (Akpınar, 2001)
         “Kanunlar önümüze çıktı, bu p…’lerin oluşturduğu Türk Parlamentosu’ndan. Türkiye tehlikededir. Türkiye’nin başı ve parlamentosu ihanet içindedir. Bu ülke hainlerin elindedir. Alçakların idaresindedir. Bizi idare eden 60 yıllık iktidarların yüzde 80’inde deve kadar namus yok…” ([31]).
         RP’li Şevki Yılmaz ise kendisini “yargısız infaz yapıldığı” sözleriyle savunur (Milli Gazete, 31 Mayıs 1997). Yılmaz, televizyonlarda yayınlanan kasetleri “teknik oyunlardan yararlanarak gerçekleştirilen bir komplo ve oyun” diye değerlendirir.
         Yılmaz’ın kasetinin yankıları eşliğinde, 31 Mayıs günü MGK’nın kuruluşunun 64’üncü yıldönümü nedeniyle bir tören düzenlenir (Hürriyet, 1 Haziran 1997; Akpınar, 2001). Törenin başlıca konusu irtica ile mücadeledir. Törende konuşan Genel Sekreter Orgeneral İlhan Kılıç, bütün İslam alemi içerisinde akıl, bilim ve çağdaşlaşmayı esas alarak hukuk düzenini ve eğitim sistemini çağın gereklerine uygun duruma getirmiş, devleti laikleştirme başarısı gösterebilmiş yegane ülkenin Türkiye olduğunu belirtir. Orgeneral Kılıç, “Herkes bilmelidir ki, Atatürk’ün kurduğu modern ve laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin nitelikleri değişmeyecek ve değiştirilmeyecektir” diye konuşur.
         Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ise konuşmasında “seçilmişler ve atanmışlar” tartışmasına parmak basarak, son günlerde “kimin altında, kimin üstünde olduğu tartışmalarının yapıldığı MGK’nın hiçbir esrarengiz yanı bulunmadığını, ülkenin güvenlik meselelerini çok iyi takip eden son derece önemli bir anayasal kuruluş” olduğunu ifade eder.
         Orgeneral Kılıç’ın değindiği görüş ve değerlendirmelerin tümüne katıldığını söyleyen Başbakan Erbakan ise konuşmasında gerilimi yumuşatmaya yönelik olarak “MGK Genel Sekreterliği’nde üretilen her türlü belge ve rapor; titiz, kapsamlı, akılcı, verimli ve kaliteli olmuştur… MGK ve MGK Sekreteryası, Atatürk ve Cumhuriyetin bir kurumudur. Bu büyük bir iftihar vesilesidir” diye konuşur. Erbakan’ın “MGK’nın gündemine aldığı stratejik konulara öncelik verildiği ve bunların dikkat ve ihtimamla uygulanmasına özen gösterildiği” sözleri ise salonda ciddiye alınmaz. Çünkü salondaki herkes, 28 Şubat Kararları’nın uygulamasının bilinçli olarak geciktirildiğini söylemektedir.
         Törenin ardından gerçekleştirilen MGK toplantısı, son üç ayın en gergin anlarına sahne olur (Hürriyet, 1 Haziran 1997; Akpınar, 2001). Toplantıda asker, Erbakan’a “Sultanahmet’teki mitingin halkla orduyu karşı karşıya getirme provası” olduğunu ifade eder. 28 Şubat Kararları’nın uygulanması konusunda “bir arpa boyu yol alınamadığını” belirten komutanlar, irticai faaliyetlerin önlenmesi ve laik demokratik cumhuriyetin üzerindeki tehditlerin bertaraf edilmesi konusundaki kararlılığını sert bir dille belirtirler. Toplantıda Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hikmet Köksal, “MGK kararlarının uygulanması konusunda polisiye tedbirler öne çıkıyor. Polisiye tedbirlerle bu iş olmuyor. İrticai giyim kuşam ve davranışları cezalandırıcı yasalar yeterli değil. Yasal boşlukların bir an önce giderilmesi lazım” diye konuşur. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Karadayı ise ordunun kararlılığını dile getiren bir konuşma yapar. Karadayı’nın sözleri üzerine Çiller şu savunmada bulunur: (Akpınar, 2001)
         “Biz PKK ile mücadelede de hemen sonuç alamamıştık. Her şey yapılacak. Yasa dışı Kur’an Kursları’nı ve yurtları kapatıyoruz. Sarıklıları topluyoruz. ‘Hükümet hiçbir şey yapmıyor’ denemez. Bir ay içinde önemli işler yaptı. Ben bardağa biraz da dolu tarafından bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Çalışmalarımız küçümsenemez.”
         Akpınar (2001)a göre toplantıda zaman zaman yükselen tansiyonu düşürme görevi yine Demirel’e düşer. Demirel, daha önceki tartışmalarda olduğu gibi bu toplantıda da zaman zaman ara vererek gerginliği “yumuşatmaya” çalışır. Artık, MGK toplantılarında gündemi de, sonucu da askerler belirlemeye başlamıştır (Akpınar, 2001).
         Bu arada Erbakan ve Çiller bir kez daha” hodri medyan” sözleriyle, “erken seçim” konusunu gündeme getirirler (Milli Gazete, 2 Haziran 1997). İki parti arasında yapılacak “seçim ittifakı” duyumları DYP içinde tepkilere neden olur (Hürriyet, 3 Haziran 1997). Bu arada “solda birlik” arayışları dikkati çeker (Hürriyet, 4 Haziran 1997). Erbakan ve Çiller arasında “başbakanlığın devri” formülü ise gündeme gelen bir başka konudur (Hürriyet, 5 Haziran 1997). Aynı gün Anayasa Mahkemesi, “Dağıtım Yasası” ile ilgili süreli ve süresiz yayınların dağıtımını şartlı yerine getirdiği halde yapmayan kuruluşların faaliyetlerinin üç ay süreyle durdurulmasına ilişkin yasağı iptal eden kararını açıklar (Hürriyet, 6 Haziran 1997). Mahkeme, yasanın “satış zorunluluğu ve ağır ceza” hükümlerini oy birliğiyle iptal etmiştir.
Ödenek Krizi
         Kuzey Irak operasyonunda “helikopter faciası” sonrasında şehit düşen sekizi subay, iki astsubay ve bir er için Ankara Kocatepe Camii’nde 5 Haziran günü cenaze töreni düzenlenir (Hürriyet, 6 Haziran 1997). Basın toplantısı düzenleyen Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak, faciaya “Rus yapımı PKK füzelerinin neden olduğunu” açıklar (Hürriyet, 7 Haziran 1997). Toplantıda hükümetin TSK’ya yönelik olumsuz bir tutum içinde bulunduğunu iddia eden Özkasnak, operasyon için hükümetten para istenildiğini ancak, bir yanıt alınamadığını söyler. Özkasnak, 1997 bütçesi yapılırken son sınır ötesi operasyon bilinmediği için doğal olarak pay ayrılmadığını belirterek, “TSK’nın önceden planlanan projelerinin aksamaması için paranın ödenmesi gerektiğini” ifade eder. Gazetelere “Ordunun istediği ek ödeneğin verilmemesi” diye yansıyan olay, Cumhuriyet tarihinde bir başka ilk şeklinde yorumlanır.
         Anlaşıldığına göre Erbakan, 22 Mayıs’ta gönderilen ek ödeneği derhal imzalamak yerine, “ek ödenek yok” açıklamalarıyla bekletmiştir. Özkasnak’ın olayı kamuoyuna açıklamasının ardından  Erbakan, Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir ile Maliye yetkililerini bir araya getirir. Toplantıdan sonra Bir, “Başbakanımız bizim haklılığımızı tescil etti” açıklamasında bulunur ve daha sonra Maliye Bakanı Abdüllatif Şener’i suçlar (Hürriyet, 8 Haziran 1997). Ödenek ertesi gün, ödenir. Başbakan Yardımcısı Çiller bu olaydan haberi olmadığını söylerken, Milli Savunma Bakanı ise gecikmenin bürokratik nedenlerden ileri geldiğini savunur ([32]).
         Bu arada Genelkurmay Başkanlığı bir ambargo kararı alarak ordu mensuplarına, irticaya destek verdiğini duyurduğu, medyada “yeşil sermaye” ya da “İslami sermaye” diye adlandırılan şirketlerden “alışveriş yapılmaması” çağrısında bulunur (Milliyet, 6 Haziran 1997). Yurt dışından kuryelerle yurda para sokarken yakalanan Yimpaş ve Kombassan Holding başta olmak üzere, “kara defterde” TGRT Televizyonu ve Türkiye Gazetesi sahibi Enver Ören’e ait İhlas Holding, Asya ve Ülker Gıda, Beğendik Mağazaları ve MÜSİAD üyesi kuruluşlar yer almaktadır([33]). Komutanlar, irtica ile mücadele çerçevesinde cepheyi genişletmekte ve “irticanın para kaynağını kesme” çabasındadır (Akpınar, 2001).
Genelkurmay Brifingleri
         RP’li Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın “katılmayın” uyarıların rağmen, 10 Haziran günü Genelkurmay Başkanlığı, savcılara “İslami Sermayenin Finans ve Eğitim Stratejisi” başlıklı, “cumhuriyet rejimini yıkarak yerine dini esaslara dayalı siyasi İslam düzenini kurmak isteyen irticai unsurların ulaştığı boyutlarla ilgili” bir brifing verir (Hürriyet, 9-10 Haziran 1997). Ankara Başsavcılığı brifinge izinsiz katılmanın suç olduğuna dair bakanlığın sözlü talimatını yargıç ve savcılara iletse de, brifinge 400 hakim ve savcı katılır ve brifingin sonunda askerleri büyük bir coşkuyla alkışlarlar (Hürriyet, 11 Haziran 1997). Kazan’ın tutumuna karşı “bir üst düzey askeri yetkili”, “Brifinge Cumhuriyet’in savcıları gelir, Meşrutiyet’in savcıları gelmez” açıklamasında bulunur (İba, 1999).
         İrticai faaliyetleri finanse eden şirketlerin gelirlerinin anlatıldığı brifingde, yargıdaki laiklik karşıtı kadrolaşmaya dikkat çekilir. Ordunun, Atatürk ve rejim aleyhine işlenen suçlara ilişkin suç duyurularının zamanında işleme konulmamasından duyduğu rahatsızlık dile getirilir (İba, 1999).
         Hürriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, brifingle ilgili olarak “12 Eylül Brifingi” başlığıyla yazdığı yazısında (11 Haziran 1997), yargı kesimine ilk brifingin 17 yıl önce 12 Eylül 1980 askeri harekatından hemen sonra verildiğine dikkati çeker.
         Ertesi gün üst düzey görevlerdeki gazete ve televizyon yöneticilerinin davetli olduğu brifingde ordunun, irtica ile mücadelede silah kullanmaya hazır olduğu açık bir dille vurgulanır. TSK içinde Türkiye’de siyasal İslam hareketlerini izlemek için Batı Çalışma Grubu’nun kurulduğunun resmen açıklandığı brifingde, grubun asli görevinin “irticanın fotoğrafını çekmek” olduğu kaydedilir. “Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet ilkeleri doğrultusunda memleketini seven demokratik ve laik her vatandaşın Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmayı hedef alan irtica ile mücadele etmesi gerektiğinin” belirtildiği brifingde, bu konuda medyadan yardım istenir. Brifingi sunan Genelkurmay Başkanlığı İstihbarata Karşı Koyma ve Güvenlik Daire Başkanı Tümgeneral Fevzi Türkeri özetle şu noktaların altını çizer: ([34])

·    Türkiye Cumhuriyeti devlet yönetiminin İslami kurallara göre düzenlenmesini esas alan siyasal İslam, bütün irtica ve radikal unsurların ulaşmak istedikleri nihai hedeftir.
·    Bu hedefe ulaşmak için; Cumhuriyet’in kurulmasından itibaren, din-siyaset ilişkisine yön vermeye çalışan bu kesim, laik Türkiye olgusu içinde, başlangıcından itibaren Anadolu’da ortaya çıkan ayaklanmalardan da istifade etmek suretiyle, her türlü ortamla amaçları doğrultusunda eylem yapmışlardır.
·    Dün olduğu gibi bugün de, bu kesim, eylemlerini geliştirerek tüm kurum ve kuruluşlarda taban kadrosu oluşturma gayreti içine girmişlerdir.
·    Çok partili sisteme geçişe müteakip siyasi beklentileri nedeniyle Atatürk ilke ve inkılapları aleyhine verilen tavizlerin sonucu olarak, irticai kesim, demokrasi şemsiyesi altında toplum içinde teşkilatlanma çabalarına hız vermiş, laik devlet olgusu, yasal bir teminat olmasına rağmen sulandırılmıştır.
·    Ulu önder Atatürk’ün ortaya koyduğu çağdaş ve laik Cumhuriyet, tehdit altına girme temayülü göstermiş, T.C.’nin temel nitelikleri yıpratılarak, irticai hareketler maksatlı bir şekilde desteklenmek suretiyle ülke ve millet sonu olmayan bir karanlığın içine çekilmeye çalışılmıştır.
·    Bu durum bireysel kökten dinci faaliyetlerin, kitlesel veçhe kazanmasına neden olmuş ve bu suretle; T.C.’nin kutsal bayrağının yerine yeşil bayrak çekenler Atatürk’ün manevi şahsiyetine, T.C.’nin varlığının temel güvencesi olan ortak değerlerimize saygısızlık yapanların cesaretlendirildiği ve ödüllendirildiği bir vasat olmuştur.
·    Diyanet’in pasif, yönetmek ve yönetilmekten yoksun kadrosunun yurtiçinde ve yurtdışında görev yapmamasından ortaya çıkan boşluk, tarikatlar ve Milli Görüş Teşkilatı tarafından doldurulmakta ve böylece örgütlenme faaliyetleri hızla artmaktadır.
·    Özellikle son 11 aylık dönemde bazı İslam devletlerince de geliştirilip desteklenen şeriat düzenine dayalı radikal İslami tehdit, laik Cumhuriyet’i yıkmaya yönelik faaliyetlerini siyasi, sosyal, ekonomik ve askeri olaylarla entegreli olarak artırmıştır.
·    Bu artış, toplumun huzur ve güvenini sarsmış, böylece, Türk ulusu, ümmet kavramı içinde bölünmeye yüz tutmuştur.
·    İç ayaklanmaya doğru ivme kazanan bu irticai faaliyetler bugün maalesef “suni gündem” söylemleriyle kamufle edilmeye çalışılmaktadır.
·    Bugünkü koalisyon hükümetinin oluşturulmasıyla birlikte siyasal İslam daha hızlı ve planlı bir ivme ile tüm alanlarda yoğun faaliyetlere girişmiştir.
·    Tarikat liderlerine Başbakanlık konutunda yemek verilerek siyasal İslam taraftarları ve sempatizanlarına kimlik kazandırmak maksadıyla olumlu mesaj verilmiştir.
·    Okullarda öğrencilerin irticanın simgesi haline gelen türban ile bulunmaları laiklik ilkesine aykırı iken ve bu Anayasa Mahkemesi kararıyla belgelenmesine rağmen, siyasal İslamcılar halkı kışkırtmışlar, eylemler düzenlemişler, hatta üniversitede rektörlerin başörtüsüne selam duracağını ileri sürebilmişlerdir.
·    Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı “bu düzen değişmeli” diyebilmiştir.
·    Sincan Belediye Başkanı İranlı diplomatların da desteğiyle şeriatı enjekte edeceğini söyleyebilmiştir.
·    Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti yapısı yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya geldiğinden, konunun hayati önemine binaen 28 Şubat Kararları alınmıştır.
·    Siyasal İslam, her alanda cephe oluşturarak 28 Şubat Kararları’nı uygulatmamak için dayanışma içine girmiştir.
·    Geçen üç aylık dönem içinde, göstermelik bazı uygulamalar hariç 28 Şubat Kararları’nın üzerine gidilmemiş, bilakis kararlar, askerlerin dayatması olarak kamuoyuna yansıtılmış ve TSK hedef gösterilmiştir.
·    TSK, din düşmanı ilan edilmekte ve TSK’ya karşı cihada hazırlık mesajı verilmektedir.
·    İslamcı 19 gazete, 110 dergi, 51 radyo, 20 televizyon kanalı ile propaganda yapılmaktadır.
·    Siyasal İslam, sahip olduğu 2 bin 500 dernek, 500 vakıf, 1000 şirket, 1200 yurt, 800’ün üzerinde özel okul ve dershaneyle büyük bir güç haline gelmiştir.
·    Devlet bütçesinden vakıflara yardım adı altında büyük ölçüde parasal destek sağlanmaktadır.
·    Milli Görüşçüler, MGV vasıtasıyla yasalara ve İçişleri Bakanlığı genelgesine rağmen kurban derilerini toplama faaliyetlerini sürdürmüştür.
·    Milli Görüş Teşkilatı, Milli Görüş Vakfı ve Milli Gençlik Vakfı Avrupa’da etkin bir faaliyet sürdürmektedir.
·    Özelleştirme kapsamındaki ihalelerde irticai kesim yanlısı şirketlere öncelik verilmiş ve bu şirketler başta enerji olmak üzere stratejik öneme haiz sektörlerdeki ihalelere ilgi göstermişlerdir.
·    İrtica, PKK ile birlikte çalışmaktadır.
·    İrticai kesim, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde devam eden terör sorunlarına ümmetçilik anlayışı ile yaklaşarak, bölgedeki tabanlarını genişletme çalışmalarını sürdürmektedir.
·    İrticai kesim içinde halen 30 kadar örgüt vardır ve bu örgütler Suudi Arabistan, İran, Libya ve Sudan gibi ülkelerden her türlü desteği almaktadır.
·    İrticai kesim, İmam Hatip Okulları’nı İslam Devleti’nin kalesi olarak görmektedir.
·    Halen 500 bine yakın öğrencisi bulunan İmam Hatip Okulları’nın amacı siyasal İslam kadroları yetiştirmektir. Bu öğrenciler bilinçli olarak Hukuk, Siyasal Bilgiler ve Polis Akademilerine yönlendirilmektedir.
·    Siyasal Bilgiler’in Kamu Yönetimi bölümüne giren öğrencilerin yarıdan fazlası İmam Hatip Lisesi çıkışlıdır.
·    Kayıtlı Kur’an Kursları’na devam edenlerin sayısı 1 milyon 685 bini bulmakta ve her yıl bu sayı ikiye katlanmaktadır.
·    Diyanet İşleri Başkanlığı dahil ilgili kurumlar bu konuda önlem almamaktadır.
·    İrticai kesim, halkın din duygularını istismar ederek aidat, yardım ve hibe gibi usullerle trilyonlarca lira maddi yardım toplamaktadır.
·    Ticaret, siyaset, tarikat üçgeni kurulmuştur.
         İrtica ile savaşımın eğitim, ekonomi ve hukuk alanında yapılacağına dikkat çekilen brifingde, devlet içindeki kadrolaşma ile de savaşmanın önemi vurgulanır. İrtica tehlikesi karşısında ordunun sessiz kalamayacağı işe şu ifade ile tanımlanır:
         “Buraya kadar arz edilen iç ve dış gelişmelerin T.C. Devleti’ni hedef alması, Cumhuriyet’in temel niteliklerine karşı özellikle, laikliği dinsizlik olarak algılayan Siyasal İslamcı bir zihniyetin hakim olması yönünde gayret sarf edilmesi; TSK’nın durumdan vazife çıkarmak ve İç Hizmet Kanunu’na göre verilen ana görevleri doğrultusunda tehdidi yeniden değerlendirmek keyfiyetini ortaya çıkarmıştır. Bu noktadan hareketle; TSK’nın görevi, 211 sayılı TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35’inci maddesinde Türk Yurdu’nu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır. Bu görev ise, TSK iç Hizmet Yönetmeliği’nin 85/1 maddesinde “lüzumunda silah kullanmak” biçiminde ifade edilmektedir. Bu nedenle dışarıdan gelebilecek bir tehlikenin bertaraf edilmesi TSK’nın bir görevi olduğu gibi, Anayasa tarafından belirlenen Cumhuriyet’in niteliklerini değiştirmeye ve ortadan kaldırmaya yönelik olarak içeriden ve dışarıdan gelecek tehlikelere karşı Türk yurdunun ve Anayasa ile tayin edilmiş Türkiye Cumhuriyeti’nin korunma ve kollanması TSK’nın görevidir. TSK, bu görevi yapabilmek için dış tehdidi olduğu gibi iç tehdidi de değerlendirmek zorundadır. Bu husus, Türkiye’nin milli askeri stratejisinin vazgeçilmez bir öğesi olup hayati milli menfaatlerimizin bir neticesidir….
         TSK için durumdan vazife çıkarmak ve gerekli tedbirleri almak da bir görevdir. Dolayısıyla TC’yi iç ve dış tehdide karşı koruma ve kollama görevini yaparken, mevcut ve muhtemel tehditleri devamlı olarak izlemek ve değerlendirmek milli askeri stratejiyi oluşturmanın yanı sıra en kötü senaryoyu tespit etmenin de temel noktasıdır….
         TSK, irticai faaliyetleri iç tehditte, bölücü terör ile aynı seviyeye, yani birinci önceliğe yükseltmiş ve bu duruma bağlı olarak yeni bir teşkilatlanma içinde Batı Çalışma Grubu oluşturulmuş ve faaliyete geçirilmiştir.”
         Brifingde daha sonra bütün kesimler görev şu sözlerle çağrılır: “ Bugün itibarıyla artan boyutta devam eden irticai tehdidin, T.C.’yi yıkmayı hedef alan fevkalade ciddi boyutu; Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet ilkeleri doğrultusunda memleketini seven demokratik ve laik her vatandaşın dikkatle izlemesi ve bu tehdidi her kesime anlatması, tarafsız kalmaması ve icraatta bulunması ana görevidir.”
         Brifing, “Atatürk’ün kurduğu modern ve laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin nitelikleri değişmeyecek ve değiştirilmeyecektir. Bunlar tek millet, tek vatan, tek devlet, tek dil, tek bayrak olarak ifade edilmektedir” sözleriyle son bulur.
         Genelkurmay brifingleri daha sonra üniversite rektör ve öğretim üyeleriyle kamu yöneticileri ve demokratik kitle örgütlerine de verilir (Akpınar, 2001).
“Havada İkmal” Planı
         Brifinglerin etkisinin daha o gün farkında olan hükümet ortakları Erbakan ve Çiller ile BBP lideri Yazıcıoğlu darbe söylentilerinin de baskısı altında “REFAHYOL B Koalisyonu” için bir araya gelir (İba, 1999; Hürriyet, 13 Haziran 1997). Görüşmede Erbakan, başbakanlığı Çiller’e devretmeyi kabul eder ve liderler arasında “ittifak zaptı” imzalanır (İba, 1999). Buna göre Çiller’in başbakanlığında kurulacak hükümete BBP de güvenoyu desteği verecek ve üç partinin katılımı ile ulaşılan 282 milletvekili sayısı ile 276 olan güvenoyu sınırı aşılacaktır. Öte yandan Erbakan’ın başbakanlık görevini erken tamamlayarak Çiller’e bırakmasının ardında RP’yi kapatma davasından kurtarma şartının olduğu da öne sürülür (İba, 1999).
         Görüşmenin ardından DYP lideri Çiller, “Milletin dışında hiçbir odağa teslim edemeyiz ülkeyi. Çözüm halktır, halkın iradesidir. Demokraside bütün kurumların kendi işlevlerini yapma gereği vardır. Her kurum kendi işini bilecek” diye konuşur (Hürriyet, 13 Haziran 1997). BBP lideri Yazıcoğlu ise Cumhurbaşkanı Demirel’e “liderler zirvesi yapması” çağrısında bulunur. Silahlı Kuvvetleri “siyasi parti gibi davranmakla” suçlayan Yazıcıoğlu, “Türkiye, İran olmaz. Olmayacaktır. Türkiye, Cezayir de olmayacaktır. Ama etnik ve mezhepsel kökenlere dayalı Suriye de olmayacaktır” sözleriyle dikkati çeker. Yazıcıoğlu’nun bu sözleri “Genelkurmay’da Alevi cuntası var” iddialarının gündeme geldiği biçiminde yorumlanır (Hürriyet, 13 Haziran 1997).
         Brifinglerin ardından medyanın “RP Olayı” haberlerine ilgisi daha da artar. Şevki Yılmaz,  Hasan Hüseyin Ceylan ve Halil İbrahim Çelik gibi RP’li militan milletvekillerinin söz ve davranışlarını içeren kasetlere her gün bir yenisi eklenir ([35]). İba (1999), bu kasetlerin MİT arşivlerinden çıkarılarak bazı televizyon kanalları aracılığıyla kamuoyuna yansıtıldığını ileri sürer. Kasetlerin Erbakan’ın “Kartelci Medya” diye suçladığı “bir kısım medya” kuruluşlarınca kamuoyuna duyurulmasının ardından komutanlar bu milletvekilleri hakkında suç duyurusunda bulunurlar. İlk suç duyurusu 21 generalin imzasıyla Cumhuriyet Başsavcılığı’na Yılmaz hakkında yapılır ve hemen işleme konulur. RP ise daha sonra kapatma davasını etkileyebileceği gerekçesiyle bu milletvekillerini “partinin genel çıkarı için” istifa ettirtecektir (İba, 1999; Hürriyet, 18 Haziran 1997).
         Bu arada ABD’nin en etkin gazetelerinden New York Times, Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Bir’in sözlerine yer verir (Hürriyet, 14 Haziran 1997).  “Hükümetle mücadele anayasal görevimiz” diyen Bir, şunları söylemektedir:
         “Ben ve arkadaşlarım hükümetle mücadele etmeye karar verdik. Çünkü laiklik karşıtı faaliyetler her geçen gün tırmanıyor…. Parlamento bize Türk vatanını ve Cumhuriyeti kollama görevi vermiştir. ABD’de ve İngiltere’de ordunun böyle bir görevi yok”.


REFAHYOL’un Sonu
          DYP’deki “yaprak dökümü”, Turizm Bakanı Bahattin Yücel ile devam eder. Çiller’in RP ile yeniden hükümet kurmaya hazırlandığı günlerde istifasını sunan Yücel, istifa mektubunda “Refah Partisi, demokrasi ve Cumhuriyet’in temel ilkelerini referans almadığını yüksek sesle ifade ederek, iç barış ve uzlaşmanın ortadan kalkmasına neden olacak tehlikeli bir gelişmeye adeta önayak oldu” görüşlerine yer verir (Hürriyet, 14 Haziran 1997).
         İstifalar nedeniyle daha sonra “Genelkurmay’ın bazı DYP’li milletvekilleri ile görüşerek hükümetin düşmesine çalıştığı” iddiaları gündeme gelir (İba, 1999).
         Öte yandan, o günlerde TBMM kulislerinin neredeyse en önemli konusu darbe söylentileridir. Dönem içinde darbe tartışmalarının en üst seviyelerine çıktığı gün takvim yaprakları 13 Haziran’ı göstermektedir. Dönemin istihbarat daire başkanı Bülent Orakoğlu (2003), o gece darbe yapılmasından herkesin endişe duyduğunu kaydeder. Hatta Orakoğlu kitabında, DYP’li Devlet Bakanı Bekir Aksoy’un o gece gece yarısına doğru askeri birliklerin etrafında dolaşarak bir hareketlilik olup olmadığını kontrol ettikten sonra evine gittiğini belirtir ([36]). Akpınar (2001) da aynı günlerde milletvekili lojmanlarında yaşanan “darbe mi oldu?” paniğini aktarır. Havai fişek gösterisinin neden olduğu patlama sesleri üzerine milletvekili lojmanlarında panik havası yaşanmıştır. Milliyet gazetesinin 14 Haziran’daki (1997) haberinde ise ABD Dışişleri Sözcüsü, “REFAHYOL bir hafta içinde çekilmezse darbe olasılığı var” diye konuşmaktadır.
         Aynı günlerde Erbakan’ın gündeminde D-8 toplantısı vardır (Milli Gazete, 14 Haziran 1997). Sekiz İslam ülkesinin bir araya geldiği D-8 zirvesinde imzaların atılması Milli Gazete’nin manşetinde “Tarihi gün” ve “D-8 Hayırlı olsun” manşetleriyle iki gün üst üste haber yapılır (15 ve 16 Haziran 1997). Diğer gazeteler bu toplantılara Milli Gazete kadar ilgi göstermez (Milli Gazete, 17 Haziran 1997).
         Bu arada Genelkurmay’ın işaret ettiği “İslami sermaye” yakın takibe alınır. İslami sermaye listesinde adı bulunan kuruluşlar birer birer gazetelerde kendilerini aklamaya yönelik ilanlar vermeye başlamışlardır. 18 Haziran günü “Kombassan’a 15 trilyonluk darbe” başlığıyla Hürriyet’e manşet olan habere göre, Sermaye Piyasası Kurulu, mahkemeye başvurarak Kombassan’ın izinsiz olarak halka arz işlemleriyle topladığı paralara “ihtiyati tedbir” kararı aldırtmıştır. Şirketin hesapları bloke edilmiştir.
         DYP ve BBP ile aralarında imzaladıkları anlaşmaya güvenen Erbakan, 18 Haziran günü başka bir alternatifi olmadığını düşündüğü formüllerini önermek için Çankaya Köşkü’ne çıkar. Erbakan, bir yılı bile dolduramadığı başbakanlık koltuğundan istifa ederken, yeni hükümeti kurma görevinin Çiller’e verilmesini isteyerek, kurulacak hükümetin mecliste çoğunluk desteğine sahip olacağının garantisini, “RP, DYP ve BBP milletvekillerinin imzalarını içeren noter tasdikli 282 kişilik liste” ile verir (İba, 1999) ve Köşk’ten iner. Böylece Erbakan’ın 355 gün süren başbakanlığı sona ermiş olur (Akın, 2000).
         Bu arada siyaset kulislerinde “RP’siz hükümet” formülleri istifadan çok daha önce gündemdedir. Gazetelerde Yılmaz, Baykal ve Ecevit’in açıklamaları dikkati çeker. Çiller ise “RP’siz olmaz” diye konuşmaktadır (Hürriyet, 20 Haziran 1997).
         Hükümet ortaklarının “havada ikmal” şeklindeki beklentilerinin aksine, 20 Haziran günü, “sürpriz bir kararla” Cumhurbaşkanı Demirel; hükümeti kurma görevini Çiller’e değil, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a verir (Hürriyet, 21 Haziran 1997). “Ben görevimi yaptım” diyerek kendisini savunan Demirel’in yanında, Yılmaz ise “Bir devlet krizi yaşanıyor. Hükümet ile ülkenin kurumları savaş halinde. Türkiye bu sınavı demokrasi içinde ve Meclis çatısı altında aşmalı” diye konuşur. Görev kendisine verilmeyen Çiller ise bunun bir “Çankaya darbesi” olduğunu savunur (Bölügiray, 2000). Milli Gazete (21 Haziran 1997) ise “Görev ‘Yıkım Ekibi’nde” diye manşet atar.
         ABD Başkanı Bill Clinton (1997), bir süre sonra, Demirel’i öven açıklamalarda bulunur. Clinton, Demirel’e şunları söyler: “Ülkenizi güç bir dönemden çıkarmada gösterdiğiniz liderlikle, örnek bir devlet adamlığı sergiliyorsunuz. Başarınız için desteğimiz yanınızdadır.”


         Hükümeti kurma görevinin Yılmaz’ın almasının ardından Meclis’te, RP dışında bir hükümetin kurulması yönünde “geniş bir uzlaşma anlayışı” hakim olur (Hürriyet, 22 Haziran 1997). Meclis aritmetiği içinde ANAP liderliğinde kurulan yeni hükümet, RP ve DYP’den istifalar sonrasında, üç ortaklı ve dördüncü bir partinin dışarıdan desteği ile hayat bulur. Milli Gazete o günlerde (29-30 Haziran 1997) “Başkent’te resmen mebus pazarı kuruldu” eleştirisiyle gelişmeleri yorumlar.
         ANAP ve DSP milletvekilleri ile DYP’den ayrılan milletvekillerinin kurdukları DTP’nin ortaklığında, CHP’nin de dışarıdan “kerhen” desteği ile kurulan Yılmaz Hükümeti ya da ANASOL-D hükümeti, 30 Haziran (1997) günü göreve başlar (Hürriyet, 1 Temmuz 1997).
         Hükümetin ilk günlerinde gündeme “son yılların en büyük skandalı” ve “Türk Watergate’i” diye nitelenen “Köstebek Skandalı”, “bomba gibi” düşer (Hürriyet, 3 Temmuz 1997).
Köstebek Skandalı
         Sonradan ortaya çıktığına göre, ilk kez MGK’nın Mayıs ayı toplantısında “Köstebek Olayı” gündeme gelmiştir. Aktarıldığına göre (Ergin, 1997; İba, 1999), Genelkurmay Başkanı Orgeneral Karadayı toplantıda, polisin Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na ajan sokarak askeri bilgileri çaldığını söyler. Karadayı, devletin bir kurumunun bir başka kurumunu gözetlediğini belirterek, bunun kabul edilebilir bir yöntem olmadığını ifade eder. Ordu, Emniyet Teşkilatı’nı “casusluk”la suçlarken; Emniyet, orduyu “darbe” hazırlığı içinde olmakla suçlar. Çiller ve Akşener ise “böyle bir şeyden haberlerinin olmadığını ve derhal soruşturma açacaklarını” ifade ederler.
         İddia şöyledir: ([37]) Askerlik hizmetini Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda yapan Emniyet İstihbarat Dairesi mensubu Onbaşı Kadir Sarmusak, MİT İstihbarat Dairesi Başkan vekili Bülent Orakoğlu’nun görevlendirmesiyle Genelkurmay Başkanlığı ile Kuvvet Komutanlıklarının faaliyetleri hakkında MİT’e gizli rapor hazırlamış ve BÇG’ye ait bir “darbe hazırlığı belgesi”ni Orakoğlu’na iletmiştir. Bu belge, iddiaya göre, önce İçişleri Bakanı Akşener’e, oradan Çiller’e ve oradan da Erbakan’a “Ordu darbe hazırlığı içinde” diye ulaşmıştır.
         Akşener’in, “TSK içinde belli bir grup cunta oluşturmuş ve darbe hazırlığına girişmiştir. Bu hazırlık Emniyet İstihbarat Dairesi tarafından ortaya çıkarılmıştır” iddiası Temmuz ayı başında “darbenin belgesi” tartışmalarıyla gündeme gelir (Sabah, 9 Temmuz 1997). Ardından Genelkurmay Başkanlığı, Akşener hakkında “TSK komuta kademesine iftira ettiği gerekçesiyle” savcılığa suç duyurusunda bulunur (Sabah, 10 Temmuz 1997). Fatih Çekirge’nin imzasını taşıyan haberde ayrıca “bir askeri yetkili”nin açıklamalarına yer verilerek Akşener’in iddiasının “yalan” olduğu ifade edilir. “Darbenin belgesi” diye sunulan belgenin aslında irtica tehdidine karşı kurulan BÇG’nin EMASYA (Emniyet Asayiş Yardım) Planı çerçevesinde hazırlanan belge olduğu belirtilir (Çekirge, 1997). Daha sonra Bölügiray (2000) da bu belgenin EMASYA planı çerçevesinde irtica tehdidine karşı alınacak önlemlere destek verecek istihbarat gereksinmesinin sağlanmasıyla ilgili bir çalışma belgesi olduğu ve “yok edilmek üzere” Onbaşı Sarmusak’a verilmiş “ham bir yazı” olduğu kaydeder.
         Asker ve polis koordinasyonunu düzenleyen EMASYA Planı, polis ve jandarmanın istihbarat dahil görevleriyle ilgili düzenlemelerini kapsamaktadır (Çekirge, 1997; Ünal, 2001). Plan, devlet birimlerinin eşgüdümünün nasıl sağlanacağını ve bu konuda TSK birimlerinin ne gibi önlemler alacağını içermekte, bu çalışmalar için MİT ve İçişleri Bakanlığı ile de eşgüdüm yapılmaktadır (Bölügiray, 1999; Çekirge, 1997).
         Gerek komutanların açıklamaları ve gerekse siyasilerin basın toplantıları, BÇG’nin faaliyetlerini açığa çıkarması açısından kamuoyunda önemli bulunur. “Gizli” ve “Kişiye Özel” kimi belgeler medyada olmasa bile Akel’in (1998) “Erbakan ve Generaller” adlı kitabında yer alır ([38]).
         O günlerde İç Hizmet Kanunu’nun 35’inci maddesine dayanarak “durumdan vazife” çıkaran TSK’ya karşı, Emniyet’in de 2559 sayılı Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu’nun Ek-7 maddesine dayanarak, “ülke güvenliği ve savunması” çerçevesinde darbe olasılığına karşı “durumdan vazife” çıkardığı ileri sürülür (Akel, 1998; Orakoğlu, 2003). Daha sonra askeri yargıya intikal eden olayın medyaya pek de yansımayan boyutlarını Orakoğlu, “Darbeyi rapor ettim..” üst başlığıyla yayınlanan “Deşifre” adlı kitabına konu edecektir.
         Ordu’daki “köstebeğin” açığa çıkmasının ardından siyasiler bu olaydan haberleri olmadığını ileri sürerler. İçişleri Bakanı Akşener’in bu konunun MGK’da konuşulmadığını ve olaydan haberli olmadığını iddia etmesi üzerine komutanlar, MGK zabıtlarını yayınlama tehdidinde bulunurlar. Skandal, polis ve ordu arasında gerilen iplerin yeniden hükümet ve ordu boyutunda daha da gerilmesini beraberinde getirir. Darbe söylentileri ise gündemin en önemli konuları arasında yer almaya  devam eder. Daha sonra, hükümetin yıkılmasının ardından askeri mahkeme tarafından tutuklanan Sarmusak ve Orakoğlu, aylar süren yargılamadan sonra beraat ederler ([39]).


ANASOL-D Hükümetinin Güvenoylaması
         ANAP lideri Yılmaz başbakanlığında kurulan ANASOL-D Hükümeti, 12 Temmuz’da 256 ret oyuna karşın, 281 oyla güvenoyu alır ([40]). DSP lideri Bülent Ecevit’in “ulusal uzlaşı hükümeti” adını verdiği yeni kabinede 21 ANAP, 11 DSP, 5 DTP’li milletvekili ile bağımsız Yalım Erez bulunmaktadır.
         Başbakan Mesut Yılmaz, güven oylamasının ardından yaptığı teşekkür konuşmasında şunları söyler: ([41])
         “Yüce Meclis, bir defa daha, inisiyatifin kendi elinde olduğunu ve milletin mukadderatına sahip çıktığını göstermiştir. Yüce Meclisin iradesine ipotek koymak mümkün değildir. Bugünden itibaren, Türkiye'de yeni bir dönem başlamaktadır. Bu yeni dönemde atacağımız ilk adım, her şeyin yeniden normale dönmesi olacaktır. 55’inci Hükümet gücünü milletin desteğinden ve Meclis’in iradesinden almaktadır. Uzlaşma, hoşgörü ve anlayış içerisinde çözülemeyecek sorun yoktur. Hükümetimizin yolu Büyük Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda çizdiği yol olacaktır”.
         Öte yandan yeni hükümetin “Genelkurmay’ın isteği doğrultusunda kurulduğunu” ve “MGK kararlarını uygulayacak güdümlü ve vesayetçi bir hükümet” olduğunu söyleyenler de vardır. Bunlar da hükümete “MGK hükümeti” ya da “ordu destekli ulusal uzlaşı hükümeti” adını vermişlerdir (İba, 1999). Milli Gazete (1 Temmuz 1997) ise hükümete “Çankaya hükümeti” nitelemesinde bulunmaktadır.
         Doğan Güreş ise hükümetin kurulmasının ardından DYP’den istifasını açıklar (Hürriyet, 15 Temmuz 1997). Güreş, başından beri “sorunların ancak ANAYOL artı CHP veya DSP koalisyonu ile çözülebileceğini” savunduğunu belirterek istifasının gerekçesini ifade eder. Aynı gün güvenoylamasında TBMM’ye gelmeyen Mahmut Yılbaş ve Mustafa Zeydan da partilerinden istifalarını sunalar (Hürriyet, 15 Temmuz 1997).
         Sonunda “hesapları tersine dönen”, RP ve DYP olup bitenlere kızgındır. Bir yandan RP kapatma davası ile yüz yüzedir ve diğer yandan da DYP artık 45 milletvekilinin istifasının ardından 90 sandalye ile Meclis’te temsil edilmektedir. Erbakan’ın (1997, 29 Temmuz) yorumuyla ANASOL-D Hükümeti’ndeki D’nin manası “Demirel takviyesi”dir ve bu hükümet “kartelci medya, kumarhaneciler ve rantiyeciler tarafından Cumhurbaşkanı’na kurdurulmuştur”.
Kesintisiz Eğitim Tartışması
         Temmuz ayının ortalarında Ankara’nın gündeminde üç olay konuşulmaktadır. Çiller’in “CIA hesabına casusluk yaptığı” iddiasıyla Genelkurmay Askeri Savcılığı soruşturma açmıştır. Emniyet istihbarat Dairesi eski Başkanvekili Bülent Orakoğlu, Genelkurmay Başkanlığı’nda “casusluk operasyonu yaparak gizli askeri belge sızdırdığı” gerekçesiyle Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Mahkemesi tarafından tutuklanmıştır. “Darbe iddiası”nda bulunan İçişleri eski Bakanı Meral Akşener hakkında da Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma açmıştır (Hürriyet, 17 Temmuz 1997).
         Yılmaz Hükümeti’nin gündeminde ise, “boşalmış bir Hazine ve cumhuriyet tarihinin en büyük bütçe açığının gerekli kıldığı zam yağmuru” vardır (Hürriyet, 17 Temmuz 1997).            22 Temmuz günü “Türkiye’nin 24 yıldır çıkarmaya çalıştığı” sekiz yıllık temel eğitim yasası, Bakanlar Kurulu’nda kabul edilerek Meclis’e sunulur (Hürriyet, 23 Temmuz 1997).
         Yapılan ilk MGK toplantısında hükümete “irtica ile mücadelenin” devam ettiği anlatılır. Toplantı sonrasında “Rejim aleyhtarı irticai faaliyetlere karşı alınması gereken tedbirlerin kararlılıkla uygulanmasının gereği üzerinde tüm kurul üyelerince görüş birliğine varıldığı” açıklanır (AA., 25 Temmuz 1997). Meclis, tatili erteleyerek sekiz yıllık eğitim yasasını çıkaracağını açıklar.
         Hükümetin “eğitim reformu” adıyla sunduğu sekiz yıllık eğitim yasasına muhalefet partileri RP, DYP ve BBP’den sert yanıt gelir. Başbakan Yılmaz’ı “vazife çıkarmak” ve “güdümlü olmak” nitelemeleriyle suçlayan RP’liler, “İmam Hatip Liseleri’nin ve Kur’an Kursları’nın kapatılmak istendiğini”, “halkın dini, imanı, tarihiyle savaşıldığını” ileri sürerek, yasayı “ihanet yasası” diye adlandırırlar (Milli Gazete, 24 Temmuz 1997).
         RP Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Gül, “Türkiye’deki eğitim sisteminin ideolojik nedenlerle ve İmam Hatip düşmanlığı yüzünden büyük bir çıkmaza sürüklenmeye çalışıldığını” savunur (Milli Gazete, 26 Temmuz 1997).
         Yasanın Meclis’e gelmesine ilk tepki Üsküdar İmam Hatip Lisesi mezunlarından gelir (Milli Gazete, 27 Temmuz 1997). Protestocu grup, “İmam Hatipler Kapatılamaz” yazılı siyah çelenk ve pankartlarını ANAP Üsküdar teşkilatının önüne bırakır. Ardından eylemler sokaklara ve cami avlularına yayılır.
         İlk büyük protesto eylemi, 29 Temmuz günü başkent Ankara’da gerçekleştirilir. Kesintisiz temel eğitim yasasına karşı çıkan eylemciler Kızılay Meydanı’nda düzenledikleri gösterinin ardından TBMM Dilekçe Komisyonu’na ulaşarak “temel eğitimin sekiz yıl olması, ancak 5+3 şeklinde uygulanması” yönünde taleplerini bildirirler (Milli Gazete, 30 Temmuz 1997). Olaylı gösteride polisin sakallı, sarıklı, cübbeli göstericilere “hoşgörülü davrandığı” iddiaları başka bir tartışma başlatır (Hürriyet, 30 Temmuz 1997). Gazetecilere saldıran bazı polislerin görüntüleri televizyon ekranlarından kamuoyuna yansır. Kanal D muhabiri, “polis dayağı” sonucu ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılmıştır (Hürriyet, 30 Temmuz 1997).
         Hürriyet gazetesinin (30 Temmuz 1997) “tehlikeli provokasyon” diye nitelediği eylem haberinde, “orta çağın karanlıklarından çıkıp gelmiş görüntülerin Ankara sokaklarında dolaştığı” ifadesine yer verilir. Göstericiler sık sık Başbakan Yılmaz’a yönelik “Mesut bir gün öleceksin, imamın eline düşeceksin”, Cumhurbaşkanı Demirel’e yönelik “Çankaya’nın şişmanı, İslam düşmanı”, medyaya yönelik de “İsrail uşağı şerefsiz medya” ve “satılmış medya” sloganları atar. “Yaşasın şeriat”, “Kur’an bizim canımız, feda olsun kanımız” gibi sloganlar ise bundan sonra daha sık duyulmaya başlar. Gösteriye çok sayıda RP’li milletvekilinin katılması da dikkati çeker.
         Aynı gün bir basın toplantısı düzenleyen RP Genel Başkan Yardımcısı Gül, sekiz yıllık eğitimin kesintisiz olmasını “basın destekli sivil-asker bürokrasi ve sol partilerin dayatması” diye niteler. Gül, “Bunu ancak ara rejim ürünü hükümetler yapar. Yarın halkın karşısına gidecek olan hiçbir iktidar bunu yapamaz” diye konuşur (Hürriyet, 30 Temmuz 1997).
         Hürriyet gazetesinin katılımcıların sayısının beş bini bulmadığı gerekçesiyle “fiyasko eylem” diye nitelediği eylem için Milli Gazete, “Demokratik eylem dayatmacıları sarstı” yorumunda bulunur (30 Temmuz 1997).
         Ardından RP’liler sekiz yıllık eğitim için referanduma gidilmesi önerisini gündeme getirirler (Milli Gazete, 31 Temmuz 1997). İzleyen günlerde de rutin hale gelmeye başlayan cami çıkışında düzenlenen kesintisiz eğitim karşıtı eylemler, yasa tasarısının görüşülmeye başlanması ile ülke geneline yayılır.
         Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı’na bağlı 75 dernek ve vakıf adına açıklama yapan ÖNDER, İlim Yayma Cemiyeti ve Ensar Vakfı yetkilileri, Türkiye’nin yedi bölgesinde Pazartesi ve Salı günleri miting yapma kararı alır. Rize, Erzurum, Şanlı Urfa, Muş, Kütahya, Kayseri ve Kocaeli’nde yapılacak mitinglerin Türkiye geneline yayılacağı ve 9 Ağustos’ta Ankara Tandoğan Meydanı’nda ve 40 ilde yapılacağı ilan edilir (Milli Gazete, 2 Ağustos 1997).
         Öte yandan yurt çapında sekiz yıllık eğitim uygulaması için gereken kaynağın bulunabilmesi için başlatılan “eğitim seferberliği”ne bütün illerden ve medya büyük destek gelir. Milliyet gazetesinde kampanyanın adı “Aydınlık Yarınlara Bir Işık”tır (Milliyet, 7 Ağustos 1997).
         PİAR-GALLUP’un 25-28 Temmuz günleri arasında 11 yerleşim merkezinde Türkiye seçmen nüfusunu temsil eden 1028 kişi ile gerçekleştirdiği anketin sonuçları o günlerde sekiz yıllık eğitim konusunda halkın düşüncelerini ortaya koyması açısından dikkat çekicidir (Sabah, 30 Temmuz 1997). Ankete göre, halkın yüzde 58’i sekiz yıllık eğitimi desteklemekte, yüzde 35’i karşı çıkmaktadır. sekiz yıllık eğitimi destekleyenlerin yüzde 39,1’i bunu dünya standartlarına ulaşabilmek için, yüzde 33,3’ü İmam Hatip Liseleri’nin orta kısımlarının kapatılması için, yüzde 9,5’i MGK kararlarının uygulamak için, yüzde 6,5’i de irticai faaliyetleri önlemek için istediğini ifade etmektedir.
Komutanların Veda Zamanı
         28 Şubat Kararları’na imza atan komutanlar için Ağustos ayı veda zamanıdır. YAŞ’nın 1 Ağustos günü Başbakan Yılmaz başkanlığında başlayan toplantısında Kara Kuvvetleri Komutanı Hikmet Köksal, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Teoman Koman ve Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Ahmet Çörekçi emekliye ayrılır. Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na 1. Ordu Komutanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na Donanma Komutanı Oramiral Salim Dervişoğlu, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na MGK Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç, Jandarma Genel Komutanlığı’na Üçüncü Ordu Komutanı Orgeneral Fikret Özden Boztepe atanır. Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir ise aynı görevde kalır (Hürriyet, 4 Ağustos 1997). Toplantıda ayrıca, 73’ü “irticacı” olmak üzere, 76 subay ve astsubayın da ordu ile ilişiği kesilir (Hürriyet, 3 Ağustos 1997).
         Emekliye ayrılan Oramiral Erkaya, daha sonra Yavuz Donat’a verdiği röportajında (Milliyet, 13 Ağustos 1997; Donat, 2001) bir durum değerlendirmesi yaparak şunları söyler:
         “Son aylarda biz grup olarak, yani komuta kademesi olarak bir misyon üstlendik… Bizim üstlendiğimiz misyonun iki ayağı vardı: Birincisi, irticanın bir tehlike olduğunun Türk toplumu farkına varmalıydı. İkincisi, bu işi asker değil, siviller çözmeliydi. Sivil toplum… Örgütler… Siyaset … Yani silahsız kuvvetler.”
         Dizi yazı biçiminde yayınlanan röportajda Erkaya, 28 Şubat MGK toplantısı öncesi ve sonrasını Donat’a ayrıntıları ile aktadır. Aynı günlerde Hürriyet gazetesinde ise Sedat Ergin’in (1997) kaleme aldığı “Fırtına Dosyası”, dizi yazı halinde yayınlanır.
Sekiz Yıllık Zorunlu Kesintisiz Temel Eğitim Kanunu
         28 Şubat Kararları’nın en önemli maddesi sayılan sekiz yıllık zorunlu kesintisiz temel eğitim “maratonu”, TBMM’de 15 Ağustos (1997) günü başlayan ve gece yarısına sarkan görüşmelerden sonra yapılan oylama ile son bulur ([42]). İlköğretim ve Eğitim Kanunu, Millî Eğitim Temel Kanunu, Çıraklık ve Meslek Eğitim Kanunu ile Millî Eğitim Bakanlığının Teşkilât ve Görevleri Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Tasarısı; tasarının tümü üzerinde yapılan oylamada 244’e karşı 275 oyla, kanunlaşır ([43]). Tasarının yalnızca “din eğitimini düzenleyen” hükmü olan dördüncü maddesi reddedilmiştir (Hürriyet, 16 Ağustos 1997).
         Türkiye Cumhuriyeti tarihinde eğitim sisteminde yeni bir döneme işaret eden “eğitim reformu” yasa tasarısı 12 gün ve 9 gecelik bir çalışmanın sonunda kabul edilir. Oylamada iktidar 12, muhalefet 16 “fire” vermiştir. 29 milletvekili ise oylamaya katılmamıştır (Hürriyet, 17 Ağustos 1997). İlköğretimi, kesintisiz sekiz yıla çıkaran yasayla; İmam Hatipler’in, Anadolu Liseleri’nin, Meslek Teknik Okulları’nın ve özel okulların orta kısımları kapatılır. RP’lilerin yasaya tepkileri ise, “16 Ağustos cehalet bayramı kutlu olsun, 16 Ağustos yarasa bayramı kutlu olsun” diye Meclis’te slogan atmak olur (Milliyet, 17 Ağustos 1997). Milli Gazete (17 Ağustos 1997) yasanın çıkışını “İnanca set çektiler” sözleriyle manşetine taşır.
         Bu arada yasayı protesto eden gruplar, Meclis’te görüşme ve oylamaların sürdüğü 15 Ağustos günü Ankara, Konya, Elazığ, Samsun, Bursa ve Erzurum’da Cuma namazı çıkışında gösterilerde bulunmuş, İstanbul’daki olaylarda üçü kadın 21 polis ve beş gazeteci yaralanmış, toplam 66 kişi gözaltına alınmıştır (Hürriyet, 16 Ağustos 1997). Radikal gazetesinin (16 Ağustos 1997) haberine göre, “Akit ve Milli Gazete’nin yasayı protesto etmek için eyleme çağırdığı” gruplar, camiden çıkıp polisle çatışmaya girmiştir.
Başkanlık Sistemi Tartışması
         Meclis’in tatile girmesinin ardından gündemin en önemli konusu, ekonomik sorunlar ve Güneydoğu Anadolu sorunu olur. IMF ile görüşmeler başlar. RP ise kapatma davası sorunuyla meşguldür. Ancak Eylül ayının ilk haftasında medyanın gündemine Prenses Diana’nın sevgilisi Dodi El Fayed ile paparazilerin takibinden kaçarken uğradıkları trafik kazasında ölümleri oturur (Hürriyet, 1 Eylül 1997).
         Eylül ayı başında Genelkurmay Başkanı Karadayı’nın sözleri yine gündeme damgasını vurur (Hürriyet, 10 Eylül 1997). “İrtica endişemiz aynı dozda sürüyor” diyen Karadayı’ya Başbakan Yılmaz, “Daha da zorlarsak, şişe alttan patlar” yanıtını verir (Hürriyet, 10 Eylül 1997). Yılmaz, “BÇG’nin artık gereksiz olduğunu” söylemektedir (Hürriyet, 11 Eylül 1997).
         Yılmaz’ın Susurluk Skandalı’nı “aydınlatmak” için geniş yetkilerle görevlendirdiği Başbakanlık Takip Kurulu Başkanı Kutlu Savaş, izleyen günlerde günün adamı olur (Hürriyet, 16 Eylül 1997). Skandal yeniden gazete manşetlerini bir numaralı konusu haline gelir.
         Cumhurbaşkanı Demirel  (1997, 18 Eylül) ise, “başkanlık sistemi” önerisiyle dikkatleri çeker. Ülkenin içinde bulunduğu durumu ifade ederken, “yaşadığımız olaylar Meclis hükümetini tartışmalı hale getirmiştir” diyen Demirel şunları söyler:
         “65 milyonluk Türkiye daha iyi yönetilmelidir. Bu da Türkiye’yi başkanlık sistemi arayışına götürüyor. Ben, Cumhurbaşkanı’nı halkın seçmesinden yanayım. Başkanlık ve yarı başkanlık sistemi olabilir”.
         Demirel’in “bizi başkan yönetsin” şeklindeki açıklamalarına, siyasi parti liderleri “mesafeli” yaklaşır (Hürriyet, 29 Eylül 1997). Ancak izleyen günlerde de Demirel, başkanlık sistemini tartışmaya devam eder (Hürriyet, 29 Eylül 1997).
         Yurttaş Girişimi’nin öncülük ettiği ve bir ay devam eden “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” eylemi, Eylül ayının son günü yeniden başlar. Ekonomi ile ilgili yeni yasa ve düzenlemeler gündemin diğer başlıklarıdır. Kıbrıs sorununda yaşanan gelişmeler ise bir anda gündemi değiştirir. Ekim ayının ilk haftasında da Meclis, yeniden mesaidedir.
RP’nin Savunma Süreci
         Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Ekim ayının ilk günü TBMM’nin yeni yasama yılının açılışı nedeniyle yaptığı konuşmada, “devlette reform” isteğini tekrarlar (Hürriyet, 2 Ekim 1997). “Demokratik rejim tartışmaları ve Cumhuriyet’in temel niteliklerinin tartışılması ülke gündeminde artık yer almamalıdır” diyen Demirel, şöyle konuşur: “Ordumuz; demokrat bir ülkenin, demokrat bir milletin ve demokrat bir devletin ordusudur. Türk milleti kendi özü olan silahlı kuvvetlerine her zaman güvenmiş ve onu her zaman kucaklamıştır. TSK, milletin birlik ve bütünlüğünü perçinleştiren bir unsurdur.”
         İzleyen günlerde mitingler düzenleyen Çiller ise, Ordu’ya ve hükümet ortaklarına eleştirilerini sürdürür. Yılmaz için “siyasi onbaşı”, Ordu için de “Cumhuriyetin hamisi kesilmesin” suçlamasında bulunan Çiller, sekiz yıllık eğitim konusunda da meslek okullarının, İmam Hatipler’in kapatıldığını, Kur’an Kursları’nın, ezanın ve hafızlık müessesesinin ise kısıtlandığını belirterek, “Devletin yaptığını yasaklarsanız, o zaman yerin altına girer, o zaman tehlike olur. İmam  Hatipler’i Atatürk önerdi, Adnan Menderes açtı, Mesut Yılmaz geldi kapadı diyecek millet” diye konuşur (Hürriyet, 8 Ekim 1997).
         Bu sırada kapatma davasının savunma hazırlıkları ile meşgul olan RP ise, Anayasa Mahkemesi’ne ekleriyle birlikte beş bin sayfayı geçen dosyasını sunar (Akel, 1998). Savunmada ağırlıklı olarak davayı açan Başsavcı Savaş’a yüklenilerek Atatürk’ten övgüyle söz edilir. Gözler RP’nin kapatılmasıyla ilgili davaya çevrilmişken, REFAHYOL dönemindeki açıklamaları nedeniyle dava açılan RP’lilere ilk ceza 10 Kasım törenleri nedeniyle gelir. Ankara DGM, Şükrü Karatepe’yi, 10 Kasım’daki açıklaması nedeniyle “halkı din farkı gözeterek kin ve nefrete tahrik”ten bir yıl hapis cezasına çarptırır (Hürriyet, 10 Ekim 1997). Çok geçmeden ikinci karar “Kudüs Gecesi” için çıkar (Hürriyet, 16 Ekim 1997). Bekir Yıldız, “Hizbullah’a yardım ve yataklıktan” üç yıl dokuz ay, “halkı din ve mezhep farkı gözeterek düşmanlığa tahrik”ten 10 ay hapis cezasına çarptırılır ([44]).
         Öte yandan Ekim ayında üniversitelerin açılmasıyla birlikte türban sorunu gündeme gelir. “Başörtüsüne özgürlük” eylemleri İstanbul başta olmak üzere pek çok ilde dikkati çeker. Kesintisiz eğitim uygulamasının protestolarını da içeren eylemler, şubat ayına dek RP’nin kapatma sürecine yönelik haberler ile birlikte Milli Gazete’deki ağırlığını korur.
Kanal 7 Olayı
         Gündeme bir ara yine Kıbrıs konusu ve Susurluk davası girdikten sonra CHP lideri Baykal’ın 21 Ekim’de (1997) açıkladığı Kanal 7 dosyası; iddiaya göre, kapanma sürecindeki RP ile ilgili “önemli” belgeleri ortaya koyar (Hürriyet, 22 Ekim 1997). RP’li belediyelerin kamu kaynaklarını “cihat amacıyla her ay Kanal 7 televizyonuna parasal yardım yaparak kullandığı” açıklaması medyada büyük yankı bulur. Kanal D’de yayınlanan “Söz Fato’da” programının yapımcısı Fatma Girik ve ekibinin CHP grup toplantısında gerçekleştirdikleri sinevizyon gösterisinde Erbakan’ın “TV olmadan cihat olamaz. Ölümden sonra o zifiri karanlıkta bir şeyin size yol göstermesini istiyorsanız o, bugün inançla Kanal 7 için vereceğiniz para olacaktır” sözleri yayınlanır. Daha sonra belgelerle hangi belediyenin Kanal 7’ye ne kadar kaynak aktardığı açıklanır. Milli Gazete ise haber üzerine “yine iftira, yine yalan” açıklamasında bulunur. Gazete bunun bir “çamur kampanyası” olduğunu yazar (23 Ekim 1997).
         Gazete manşetlerine artık belediyelerle ilgili “yolsuzluk” iddiaları birbiri ardına girmeye başlar. Usulsüz ihale ve krediler hakkında soruşturmalar açılır. Öte yandan Çiller’in de başı, malvarlığı konusundaki iddialarla ağrımaktadır.
         Cumhuriyet bayramı kutlamaları 29 Ekim 1997 günü bir başka renkte yaşanır. Kutlama coşkusuyla ilgili olarak “Komplo Teorisi” başlıklı bir yazı kaleme alan Ilıcak (2001b), kutlama törenlerinin arkasında MGK Genel Sekreterliği’nin varlığına ortaya atar. Ilıcak şöyle yazar: “29 Ekim kutlamalarının nasıl olacağına dahi, MGK Genel Sekreterliği karar veriyor ve bakanlıklara, TRT’ye, YÖK’e talimat gönderiyor…. 29 Ekim’de Boğaz Köprüsü’nün ışıklandırılmasını, TRT kanallarında Atatürk ve Kurtuluş Savaşı ile ilgili belgesellerin yayınlanmasını, Sivas’tan Ankara’ya cumhuriyet treninin kaldırılmasını, havai fişek gösterilerinin düzenlenmesini MGK istiyor; bu konuda emri MGK veriyor. Hükümet de buna ses çıkarmıyor. Çünkü hükümet, varlığını bir kısım basına ve onların arkasındaki büyük sermayeye borçlu.”.
MASK Değişikliği
         Değişen bölge ve dünya koşullarına göre yeniden düzenlenen Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi (MGSB) Ekim ayında yapılan MGK toplantısının başlıca gündem konusudur. Belge ile siyasal islamın Türkiye için tehdit olduğu ve mücadele edilmesi gerektiği resmi devlet politikası haline getirilir. Toplantıda ayrıca OHAL uygulaması, Ege ve Kıbrıs konusunda meydana gelen son siyasi ve askeri gelişmeler değerlendirilir (AA., 31 Ekim 1997).
         İba’nın (1999) ifadesine göre, Genelkurmay Başkanlığı tarafından sürdürülen MASK çalışmaları iki kitapçık ve 10 adet ekten oluşmaktadır. Ocak ayında hazırlıklarına başlanan konseptin oluşmasından sonra yapılan iç düzenlemeler, Ekim ayındaki MGK toplantısında MGSB’nin kabulü ile sonuçlanmıştır. Böylece 17 Eylül 1992 tarihli belgede tanımlanan birinci öncelikli tehdit unsuru olan “bölücülük” ile yeni belgede “irtica tehdidi” eşdeğer kabul edilmiştir.
         MGK’nın MGSB başlıklı kararıyla iç ve dış konularda belirlenen ve Bakanlar Kurulu’na bildirilen ilkeleri 4 Kasım 1997 günü Hürriyet gazetesinde yayınlanır. Üçüncü ilkeyi gazetenin, “Bu maddeyi devletin hassasiyet yaratan çok gizli bir kararı olması dolayısıyla yazamıyoruz” diye açıkladığı toplam 14 ilke şöyle sıralanmaktadır:
1.       Bölücü ve irticai faaliyetler eşit ve birinci derecede önceliklidir.
2.       Siyasal İslam, Türkiye için tehdit unsuru olmaya devam etmektedir.
3.       Türk Milliyetçiliği bazı kesimlerce ırkçılığa dönüştürülmek istenmektedir. Ülkücü mafya bundan yararlanmak istemektedir. Bu da bir tehdit unsuru oluşturmaktadır.
4.       Aşırı sol yine tehdit unsuru olmakta devam etmektedir. Ancak bir yumuşama içinde olduğu görülmektedir.
5.       Türk Cumhuriyetleri’yle ilişkiler daha da güçlendirilmeli ve bu ülkelerin yönetimlerinin gücünün korunmasına destek olunmalıdır.
6.       Yunanistan ile ilişkilerde tehdit algılanmasına dikkat edilmelidir. Türkiye’nin bir tercihi olmamasına karşın, Yunanistan ile bir çatışmanın çıkabileceği gözden kaçırılmamalıdır.
7.       Yunanistan ile çıkabilecek bir çatışma haline, Suriye de Türkiye ile çatışmaya girebilir.
8.       Türkiye’nin komşusu olan ülkelerle ilgili önceki değerlendirmeler aynen korunmalıdır.
9.       Kamusal alana kaymamak koşuluyla mahalli ve kültürel özelliklerin geliştirilmesine yönelik düzenlemeler yapılmalıdır.
10.    Adalet ve devletin yönetim sitemindeki eksiklik ve aksaklıklar acilen giderilmelidir.
11.    Türkiye’nin Batı’ya dönük yüzünde hiçbir değişikliğe gidilmemelidir.
12.    Türkiye’nin AB’ye tam üyelik konusundaki hedefi korunmalıdır. Ancak bazı Avrupa ülkelerinin bu konudaki olumsuz tutumları göz ardı edilmemelidir.
13.    Türkiye’nin dünya ile bütünleşmesine yönelik, özelleştirme de dahil ekonomik çabalar artırılmalıdır.
         Belgenin kabulünün ardından Başbakan Yılmaz belgenin önemine işaret eden şu açıklamada bulunur: “Belgenin bütün bakanlıklar için bağlayıcı bir niteliği var. Bu gizli bir belge. Herhangi bir kanun ya da kararname çıkarırken, herhangi bir uluslararası anlaşma yapılırken eğer bu belge ile bir çelişki varsa, aykırılık varsa, mutlaka gideriliyor” (Hürriyet, 3 Kasım 1997). Ancak belge için “gizli anayasa” eleştirileri yapılır (İba, 1999). İba’ya (1999) göre de belgenin onaylanması, “Fırtına Harekatı’nın ikinci evresi” sayılmaktadır.
         Devletin tüm kurum ve kuruluşlarının politika ve icraatları üzerinde bağlayıcılığı bulunan belgenin onaylanmasının ardından Genelkurmay Başkanlığı devletin üst düzey bürokratlarına “Türkiye’nin Jeopolitik Yapısı, İç ve Dış Tehditler” adıyla brifingler vermeye başlar. 10 Aralık 1997 günü Başbakanlık müsteşar yardımcıları, genel müdürleri ve daire başkanlarından başlayan brifingler diğer bakanlıklar düzeyinde daha sonra devam eder. MGK’nın yapısı, işlevi ve tarihçesinin de anlatıldığı bu brifinglerde, MGSB’nin hazırlanmasının önemi vurgulanarak “Devletin milli güvenlik siyasetini içeren resmi belge” diye tanımlanmaktadır (İba, 1999). Belge bundan sonra kurulacak hükümetleri ve devletin geleceğini bu ilkelere uyma şartına bağlamaktadır.
         Öte yandan, ANASOL-D Hükümeti döneminde, “Rejim aleyhtarı irticai faaliyetlerle mücadele” için Başbakanlık bünyesinde “Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu” ya da kamuoyunda bilinen adıyla “Sivil Çalışma Grubu” da kurulmuştur (Akpınar, 2001).
Temiz Toplum Eylemleri
         Susurluk Skandalı’nın birinci yıl dönümünde “devlet, mafya ve siyaset” üçgeninde “bir arpa boyu bile yol alınamadığı” gazete manşetlerine çıkar (Milliyet, 2 Kasım 1997). Skandal kazanın yıldönümünde 17 bin nüfuslu Susurluk’ta 25 bin kişi “Temiz Toplum” yürüyüşüne katılır (Hürriyet, 3 Kasım 1997).
         Bu arada Yunanistan ile “Ege Krizi” gündemin bir diğer başlığıdır. Başbakan Yılmaz, “her an savaş patlayabilir” diye açıklamalarda bulunmaktadır (Hürriyet, 3 Kasım 1997).
         Bir yıl aradan sonra 10 Kasım Atatürk’ü anma törenlerine yine büyük bir katılım gerçekleşir. Törende Cumhurbaşkanı Demirel “Laik devleti Müslümanlığa karşı göstermek, Cumhuriyet’e yapılacak en büyük sabotajdır. Bırakın, halkın duygularını istismar etmeyin. Girmeyin camiye, okula” diye konuşur (Hürriyet, 11 Kasım 1997).
         İzleyen günlerde yolsuzluk iddialarıyla Şişli Belediye Başkanlığı’ndan istifa eden ANAP’lı Gülay Aslıtürk, “Temiz Toplum” sloganı altında işlenen temalardan bir diğerinin kahramanı olur (Hürriyet, 14 Kasım 1997). Gündemin “vazgeçilmez” konusu haline gelen Susurluk Skandalı çerçevesinde ise, DYP milletvekilleri Mehmet Ağar ve Sedat Bucak’a yargı yolunun açılması tartışmasıyla birlikte, “milletvekili dokunulmazlıklarının sınırlandırılması” konusu sokaklara ve Meclis’e taşınır (Hürriyet, 21 Kasım 1997). TÜRK-İŞ, DİSK ve TOBB gibi demokratik kitle örgütleri, “Beyaz Kurdele Kampanyası” başlatır. Eyleme milletvekilleri ve sanatçılardan destek gelir (Hürriyet, 23 Kasım 1997).
         MHP’de ise Alparslan Türkeş’in ölümünden sonra başlayan “olaylı genel başkanlık yarışını”, Devlet Bahçeli kazanır (Hürriyet, 24 Kasım 1997). Hükümetin ilk gününden beri gündemde olan “enflasyonla mücadele” başta olmak üzere ekonomik sorunlar, alınacak önlemler ve açılacak paketlerin içerikleriyle gündemdeki yerini korur. AB ile üyelik görüşmeleri ise gündemdeki bir diğer konu başlığıdır.
         Özel radyo ve televizyon kuruluşlarına frekans tahsisi, Kasım ayının MGK toplantısında masaya yatırılır. Toplantıdan sonra yapılan açıklamada, “devletin Anayasamızda belirtilen vazgeçilmez, temel niteliklerine ve konudaki uyulması zorunlu hükümlerine aykırı yayın yapan kuruluşlara karşı gerekli her türlü önlemin en kısa sürede alınmasının uygun olacağı konusunda görüş birliğine” varıldığı ifade edilir (AA., 26 Kasım 1997). Açıklamada rejim karşıtı yayın yapan radyo ve televizyon kuruluşların bulunduğu ve bunlara karşı en kısa zamanda önlemler alınması gerektiğinin altı çizilir.
         Kasım ayının son pazar günü, nüfus tespiti ve seçmen yazımı nedeniyle sokağa çıkma yasağı uygulanır (Hürriyet, 30 Kasım 1997).
“Minareler Süngümüz”
         Kapatma tehlikesi ile sancılı günler yaşayan RP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ise o günlerde medyanın pek de dikkatini çekmeyen bir konuşma yapar. 6 Aralık 1997 günü Siirt’te toplanan kalabalığa seslenen Erdoğan, daha sonra Ziya Gökalp’e ait olduğunu söylediği şiiri okur ([45]). Erdoğan’ın konuşması özetle şöyledir: (Hürriyet, 24 Eylül 1998)
         “Türkiye’de düşünce özgürlüğü yok ve ırk ayrımı yapılıyor. Referansımız İslamiyet. Bizi hiçbir zaman sindiremezler. Batı insanının bile inanç hürriyeti var. Türkiye’de neden buna saygı gösterilmiyor? Minareler süngü, kubbeler miğfer, camiler kışlamız, müminler asker. Okunan ezanı kimse susturamayacak. Türkiye’deki ırk ayrımına kesinlikle son vereceğiz. Çünkü Refah Partisi diğer partilerle zıt fikirde. Bizi hiçbir zaman sindiremezler. Gökler, yerler açılsa, üzerimize tufanlar, yanardağlar saçılsa yolumuzdan dönmeyiz. Benim referansım İslamiyet’tir. Bunu yerine getiremiyorsam, yaşamanın ne anlamı var. Batı insanının bile inanç hürriyeti var. Avrupa’da ibadete, başörtüsüne saygı duyuluyor. Ama, Türkiye’de engelleme getiriliyor. Türkiye’de neden buna saygı gösterilmiyor. Okunan ezanı kimse susturamayacak. Çünkü, ezanın sustuğu yerde insanların huzuru olmaz. Kürt, Arap, Çerkez ayrımı yapılamaz. Çünkü bütün insanların birleştiği çatı İslam’dır. Türkiye’deki ırk ayrımına kesinlikle son vereceğiz. Bunu bu hale getirenler utansın.’’
         Bu konuşma üzerine Diyarbakır DGM,  TCK’nın “"Halkı sınıf, din, ırk, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek" suçunu tanımlayan 312’nci maddesinden soruşturma başlatana kadar konu medya gündemine gelmez. Yargılama sonunda Erdoğan, 10 ay mahkumiyet kararı alır (Hürriyet, 22 Nisan 1998). Karar, Yargıtay tarafından 23 Eylül 1998’de onaylanır ve dört ay hapis yatmak üzere Erdoğan, 27 Mart 1994 seçiminin ardından oturduğu İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğundan ayrılır (Hürriyet, 24 Eylül 1998). Altı yıl sonra ise Erdoğan’a milletvekilliği ve başbakanlık yolunu, mahkumiyet kararı aldığı konuşmayı yaptığı Siirt’te yenilenecek genel seçim açacaktır.
Dış İlişkilerde Son Durum
         Susurluk Skandalı ile ortaya çıkan devlet içindeki yasadışı oluşumla ilgili birçok suçlamayla karşı karşıya kalan, ancak hakim önüne çıkarılamayan, İçişleri eski Bakanı ve DYP milletvekili Mehmet Ağar ile DYP milletvekili Sedat Bucak'ın yargılanmaları önündeki engel, 11 Aralık (1997) günü Meclis’te yapılan oylama ile kalkar (Hürriyet, 12 Aralık 1997). Genel Kurul’da görüşülen iki milletvekilinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına ilişkin Anayasa ve Adalet Karma Komisyonu raporları kabul edilerek, Ağar'ın dokunulmazlığı 190 ret'e karşı 274, Bucak'ınki 160 ret'e karşı 282 evet oyuyla kaldırılır.
         Aynı gün tamamlanan YAŞ toplantısında ise “aşırı dinci” 55 subay ve astsubayın yanı sıra “uyuşturucu ve adam kaçırma, çek-senet tahsiline karışan” yedi subay ve astsubayın ordu ile ilişiği kesilir (Hürriyet, 12 Aralık 1997).
         Ardından gündemde AB’nin Lüksemburg zirvesi vardır. Türkiye’nin AB üyeliğine verilecek yanıt konusunda AB’de iki farklı görüş ortaya çıkar (Hürriyet, 13 Aralık 1997). Üyelik kapısının, Türkiye'ye açık tutulması için bastıran İngiltere, Fransa, İtalya ve Hollanda’ya karşı çıkan Almanya, Yunanistan ve Lüksemburg'a karşı ortak bir cephe oluşturur. Gelişmeler üzerine “umduğunu bulamayan” Yılmaz, “tam üyelik kararının geri çekilebileceği” açıklamasını yapar (Hürriyet, 19 Aralık 1997). İlişkiler kopma noktasına gelir.
         Zirvenin ardından Başbakan Yılmaz, 17 Aralık (1997) günü dört günlük ziyarette bulunmak üzere ABD’ye gider. Yılmaz, ABD Başkanı Bili Clinton ve yardımcısı Al Gore'la görüşecek, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası başkanlarıyla bir araya gelecektir (Hürriyet, 17-18 Aralık 1997).
         ABD yolunda gazetecilere AB ile ilişkileri değerlendiren Yılmaz, şunları söyler: (Hürriyet, 18 Aralık 1997)
         "Lüksemburg zirvesini Hıristiyan Kulübü kazandı. Beni Çiller'le karıştırmayın; ben Başbakan olduğum sürece Avrupa Konferansı'na katılmayız. Onlara sonuç felaket olur demiştim. Blöf yapıyoruz sandılar, bu tepkimizi beklemiyorlardı. Türkiye muz cumhuriyeti değil."
         Aynı günlerde Genelkurmay Başkanı Karadayı da, Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek ile bir araya gelir (Milliyet, 19 Aralık 1997). Devlet Başkanlığı Sarayı'nda bir saat süren görüşme sonrasında Karadayı, özetle şu açıklamayı yapar: (Milliyet, 19 Aralık 1997)
         "Bölgemizde istikrarın temini ve idamesinde terörizmle mücadele de dahil olmak üzere daha fazla işbirliği yapabileceğimizi, daha ileri adımlar atabileceğimizi gördük ve bunda mutabık kaldık. Türkiye ve Mısır, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu'da birbirine en eski tarihi ve kültürel bağlarla bağlı Müslüman ve demokratik, ayrıca birbirini en iyi şekilde tanıyan ve saygı duyan iki kardeş ülke. Ziyaretimde çok faydalı sonuçlar elde ettim. Yanlış anlamalara, başkalarının kasıtlı yanlış yönlendirmelerine meydan vermeyecek şekilde daha fazla askeri temas, diyalog tesis etme konusunda görüş birliğine vardık. Gelecek kuşaklar bizleri suçlamamalı. Bize düşeni yerine getirmeli, iki kardeş ülkeyi birbirine daha fazla yaklaştırmalıyız."
         Karadayı, daha sonra Başbakan Kemal al Ganzuri tarafından da kabul edilir.
“RP’nin Yedeği”
         Kapatma davası süren RP cephesinde ise “Refah’ın yedeği” nitelemesiyle suçlanan Fazilet Partisi’nin (FP) kurulması çalışmaları vardır. Partinin kurucularından İsmail Alptekin, " Naylon parti iddialarının muhatabı değiliz. Biz hizmet azmiyle yola çıkmış bir partiyiz. Halkın beklentilerine cevap vermek istiyoruz. Yarışta birinci olmayı hedefliyoruz. RP'yle hiçbir ilgimiz yok. RP'yi kendimize rakip görmüyoruz. Hizmette RP'yle beraber kucaklayan, kol kola bir kurum olacağımızı görüyoruz" açıklamasında bulunur (Milliyet, 19 Aralık 1997). RP Grup Başkan Vekili Lütfü Esengün, ise FP'nin kuruluşunu değerlendirirken, "Türkiye'de fazilet mücadelesinin sürdüğü bir dönemden geçiyoruz. Böyle bir dönemde kurulan FP'nin oluşumundan mutluluk duyarız. RP dimdik ayakta dururken bir partinin RP'nin devamı olduğunu söylemek mantıksızlıktır" diye konuşur (Milliyet, 19 Aralık 1997).
         Yılın son MGK toplantısında ise terörle mücadele kapsamında ekonomik, kültürel, sosyal önlemler alınması gerektiği konusu gündeme gelir. MGK Genel Sekreterliği’nin gündeme getirdiği bir rapor çerçevesinde de İslami sermayeye kayıt dışı para akışını sürdüğüne dikkat çekilir (Milliyet, 24 Aralık 1997). Resmi açıklamada ise toplantıda “Türk boğazlarının seyrüsefer güvenliği”, “AB ile ilişkiler” ve “Kıbrıs konusundaki son gelişmelerin değerlendirildiği” ifade edilir (AA, 23 Aralık 1997).
         Yılın son günlerinde ise gündeme Cumhurbaşkanı ile Devlet Denetleme Kurulu'nun aylar süren çalışmasıyla ortaya çıkan devlette reform raporu damgasını vurur (Milliyet, 28 Aralık 1997). Demokrasi, Çankaya, Meclis, hükümet, siyasi partiler ve yerel yönetimlerin yeniden yapılanması, halkın devlete güveninin artırılması ve adil seçim sistemi tekliflerini kapsayan projeye göre, Cumhurbaşkanı’na meclisi fesih yetkisi tanınmakta, Cumhurbaşkanı, Meclis ve belediye seçimlerinin dört yılda bir aynı gün yapılması öngörülmektedir.
         Yeni yılın ilk günlerinde bir araya gelen hükümet ortakları
Başbakan Yılmaz, Başbakan Yardımcısı Ecevit ve hükümetin üçüncü ortağı DTP'nin Genel Başkanı Cindoruk’un gündeminde, "Vergi reformu, işsizlik sigortası, sosyal güvenlik gibi önemli yasaların Meclis'teki önceliği. IMF ile ilişkiler. AB politikası" konuları vardır (Milliyet, 3 Ocak 1997).
         Ardından gündeme “bomba gibi” Meclis inşaatıyla ilgili iddialar düşer (Milli Gazete, 7-9 Ocak 1998). ANAP’lı Mustafa Kalemli'nin Meclis Başkanlığı döneminde açılan Genel Kurul Salonu'nun yenilenmesi ihalesinde usulsüzlük yapıldığı iddiaları üzerine, ANAP'ın isteğiyle toplanan TBMM Danışma Kurulu, Meclis eski Başkanı Kalemli'yi de kapsayan araştırma önergesinin Genel Kurul'da görüşülmesini oybirliğiyle kabul eder (Milliyet, 8 Ocak 1998).
         Bu arada, Enerji dağıtım hatlarının ihalesinde “medya holdingleri”, Doğan ve İhlas gruplarının pay almaları ise bir başka tartışma konusudur (Milli Gazete, 3-9 Ocak 1998).
         Başbakan’ın talimatıyla Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’ın hazırladığı “Susurluk Soruşturması Raporu” 11 Ocak (1998) günü gazetelerin manşetlerindedir. İzleyen günlerde medyada tartışılan raporda dikkati çeken satır başları şunlardır: (Hürriyet, 13 Ocak 1998)
         “Bazı kanun kaçakları hem MİT, hem emniyet tarafından özel amaçlarla kullanılmıştır. 15 dolayında ülkücü, bazı operasyonlarda kullanılmak üzere yurtdışına çıkarılmıştır. PKK’ya maddi destek sağlayan bazı kişiler, emniyet içindeki birimlerce öldürülmüştür. Devletin güvenliği için kullanılan bu kişiler daha sonra bazı kanunsuz işlere girişmişlerdir. Azerbaycan’daki darbe girişiminde bazı devlet görevlilerinin de kullanıldığı anlaşılmaktadır. Örtülü Ödenek’ten kullanılan 45 milyon dolarlık paranın kaydı bulunamamaktadır”.


RP’nin Kapatılması
         Anayasa Mahkemesi, sekiz aylık yargılama sonunda RP hakkında merakla beklenen kararını 16 Ocak 1998 günü açıklar (Hürriyet, 17 Ocak 1998).
         Yekta Güngör Özden’in yaş haddinden emekliye ayrılmasının ardından yerine seçilen Ahmet Necdet Sezer’in başkanlığında kapatma davasını görüşen mahkeme, ikiye karşı dokuz oyla, “Refah Partisi, laik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri saptandığından kapatılmıştır” kararını alır. Milli Gazete’nin (17 Ocak 1998) karar hakkındaki yorumu, “tarihe geçecek hukuk cinayeti” şeklinde olur.
         Toplam yedi ay 25 gün süren yargılama sonunda alınan karara göre RP, “laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemleri nedeniyle anayasanın 68 ve 69. maddeleriyle, 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 101. maddesinin (b) bendi ve 103’üncü maddenin birinci fıkrası gereğince” kapatılmıştır. Bununla birlikte beyan ve eylemleri nedeniyle partinin kapatılmasına neden olan Necmettin Erbakan, Şevket Kazan, Ahmet Tekdal, Şevki Yılmaz, Hasan Hüseyin Ceylan ve İbrahim Halil Çelik’in milletvekillikleri, anayasanın 84’üncü maddesinin son fıkrası hükmü gereğince sona erdirilir. Ayrıca bu milletvekilleri ile Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Şükrü Karatepe’nin anayasanın 69’uncu maddesinin sekizinci fıkrası gereğince beş yıl süreyle bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve denetçisi olamayacaklarına da karar verilir (Cumhuriyet, 17 Ocak 1998; Hürriyet, 17 Ocak 1998; Milli Gazete, 17 Ocak 1998, İba, 1999). Kararın gerekçesi daha sonra Resmi Gazete’nin 21 Şubat 1998 tarihli sayısında yayınlanır ([46]).
         Dünya basını karara geniş yer ayırır. The New York Times, “Türkiye demokrasisini yaraladı”; Belçika basını, “RP bu kez zor toparlanır”; Rusya Moscow Times, “Laiklerin geçici zaferi”; İngiliz The Independent, “Erbakan’ın siyasi yaşamını bitiren karar”; İran gazeteleri ise “Karar İslamiyete baskı” yorumlarında bulunur. (Milliyet, 18 Ocak 1998). Dış tepkiler genel olarak, “Türkiye’de parti kapatılmasının çok partili demokratik sisteme olan güvene zarar verdiği” şeklindedir (İba, 1999).
         Genelkurmay Karargahı’nda bir araya gelen üst düzey generallerin katıldığı değerlendirme toplantısına ise Radikal gazetesi (18 Ocak 1998) yer verir. Toplantıda komutanlar bir ülkede yasaların hakim olduğunu ve onların uygulandığını belirterek, şunları ifade eder:
         “Eğer Türkiye bir hukuk devletiyse, RP Anayasa ve yasalara karşı bir dizi suç işlemiştir. Verilen karar da bunun doğal sonucudur. Zaten siyasal islamın uygulandığı bütün ülkelerde kan gövdeyi götürmektedir. Bu ülkenin her zaman sahibi vardır ve sonuçta beklenen olmuştur. Bu Atütürkçüler’in zaferidir.”
         22 Ocak 1998 günü yılın ilk MGK toplantısının gündeminde ise resmi açıklamaya göre “AB’nin Lüksemburg Kararları karşısında Türkiye ile KKTC arasındaki özel ilişkilerin geliştirilmesi yolunda hükümetçe başlatılan çalışmaların her alanda sürdürülmesi üzerinde görüş birliğine varıldığı” ifade edilerek, “Hazar-Kafkas enerji havzasının petro-stratejik analizi ve enerji nakil hatları projesi hakkındaki çalışmaların Türkiye’nin menfaatleri doğrultusunda geliştirilmesi ve gerçekleştirilmesi için gerekli tedbirlerin alınması uygun bulunarak, bu görüşün Bakanlar Kurulu’na bildirilmesine” karar verildiği vurgulanır. Toplantıda ayrıca, Türkiye üzerinden Avrupa ülkelerine insan kaçakçılığı olaylarında Türkiye’nin üs olarak kullanılması ve bu olaylar bahane edilerek Türkiye aleyhine başlatılan siyasi amaçlı kampanyaların önlenmesi için gerekli önlemlerin alınması üzerinde görüş birliğine varıldığı belirtilir (AA, 22 Ocak 1998).
         RP’nin kapatılmasının ardından milletvekillikleri sona eren RP’li milletvekilleri hakkında hızla dava açma süreci başlar. Partinin malvarlığının tasfiyesi konusunda da inceleme başlatılır. Yeni kurulan FP, bağımsız milletvekillerinin katımlıyla Meclis’in ana muhalefet partisi haline gelir (Milli Gazete, 28 Şubat 1998). Milli Gazete (27 Şubat 1998), FP’nin “umut çınarı” olduğunu yorumunu manşetten yayınlar.
Parsadan Davası
         RP’nin kapatıldığı gün gündemdeki bir başka konu “Örtülü Ödenek Davası”nın sonuçlanmasıdır. Selçuk Parsadan’ın kendisini Emekli Orgeneral Necdet Öztorun olarak tanıtıp DYP yararına çalışma yapacağını açıklayarak Başbakan Çiller’den Örtülü Ödenek’ten ödenmek üzere para almasından dolayı açılan dolandırıcılık davası, Yargıtay Altıncı Ceza Dairesi’nde onaylanır. Kararda şöyle denilir: (Cumhuriyet, 17 Ocak 1998; İba, 1999)
         “Sanıklardan Selçuk Parsadan, Hüseyin Cahit Parsadan ve Mukadder Balkan’ın yasa maddesinde öngörülen haksız menfaati hangi amaç ve usulle sağladığı dosya içeriğine göre kesinlikle tespit edilememiş ise de sanıkların PTT işletmesinin haberleşme araçlarını vasıta olarak kullanıp kandıracak nitelikte hile ve desiseler yaparak hataya düşürmek suretiyle kamu kurumu zararına dolandırıcılık suçunu işledikleri, sanıkların ve tanıkların ifadeleri, Türk Telekom ile Emlakbank ve Halkbank şubelerinin cevabi makaleleri, kayıt ve belgeler karşısında temyiz itirazları yerinde görülmemiştir”
         Örtülü ödeneğin dolandırılması olayında Çiller’in Yüce Divan’a gitmesine ise “haksız menfaatin hangi amaç ve usullerle sağlandığının kesinlikle tespit edilememiş olması” engel olur. Konu daha sonra Yargıtay Genel Kurulu gündemine gelir ve Kurul, ilki 24 Şubat’ta ve ikincisi 17 Mart’ta olmak üzere iki duruşma sonunda Çiller lehine karar verir.


Değişen ve Değişmeyen Gündem
         Yeni yılla birlikte MGK’nın tansiyonu düşmüştür. Yeni yılın ilk toplantısında artık başka konular ve özellikle dış konular gündemdedir. Ocak ayı toplantısının konusunu, “Hazar-Kafkas enerji havzasının petro-stratejik analizi ve enerji nakil hatları projeleri hakkında çalışmaların ve projelerin Türkiye’nin milli menfaatleri doğrultusunda geliştirilmesi ve gerçekleştirilmesi için gerekli tedbirlerin alınması” oluşturur. (AA., 22 Ocak 1998). Terörle mücadele, AB ile ilişkiler ve Kıbrıs konusundaki son gelişmeler diğer gündem maddeleridir. Toplantıda ayrıca Türkiye üzerinden İtalya ve diğer Avrupa ülkelerine yasadışı yollarla yapılan insan kaçakçılığı olayları değerlendirilir.
         28 Şubat Kararları’nın yıldönümünde, “Bakanlar Kurulu’na bildirilen tedbirlerin uygulama durumu” MGK gündemine gelir. Toplantıda bir kez daha 28 Şubat Kararları’na dönük kararlılık ifade edilir. Türk milletini çağ dışı bir yaşam tarzına mahkum etmek isteyen azınlık bir grubun temsil ettiği zihniyetle mücadele için gerekli iyi niyet ve iradenin mevcudiyetinin memnuniyetle müşahede edildiğinin bildirildiği MGK açıklamasında, din ve vicdan hürriyetinin inanç sahibi vatandaşlar tarafından en geniş anlamda kullanılmakta olduğu, bu hürriyetlerin kısıtlanmasının söz konusu olamayacağı belirtilir. Açıklamada şu görüşlere yer verilir: (AA., 27 Mart 1998)
         “Ancak, halen bazı kişi ve kuruluşların, halkımızın kutsal din duygularını istismar ederek, şahsi nüfuz ve siyasi çıkar sağlama çabalarını sürdürdükleri, rejim aleyhtarı irticai faaliyetlere karşı alınan yasal tedbirleri istismar ederek İslam dinine karşı alınmış gibi göstermek istedikleri ve bu yönde çeşitli faaliyetler içinde bulundukları saptanmıştır… Demokrasinin temeli olan laiklik ilkesinin gereği olarak dini inançların devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı konusunda da tam bir görüş birliğine varılmıştır… Bazı kişi ve kuruluşlar tarafından açık veya kapalı bir şekilde, yasaları hiçe sayarak, rejime yöneltilen faaliyetlerin hoşgörü ile karşılanmasının bu kişi ve kuruluşları cesaretlendireceği, bu nedenle öncelikle mevcut yasaların kararlılıkla uygulanması, ayrıca yasalardaki değişikliklerin ve bu mücadele ile ilgili hazırlanan yeni yasaların Meclis’ten süratle çıkarılmasının önem taşıdığı hususlarında görüş birliğine varılmıştır”.
         Bu arada Genelkurmay yine boş durmaz. 16 Mart’ta yapılan YÖK toplantısında, hükümeti atlayarak rektörlere bir brifing verir (İba, 1999).  Türban yasağının devamı sağlanır. Ertesi gün Demirel’e irtica konulu bir brifing daha verilir (İba, 1999).
         20 Mart’ta komutanlar bir bildiri açıklarlar. “Komutanlar toplantısı sonucu alınan kararlar” başlığıyla Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreterliği’nce duyurulan açıklamada, Başbakan Yılmaz’a atfen, basında yer alan, komutanları suçlayıcı savlar “kişisel menfaatler ve siyasi ihtiras uğruna yapılan talihsiz beyanlar” olarak nitelendirilir (Cumhuriyet, 21 Mart 1998). Komutanların açıklamalarını “demokratik bir tavır” şeklinde değerlendiren Yılmaz’ın sözlerine karşın, silahsız kuvvetler yine harekete geçerek TÜRK-İŞ, DİSK, TİSK, TOBB ve TESK’ten oluşan sivil girişim, ordunun, laik ve demokratik cumhuriyetin teminatı olduğunu ve onun yıpratılmasına izin verilmeyeceğini açıklar. 46 demokratik kitle örgütü 28 Mart günü Ankara’da “İrticaya karşı omuz omuza” sloganıyla bir miting düzenler (İba, 1999).
“28 Şubat Ruhu”
         CHP’nin dışarıdan desteklediği ANASOL-D Hükümeti bir yanda iplerin ordu ile gerilmesi ve diğer yanda yolsuzluk tartışmaları arasında bir buçuk yıllık iktidarından sonra, 25 Kasım 1998’de Türkbank ihalesine fesat karıştırdığı iddiasıyla Başbakan Yılmaz hakkında verilen gensoru karşısında hükümetten desteğini çeken CHP’nin oylarıyla düşer (Akpınar, 2001).
         Yerine kurulan DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit Başbakanlığındaki azınlık hükümeti, 18 Nisan 1999’da Erken Genel Seçim’e kadar iktidarda kalır. Seçimler sonrasında RP’ye oranla daha yumuşak bir siyasal çizgi izleyen ve RP’nin yerine kurulduğu gerekçesiyle daha sonra kapatılacak olan FP yüzde 15, DYP yüzde 12 ve ANAP yüzde 13 oy alırken, MHP (yüzde 18) ve DSP (yüzde 22) “oy patlaması” yapar (Akpınar, 2001). Rejimin en köklü partilerinden CHP ise aldığı yüzde 8’lik oyla barajın altında kalarak parlamentoya giremez. Seçimlerden sonra DSP-MHP ve ANAP koalisyon hükümeti kurulur.
         28 Şubat sürecini başlatan generaller ya görev sürelerini doldurdukları için emekli olurlar ya da YAŞ tarafından zamanı geldiğinde emekliye sevk edilirler. Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, o güne kadar “16 yıldır kimseye verilmeyen” Devlet Şeref madalyası ile onurlandırılır. Madalyayı veren Cumhurbaşkanı Demirel, Karadayı’ya nişan verilmesinin demokrasiye olan inancından kaynaklandığını söyler (Hürriyet, 7 Ağustos 1998). Sedat Ergin’e verdiği demeçte Demirel, “Sayın Karadayı, Türk Ordusu’nun bütün kademelerinde görev yapmış çok değerli bir kumandandır ve Genelkurmay Başkanı olarak Türk demokrasisinin zor bir döneminde görev yaptı. Bu dönemde görev yaparken ordunun kendisine olan inancını korudu. Aynı zamanda demokrasiye olan inancında hiçbir zaaf göstermedi. Onun içindir ki kendisine devlet nişanı veriyoruz” diye konuşur.
         Öte yandan ordudaki “28 Şubat ruhu” devam eder. Genelkurmay eski Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun, “28 Şubat gerekirse bin yıl sürecek” sözleri (Cumhuriyet, 28 Şubat 2002), bu sürecin Türk Silahlı Kuvvetleri’nde yerleşik bir politika olarak benimsendiğini ortaya koyması açısından dikkat çekicidir.
         Cumhurbaşkanı Demirel ’in TGRT’de yayınlanan Alternatif programında (11 Mart 1998) söylediği şu sözler de bu yargıyı destekler niteliktedir: (Demirel, 1998)
         “Zaten bu (28 Şubat) bir süreçtir. Bunları bir defada uygulayıp bitirmek mümkün değil. Çünkü, 18 maddelik bu tedbirler dediğimiz kararların önemli bir kısmı mevcut kanunların uygulanmasını öngörmektedir. Mevcut kanunların uygulanması bir günde yapılıp, ondan sonra bitecek cinsten değil ki…”


Diğer Gelişmeler
         24 Aralık genel seçiminden RP’nin kapatılmasına dek geçen süre içerisinde ön plana çıkan siyasal olaylar kadar gündeme gelen diğer önemli olayları da özetlemek, toplumsal yaşamın diğer boyutlarına ilişkin birer ipucu vererek fotoğrafın tamamlanması anlamına gelebilir. Neredeyse bütün gazetelerde aşağıda belirtilen tarihlerde söz konusu habere rastlanmaktadır.
         Bu anlamda 1996 yılının ilk dikkati çeken olayı, Sabancı Holding Otomotiv Grup Başkanı Özdemir Sabancı, Toyoto-Sa Genel Müdürü Haluk Görgün ve Sakıp Sabancı’nın sekreteri Nilgün Hasefe’nin 9 Ocak günü Sabancı Center’da düzenlenen bir suikastla hayatlarını yitirmeleridir. 19 Ocak günü ise, gündemde Avrasya Feribotu’nun kaçırılması vardır. Feribotu Trabzon’da basan eylemciler 72 saat sonra İstanbul’da güvenlik güçlerine teslim olmuşlardır. 29 Ocak günü Türkiye ile Yunanistan arasında Kardak Krizi patlak vermiştir. Yunanistan’ın Ege Denizi’ndeki Kardak adasına asker çıkarması iki ülke arasındaki ilişkilerin gerilmesine neden olmuştur. Ünlü işadamı Vehbi Koç, Antalya’da geçirdiği kalp krizi sonucu şubat ayının son günlerinde yaşamını yitirmiştir. 29 Temmuz gününün haberi, Kumarhaneler Kralı Ömer Lütfi Topal’ın öldürülmesidir. Ağustos ayının ilk günlerinde Kıbrıs’ta zorla sınırı geçmeye çalışan Rumlar ile Türkler çatışması gündemdedir. 27 Ağustos günü ise Tevfik Ağansoy’un öldürülmesi, mafya hesaplaşması söylentilerini gündeme taşır. Eylül ayının ilk günlerinde Kuzey Irak’ta hareketli günler yaşanır. Doğu Anadolu bölgesinde kanlı eylemler dikkati çeker. 24 Eylül gününün haberi ise Zeki Müren’in ölümüdür. Afganistan’da şeriat yanlısı Taliban güçlerinin iktidarı ele geçirdikleri haberi 27 Eylül’de manşet olur. Ekim ayında PKK’nın intihar saldırıları gündeme gelir. 5 Kasım günü işadamı Nesim Malki suikasta uğrar. 6 Kasım’da ABD Başkanlığına Bill Clinton yeniden seçilir.
         Yeni yılın ilk gündem konusu ise Kıbrıs Rum Kesimi’nin Rusya’dan almak istediği S-300 füzeleridir. Füzeler, Türkiye ile Yunanistan arasında diplomatik krize neden olur. Ardından Nisan ayına dek gündem siyasete kilitlenir. MHP lideri Alparslan Türkeş’in kalp krizi sonucu 4 Nisan’da yaşamını yitirmesinin ardından MHP liderliği tartışmaları gündemdeki yerini alır. Nisan ayının sonlarında ise Bergama köylülerinin siyanürle altın çıkarılmasına karşı eylemi dikkati çeker. 9 Mayıs’ta İstanbul’da gerçekleştirilen bir operasyonda Hollanda’ya götürülmek üzere hazırlanan 122 kilogram eroin ele geçirilir. 18 Mayıs günü gerçekleştirilen MHP kongresinde olaylar çıkar. Mayıs ayında PKK’ya karşı sınır ötesi operasyon düzenlenir. 19 Mayıs günü askeri helikopterin düşmesi sonucu iki üsteğmen; 4 Haziran günü ise Kuzey Irak’taki Çekiç Harekatı’na katılan bir diğer askeri helikopterin düşmesi sonucu sekiz subay, iki astsubay ve bir er şehit olur.
Yıllar Sonra…
         Zaman içinde 28 Şubat sürecini konu alan pek çok yazı yazılır ve kitap yayınlanır. Dönemin komutanlarının pek çoğu köşesine çekilir. Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya, emekli olduktan sonra 25 Haziran 2000 günü yaşamını yitirir (Hürriyet, 27 Haziran 2000). Dönemin ünlü isimlerinden bazıları parti kurma çalışmaları ile anılır, bazılarının adı ise Cumhurbaşkanlığı’na aday adaylığı ile duyulur (Milliyet, 28 Şubat 2002). Ülkede yeniden seçimler yapılır ve iktidarlar değişir.
         30 Haziran 1997 günü kurulan üçüncü Yılmaz Hükümeti, Türkbank ihalesindeki yolsuzluk iddialarıyla birlikte 11 Ocak 1999 günü görevinden ayrılır. DSP lideri Ecevit, 59. azınlık hükümetiyle Başbakanlık koltuğuna oturur (Hürriyet, 11 Ocak 1999). Bu sırada PKK terörünün “ele başı” Abdullah Öcalan, Kenya’da ele geçilerek ülkeye getirilir (Hürriyet, 16 Şubat 1999).
         18 Nisan 1999 günü gerçekleştirilen genel seçimde DSP yüzde 22,19 oranında oy alarak birinci parti olur (Hürriyet, 19-21 Nisan 1999). Ecevit; yüzde 17,98’lik oy oranı ile seçimden ikinci parti olarak çıkan, MHP lideri Devlet Bahçeli ve yüzde 13,22’lik oy oranına sahip ANAP lideri Yılmaz ile birlikte 57’inci hükümeti kurar. Seçim sonuçlarına göre, daha sonra laiklik ilkesine aykırı faaliyetlerinden dolayı kapatılacak olan Fazilet Partisi (FP), yüzde 14,41 oranında oy alırken, DYP yüzde 12,01’lik oy oranı ile Meclis’e girmeyi başarır. Seçim barajını aşamayan CHP ise, Meclis’e temsilci gönderemez.
         Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 16 Mayıs 2000’de sona eren görev süresi nedeniyle bu göreve 10. Cumhurbaşkanı olarak Ahmet Necdet Sezer seçilir (Hürriyet, 16-17 Mayıs 2000).
         Anayasa Mahkemesi, 22 Haziran 2001 günü FP'nin temelli kapatılmasına karar verir. Eylem ve beyanlarıyla partinin kapatılmasına neden olan Nazlı Ilıcak ve Bekir Sobacı'nın milletvekilliklerinin düşürülmesi de kararlaştırılır (Hürriyet, 22-23 Haziran 2001). Merve Safa Kavakçı, Bekir Sobacı ve Mehmet Sıla'ya ise siyasi yasak getirilir. Mahkeme, partinin RP’nin devamı olma iddiasını oy çokluğuyla reddeder, ancak laiklik ilkesine aykırı faaliyetlerden dolayı temelli kapatılmasına oy çokluğuyla karar verir. Gerekçeli Karar, 5 Ocak 2002 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanır.
         3 Kasım 2002 günü gerçekleştirilen seçim ise koalisyon hükümetleri dönemine son veren bir tabloyu ortaya koyar. RP ve daha sonra kurulan FP kökenli önemli isimlerin ön plana çıktığı yeni kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP ya da AK Parti), girdiği ilk seçimde aldığı yüzde 34,28’lik oy oranı ile birinci parti olma başarısını gösterir. Meclis’te yer alabilen tek muhalefet partisi ise yüzde 19,39’luk oy oranı ile CHP’dir ([47]). Seçim sonrasında Meclis’e temsilci gönderemeyen ANAP, DYP ve MHP liderleri siyasetten çekilir.
         18 Kasım 2002 günü başbakanlık görevini, siyasi yasağı nedeniyle seçime katılamayan parti lideri Recep Tayyip Erdoğan yerine, parti üyelerinden Abdullah Gül devralır. Yasaklılık süresinin sona ermesinin ardından Erdoğan, 9 Mart 2003 günü yapılan Siirt Milletvekili Yenileme Seçimi ile milletvekili olmaya hak kazanır. Bunun üzerine 14 Mart günü Gül, görevi Genel Başkanı Erdoğan’a devreder ([48]).
         Siyaseten yasaklılık süresi son bulan, kapatılan RP’nin lideri Erbakan ise, 20 Temmuz 2001’de FP’nin kapatılmasının ardından “Milli Görüş çizgisinde” kurulan Saadet Partisi’nin, 11 Mayıs 2003 günü gerçekleştirilen ilk Genel Kurul’undan sonra partinin Genel Başkanı olarak siyaset sahnesindeki yerini yeniden alır ([49]).
         Bütün bu gelişmeler yaşanırken Susurluk Skandalı, türban tartışması, yolsuzluklar ve ekonomik kriz konuları dönem dönem ve tekrar tekrar gündeme gelmeye devam eder. AB’ye tam üyelik yolunda hazırlıklarını sürdüren ülkede, 2001 yılı içinde Anayasa’nın MGK’yı düzenleyen 118’inci maddesi ve ardından da AK Parti Hükümeti döneminde 2003 yılı Temmuz ayında da MGK ve MGK Genel Sekreterliği Kanunu, daha sonra üzerinde durulacak olan “reform” ya da “devrim” niteliğindeki düzenlemelerle günümüzdeki şekline kavuşmuştur.
         Sonuç olarak bu bölümde, öncesi ve sonrasıyla 28 Şubat sürecinde yaşananların literatür taramasına bağlı olarak genel seçim ve RP’nin yükselişi, REFAHYOL Hükümeti dönemi, “tarihi” MGK toplantısı ve toplantı sonrası yaşanan gelişmeler ile ANASOL-D Hükümeti dönemindeki gelişmeler bağlamında ortaya konulmuştur. Bir kez daha özetle ifade edilecek olursa, ülkenin içinde bulunduğu durum RP’nin önemli oranda oy alarak TBMM’ye girmesini sağlamış, RP’yi hükümet dışında bırakan hükümet formülünün işe yaramaması ve iddialara göre DYP lideri Çiller’in soruşturma dosyaları ile “köşeye sıkışması” sonrası bu iki parti iktidara gelmiş, ardından irticanın ülkenin bir numaralı tehdidi haline geldiği tanımlanmış, rejime yönelik irtica tehdidini önlemek amacıyla 28 Şubat Kararları imzalanmış, ancak uygulamanın istenildiği biçimde gerçekleştirilmediği ifade edilmiş, darbe söylentileri gündemden düşmemiş ve “baskılara dayanamayan” hükümet, istifa etmek durumunda kalmıştır. Gelişmeler üzerine Meclis’te RP ve DYP’yi muhalefette bırakan yeni bir koalisyon hükümeti kurulmuş, 28 Şubat Kararları’nın en önemli maddesi olan sekiz yıllık kesintisiz zorunlu temel eğitim uygulamasına başlanmış, RP Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmış ve liderine de siyaset yasağı gerilmiştir.




[1] 1991 seçimlerinde DYP oyların yüzde 27,03’ünü, ANAP yüzde 24,01’ini, RP yüzde 16,88’ini, CHP yüzde 20,75’ini ve DSP de yüzde 10,75’ini almıştır. Buna göre 1995 seçimlerinde DYP, ANAP ve CHP oy kaybederken, RP ve DSP oylarını artırmışlardır.
[2] Arcayürek (2003), “Görev RP’ye verilmeli” diyenlerin Rahmi Turan, Güngör Mengi, Necati Doğru, Cengiz Çandar, Melih Aşık, Metin Toker ve Oktay Ekşi olduklarını belirtir. Akel (1998) de hükümet kurma planlarına yönelik farklı görüşleri aktarır.
[3] “Suna Abla emaneti iade etti” başlıklı haberde Çiller’lerin Suna Ablası Gönül Pelister’in iki yıl önce bir milyar 400 milyon liraya aldığı arazi ve üzerine yaptırılan çiftlik evinin yasal çerçevede tapu kaydının iki milyar lira ödenmiş gösterilerek Tansu ve Özer Çiller çiftine devredildiği anlatılır.
[4] Hürriyet gazetesi (25 Nisan 1996), Çiller’i “sarsan” TEDAŞ dosyasını ilk kez beş ay önce “TEDAŞ’ta trilyonluk dosya” haberiyle Çiğdem Toker’in ortaya konulduğunu ifade eder. Haber, 23 Kasım 1995’ten 17 Nisan 1996’ya kadarki dönemde gündemde tutulmuştur.
[5] Muharrem Sarıkaya’nın imzasını taşıyan haber “İşte 500 milyarın belgesi” başlığıyla yayınlanmıştır. Gazetede olayı ortaya çıkaran isim olarak Emin Çölaşan’dan söz edilir.
[6] 1 Temmuz 1996 günü TGRT’de Mehmet Barlas’ın sorularını yanıtlayan DYP lideri Çiller, kendisini savunur (Aktaran: Arcayürek, 2003b). Çiller, seçim sonuçlarına dayanarak “eğer” ANAYOL koalisyonu işlemezse, “ondan sonra kaçınılmaz olan RP koalisyonudur” dediğini kaydeder.  Çiller’e göre bu durum, “demokrasinin ve Meclis aritmetiğinin gereği”dir.
[7] Akpınar’ın (2001) aktardığına göre protokolde yer alan maddeler özü itibarıyla şöyledir: Başörtüsü konusu hükümet tasarısı ya da yasa teklifiyle hiçbir şekilde TBMM’ye indirilmeyecek. Hükümet kanadında türban konusunda tartışma yapılmayacak. Toplumda tartışma yaratacak konuların üzerine gidilmeyecek. Ayasofya ibarete açılmayacak, Cuma namazı saatlerine uygun mesai düzenlemesi kesinlikle yapılmayacak. Bu yönde TBMM’de önerge verilmeyecek. RP ve DYP birbirleriyle ilgili yeni soruşturma ya da araştırma önergeleri vermeyecekler. TBMM’deki önergelerde RP, DYP’ye, DYP de RP’ye destek olacak. Basına karşı önlemler alınacak. Kişileri karalayıcı yayınların engellenmesi ve promosyon yasağı konusunda yeni yasal düzenlemeler yapılacak. Meclis Başkanı Kalemli’nin yerine bir DYP milletvekilinin başkan olması sağlanacak. Faruk Bildirici (1996) de RP-DYP pazarlığını Hürriyet gazetesinde “Türkiye’yi titreten pazarlık” adlı yazı dizisine konu ederek anlatır.
[8] Güvenoylamasında DYP Antalya Milletvekili Emre Gönensay’ın yumruklanmasıyla başlayan olaylar Meclis kulislerine taşınmış; BBP’liler Yazıcıoğlu’na hakaret eden ANAP’lı Eyüp Aşık’ı; DYP’li Necmi Hoşver, hükümete ret oyu veren Mehmet Köstepen’i yumruklamışlardır (Akpınar, 2001). Olaylar medyaya “güvenoyuna kan bulaştı” yorumuyla yansımıştır (Arcayürek, 2003b).
[9] Oylamaya milletvekilleri Hayri Kozakçıoğlu, Aydın Menderes, Doğan Güreş ve Meclis Başkanı sıfatıyla Mustafa Kalemli katılmamıştır. Oylama için bkz. TBMM Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem, 1. Yasama Yılı, 73. Birleşim, 8 Temmuz 1996, http ://www.tbmm.gov.tr/develop /owa/tutanak_g_sd.birlesim_baslangic?P4=115&P5=B&PAGE 1=1&PAGE2=22.
[10] Koalisyon hükümeti kurarak bir araya gelen iki liderin seçim kampanyası döneminde birbirleri hakkında söyledikleri sözler dikkat çekicidir. Erbakan’ın Çiller hakkında söylediklerinden bazıları şöyle sıralanabilir: “Çiller, gavur aşığıdır, başını eteği ile örtüyor”, “Çiller Amerikalı ve ABD’den emir alıyor. Çiller besmeleyi kaldırdı”, “Çiller hasta, teşhisim isterik”, “Merih’ten gelen uzay mahluku”, “Gavurla evlenen geline benziyor. Kötü, bereketsiz, firavun.”. Çiller’in Erbakan hakkında söylediklerinde bazıları da şöyle sıralanabilir: “Erbakan’ın Apo’dan ne farkı var?”, “Erbakan, Atatürk’ün açtığı yolu kapatıyor. Buna izin vermem.”, “Erbakan’a karşı göğsümü siper ederim”, “Erbakan, siyasi tarihin en büyük oportünistidir”, “Erbakan hükümet için her ödünü verir. Siyaset tarihinin en parlak fırsatçısıdır. Bunlara inanarak ülkeyi teslim etmek mümkün değildir.”,  “Refah Partisi ile hükümet kurmak vatana ihanettir. Sistemin sonu ve Türkiye’nin karanlığa gömülmesidir”, “Erbakan’la işbirliği yapmak isteyenler, Cumhuriyet’i yıkmak isteyenlerdir.”, “RP, PKK gibi… Ellerinde harita, Türkiye’yi bölmüşler.”, “Refahla koalisyon yapmak Türkiye’ye ihanettir”. (Bölügiray, 2000; Akpınar, 2001).
[11] Hükümetin değişik zamanlarda gündeme getirdiği “YAŞ kararlarına yargı yolu açık olsun” isteği karşısında Demirel’in Arcayürek’e (2003b) verdiği şu yanıt not düşülmeye değerdir: “Ordudan bundan evvel alakaları kesilenler Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gittiler. Mahkeme, ‘Ordu, bu muameleyi yaparak insan haklarını ihlal etmiyor. Ordu bir kurumdur. Bu kuruma girerken bir insan, o kurumun şartlarını kabul ederek giriyor. Bunun şarlarından biri, dini cereyanları orduya sokmayacaksınız. Diğeri ise ordunun yaptığı şey; bu şartları ihlal ettiğiniz için yani bir ahdivecibedir, bunu ihlal ettiğiniz zaman sizinle irtibatını keser. Ordunun yaptığı şey doğrudur”.
[12] Cumhurbaşkanı Demirel, PKK’nın elinde “böyle” 31 kişinin bulunduğunu ve bunların 10’unun PKK kadrosuna geçtiğini Arcayürek’e (2003b) ifade eder. Arcayürek de kendisinin “iltica eden adamı PKK niçin iade etsin” diye konuştuğunu yazar. Daha sonra ise Arcayürek (2003b) “PKK’nın tutsak diye adlandırdığı askerleri ‘devleti ayağına getirmek’ amacıyla kullandığı ortaya çıktı. Daha doğrusu, PKK ile ‘barış yapmayı’ ilk planda görenler için bu olay, bir fırsat gibi değerlendiriliyor” diye kaydeder.
[13] Karadayı’nın Çekirge’ye anlattığı olay şöyle özetlenebilir: (Sabah, 1 Eylül 1996)
“Ben o zaman Çubuk’ta tugay komutanıydım. İranda Humeyni devrimi gerçekleşmiş ve Şah’ın yüksek düzeydeki komutanları Türkiye’ye kaçmış. Aralarında kuvvet komutanları var. Bana verilen görev bu komutanları orada ağırlamak… Ancak bir gece kuvvet komutanlarından birisiyle bir sohbet imkanı doğdu. Akşam yemeğinde beraber olduk…
Bana öyle şeyler anlattı ki dayanamayıp sordum: Peki siz hiç böyle bir irticai gelişmenin farkında olmadınız mı? Şu cevabı verdi: Sayın general devamlı bir çiçeğe bakarsanız o çiçeğin büyüdüğünü göremezsiniz. Örneğin bir gülün nasıl açtığını bile fark edemezsiniz. İşte bize de böyle oldu! Bu sözlerine karşılık susmak istedim ancak üsteleyince sordum: Peki hiç mi kavramadınız; algılayamadınız mı? Bu kez şöyle bir cevap verdi: Biz onları her gün hiç fark ettirmeden ama yavaş yavaş, santim santim sanki yeni bir şeyleri halkımızın temiz duyguları diye düşündük. Hiç sonunda böylesine bir durumla karşılayacağımızı tahmin edemedik. Ama baktık ki, o her geçen gün halkımızın temiz duygularından kaynaklandığını zannettiğimiz dini ve malum istekler gibi görünen şeyler irticanın ta kendisiymiş.
Komutan böylesine tarif edince ‘Demek ki siz görevinizi yapmamışsınız’ dedim. Ardından da sordum, ‘Peki fark ettiğinizde, yani Humeyni için Tahranda 500 bin kişiyle miting yapılmaya başlandığında da mı fark etmediniz?”… Komutanın verdiği o cevap hiçbir zaman kulaklarımdan silinmedi. Bana şöyle dedi: “Sayın general fark ettik fark ettik ama iş işten geçmişti.”
[14] TBMM Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem, 2. Yasama Yılı, 8. Birleşim, 16 Ekim 1996, http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_g_sd.birlesim_baslangic?P4=136&P5=B&PA GE1=1& PAGE2=50.
[15] Yönetmelikte kriz yönetimini gerektiren haller şöyle ifade edilmiştir: (Akel, 1998; İba, 1999)
a)   Yurt dışında; Türkiye’nin toprak bütünlüğüne, egemenlik haklarına, milli hedef ve menfaatlerine yönelik tehdit emarelerinin belirmesi ve gelişme göstermesi,
b)   Yurt içinde; Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini, temel hak ve hürriyetlerini ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait ciddi belirtilerin ortaya çıkması ve şiddet olayları nedeniyle kamu düzenin bozulması; 1. Terör olayları, 2. Kanunsuz grev, lokavt ve iş bırakma eylemleri, 3. Etnik yapı, din ve mezhep farklılıklarından kaynaklanan olaylar.
c)    Tabi afetler: (Deprem, sel baskını, çığ düşmesi, toprak kayması)
d)   İltica ve büyük nüfus hareketleri,
e)    Tehlikeli ve salgın hastalıklar,
f)    Büyük yangınlar (Bina ve tesis yangınları, orman yangınları, gemi yangınları),
g)   Radyasyon ve hava kirliliği gibi önemli nitelikli kimyasal ve teknolojik olaylar,
h)   Ağır ekonomik bunalımlar,
i)     Diğer haller.
[16] İba’nın (1999) iddiaları başka bir kaynaktan daha doğrulanamamıştır. Çekirge’nin (1997) “bir askeri yetkili”ye dayanarak aktardığına göre ise BÇG’nun hazırladığı bir dizi rapor ve bilgi Genelkurmay Başkanlığı’nda değerlendirildikten sonra brifinglere ilk olarak “20 Mart günü İzmir’de Ege’li sanayici ve işadamlarına verilen brifingle” başlanmış ve brifingin BÇG tarafından yürütüldüğü de açıklanmıştır.
[17] Bekir Yıldız daha sonra 17 Ekim 1997 günü Hulki Cevizoğlu’nun “Ceviz Kabuğu” programına, “Tankların yürümesine neden olan adam” sıfatıyla çıkar ve Kudüs Gecesi’yle ilgili soruları yanıtlar. Bu tarihte kapatılma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış RP’den ihraç edilmiş olan Yıldız, “Pişman değilim” açıklamasına bulunarak, kendisini savunur. (Cevizoğlu, 2001a).
[18] Gülmez daha sonra 40 gün hapis yatarak çıkar. 16 Temmuz 1997 günü Hürriyet gazetesine tekrar konu olan Gülmez, bu kez “RP tarafından ‘iktidardan giderken’ 1 Temmuz günü ‘tepeden inme kadroyla’ Kocaeli Tarım İl Müdürlüğü’ne ‘inek bakıcısı’ olarak tayin edilmiş ve lojmana yerleştirilmiştir.
[19] Tank ve kariyerlerin sayısı konusunda farklı bilgi vardır. Bu sayı her biri için farklı kaynaklarda 5 ile 20 arasında değişmektedir.
[20] TBMM Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem, 2. Yasama Yılı, 57. Birleşim, 18 Şubat 1997, http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_g_sd.birlesim_baslangic?P4=187&P5=B&PA GE1=1& PAGE2=140.
[21] TBMM Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem, 2. Yasama Yılı, 58. Birleşim, 19 Şubat 1997, http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_g_sd.birlesim_baslangic?P4=188&P5=B&PA GE1=1& PAGE2=45.
[22] Görüşmede partisi adına konuşan DSP lideri Ecevit özetle şunları söyler: “Bu Hükümeti, laik demokrasi ve toplumsal huzur için, milletimizin büyük çoğunluğu, ciddî bir tehlike olarak görüyor. Bu Hükümetten bir an önce kurtulmak, milletin büyük çoğunluğunun ortak isteğidir. Bu Hükümetin işbaşında kalması rejimimiz için ciddî bir tehlikedir, ulusal birlik açısından tehlikedir…. Rejim sorununun çözüm yeri de Türkiye Büyük Millet Meclisidir. Milli Güvenlik Kurulu, iç ve dış güvenliğimiz açısından çok önemli ve değerli bir kuruluştur; ama, siyasal sorunlara çözümü Büyük Millet Meclisinde aramak gerekirken, Millî Güvenlik Kurulundan bekler duruma gelinmiş olması, demokrasimiz açısından bir talihsizliktir ve bunda askerlerin kusuru yoktur. Türkiye'yi, bu duruma, sekiz ayda, Refahyol Hükümeti getirmiştir…  Şu aşamada, Türkiye'nin gereksinmesi erken seçim değil, sağ ile solun, Hükümet ile toplumsal örgütlerin ve millet ile Millet Meclisinin el ele verecekleri bir çözüm hükümetidir.” Partisi adına konuşan DYP milletvekili Rıza Akçalı ise hükümetin “sekiz aylık icraatı” çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini belirterek, bu dönem içerisinde “ülkenin rejimine yönelik, cumhuriyetin temel niteliklerine yönelik, onu, bırakın tehdit etmeyi, bırakın ortadan kaldırmayı, ona en ufak bir gölge, bir leke düşürecek bir icraatı göstermeniz mümkün değildir” diye savunmada bulunur. Akçalı, “bir takım fiiller” ile ilgili olarak da şöyle konuşur: “Bu fiillere karşı ne yapılmış; hukuk devleti işletilmiş mi; işletilmiş. Suç unsuru tespit edilen kişiler adalete sevk edilmiş mi; sevk edilmiş. Sevk edildikten sonra, Türkiye'nin meri hukuk düzeni içerisinde işlemler devam ediyor mu; ediyor. Hatta, Dışişleri, bu konuyla ilgili görevini de yerine getirmiş mi; böylesine bir toplantıda, orada görev alan bir yabancı ülkenin dışişleri yetkililerinin Türkiye'yle ilişkisini kesecek şekilde bir işlemi gerçekleştirmiş mi; gerçekleştirmiş. Yani, başka ne isteniyor; oraya birkaç poster asıldı diye, birkaç adam asılması mı isteniyor, gerçekten böyle bir şey mi isteniyor, hukuk devletinde böyle bir yol mu isteniyor?!. Bunu anlamak mümkün değil”. RP adına da hükümeti Bülent Arınç savunur. Laiklik konusunda partisinin görüşlerini aktaran Arınç, daha sonra “Türkiye, bir hukuk devletidir. Savcısıyla, hâkimiyle, bağımsız yargısıyla, suç işleyenlere mukabelesini gösterecek makamlar vardır; kimse kendini bu makamların yerine koymasın…. Doğru Yol Partisi ve Refah Partisi Hükümeti, laiklik konusunda aynı düşünceleri paylaşan, milletimizin değerlerine sahip bir koalisyon hükümetidir” diye kaydeder. (TBMM Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem, 2. Yasama Yılı, 60. Birleşim, 25 Şubat 1997, http://www. tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanakg_sd .birlesim_ baslangic?P4=189&P5=B&PAGE1=1& PAGE2=119).
[23] Ergin (1997; Hürriyet, 25 Ağustos 1997) daha sonra mektup konusuna farklı bir açıklama getirir. Ergin, Ocak ayındaki MGK toplantısı sonrasında Demirel’in Erbakan’ı uyarmayı kararlaştırdığını ve bunun için özel sekreterine dört ayrı mektup dikte ettirdiğini ifade eder. Mektuplardan birincisinde laikliğe aykırı tutumlar konu edilmektedir. İkinci mektup, doğrudan eğitim alanındaki sorunları, Milli Eğitim Bakanlığı’nın içinde bulunduğu durumu, üçüncü ve dördüncü mektuplar ise Yargı’nın durumunu ve Adalet Bakanlığı’ndaki uygulamaları konu almaktadır.
[24] Toplantıda neler olduğu ve konuşulduğu konusunda bkz. Akpınar, 2001; Bölügiray, 1999; İba, 1999.
[25] Öte yandan 10 Kasım 1998 günü yayınlanan Cumhuriyet gazetesinde “Genelkurmay’ın 35 siyasi için suç duyurusu” başlığıyla yayınlanan haberde Genelkurmay Başkanlığı’nın 1995 seçimlerinden beri 35 milletvekili ve siyasetçi, 3 hakim ve savcı olmak üzere toplam 286 suç duyurusunda bulunduğu ve bunlardan 146’sı hakkında dava açıldığı ifade edilmektedir. Genelkurmay, 28 Şubat sürecinin devreye girdiği 1997 yılında 25, 1998 yılının ilk 9 ayında da 8 siyasi ve milletvekili hakkında suç duyurusunda bulunmuştur. Genel toplamda Genelkurmay Başkanlığı 1996 yılında 74, 1997 yılında 148, 1998 yılında ise 64 olmak üzere toplam 286 suç duyurusunda bulunmuştur. Suç duyurularına bağlı olarak 1996 yılında 37, 1997'de 91, 1998'de 18 dava açılmıştır. Haklarında suç duyurusunda bulunulan kişiler arasında gazeteciler de bulunmaktadır.
[26] TBMM Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem, 2. Yasama Yılı, 92. Birleşim, 13 Mayıs 1997, http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_ss.birlesim_baslangic?P4=236&P5=B&web
_user_id=488670&PAGE1= 41&PAGE2=61.
[27] İlk saldırı daha önce Flash TV’ye yapılmıştır.
[28] TBMM Başkanlığı’na sunulan önergede özetle şu görüşlere yer verilmektedir: “Bugünkü Hükümet, ülkemizin her alandaki sorunlarını görülmemiş ölçüde ağırlaştırdıktan başka, halkımızı bir kardeş kavgası ortamına sürüklemiştir. Siyasal İktidar, vatandaşlarımızı da "inanan-inanmayan" gibi ayırımcı tanımlarla kamplara bölmüştür; ülkemizdeki kurumları yıpratıcı tutum ve davranışlarıyla devletimizin sarsılmasına neden olmuştur. İktidar partileri mensubu milletvekillerinin ve yetkili temsilcilerinin, devletin anayasal düzenini ve cumhuriyetin temel niteliklerini sarsıcı yöndeki söylem ve eylemleri, bazı bakanlarca da desteklenen bir iktidar politikası haline sokulmuştur…. İktidar, iki kanadının mensuplarıyla ilgili suç iddialarını örtbas etmeyi veya şantaj aracı olarak kullanmayı metot haline getirmiştir; devletin içine sızdırılmış çeteleri himaye eden bir tutum içine de girmiştir…. Hükümet, tarafsız basın ve televizyonların haber ve eleştirilerine karşı tahammülsüzlüğünü, sadece hukukî ve ekonomik baskı önlemleriyle değil, gazetelere ve televizyonlara fiilî saldırıları özendirerek de göstermiştir. Flash-TV'ye karşı İstanbul'daki silahlı saldırıyla, aynı amaca yönelik olan Bursa baskını bunun son örnekleridir. Hürriyet Gazetesine silah zoruyla girip, çalışma odalarını kurşun yağmuruna tutan saldırgan da bu fiilî, besbelli ki, tarafsız medyaya Hükümetçe yöneltilen saldırı kampanyası teşviki altında işlemiştir…. Sonuç olarak, ülkemizin her alandaki sorunlarını ağırlaştıran, bunlara yeni sorunlar ekleyen, cumhuriyetimizin temel ilkelerini sürekli olarak çiğneyen, toplumumuzu iç çatışmaların eşiğine getiren Koalisyon Hükümetine olan güveni, hem milletimiz hem de yeminine sadık milletvekilleri nezdinde ortadan kaldıran ve Bakanlar Kurulu olarak toplanıp sorunları görüşme yeteneğini kaybetmiş bulunan Başbakan ve Bakanlar Kurulu hakkında…. gensoru açılmasını arz ve teklif ederiz.”
Görüşmede RP grubu adına konuşan Necmettin Aydın ise şunları söylemektedir: “Bu Hükümet, gerçek laikliğin de en büyük teminatıdır. Bu topraklarda bundan böyle hiçbir kimsenin gücü, din düşmanlığını, laiklik diye tatbike yetmeyecektir…. (Bu hükümet) Başta ordumuz olmak üzere, devletimizin tüm kurum ve kuruluşlarını büyük bir muhabbetle kucaklamıştır…. Aksi düşünceler tamamen uydurmadır; bilakis, halkı tedirgin edici, devletin düzenini sıkıntıya sokacak görüntü ve söylemler, maalesef, bir kısım medyanın uydurmalarıdır…. Bu gensoruya "evet" demek, sunî gündeme, baskıya "evet" demektir; hürriyetçiliğe "hayır" demektir”.
Daha sonra söz alan Devlet Bakanı Abdullah Gül de konuşmasında özetle şunları dile getirir: “Şayet hukukun üstünlüğü zaman zaman tartışılır hale getirildiyse, bunu, Hükümet değil, tam tersine, ibretle seyrettiğimiz gibi, muhalefet anlayışıyla, halktan kopuk bir avuç sözde aydın geçinen insan yapmaktadır; yanlarına da, maalesef, bazı sorumsuz medya ve gazeteleri alarak yapmaktadır…. Basının yanlışlarını, Türkiye'yi sürüklediği mecrayı ve Hükümete karşı, millete karşı güç gösterisini; kendisini, milletin iradesi yerine koyucu yapmalarına, şantajlarına hiçbir zaman boyun eğmeyeceğimizi de, burada, açıklıkla ilan etmek istiyorum. Basının, rantçıların, milleti sömürenlerin bir aracı haline gelip, dünyanın hiçbir ülkesinde görülmeyen bir sorumsuzluk ve saldırganlık içerisinde olmasına da kesinlikle müsaade etmeyeceğiz….” (TBMM Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem, 2 Yaşama Yılı, 95. Birleşim, 20 Mayıs 1997,http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_g_sd.birlesim_ baslangic?P4=239&P5=B& PAGE1=1&PAGE2=92).
[29] Oylama için bkz. TBMM Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem, 2 Yaşama Yılı, 95. Birleşim, 20 Mayıs 1997, http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_g_sd.birlesim_baslangic? P4=239 &P5=B &PAGE1=1& PAGE2=92.
[30] Akpınar’ın (2001) aktardığına göre üç başlık halinde oluşturulan çizelgenin boş bırakılan bölümünde ise personelin “müsbet ve menfi gelişmeleriyle ilgili kanaatler” üst komutanlar tarafından doldurulur. çizelgede askeri personelin, “karşı cinsle tokalaşmasından”, “aile ziyaretlerinde ve misafirliklerde haremlik-selamlık uygulama içinde olup olmadığı” bile takibe alınır. personelin Atatürk ve laiklik aleyhinde propaganda içinde olup olmadığı da çizelgeye not düşülür.
[31] Yılmaz’ın bir başka kasetinde hac görüntüleri vardır. Hacı kıyafetleri içerisindeki Yılmaz çevresindekilere “Sana savaş açan sağcılık, solculuk, Kemalizm, kapitalizm, laiklik ve bütün şeytani düzenekleri boykot ederek bütün gücümüzle çalışacağımıza…” diye yemin ettirmektedir. Yılmaz şunları söylemektedir: “Nöbete geliyoruz. Refah için, Milli Görüş için bütün gücümüzle çalışacağımıza söz veriyoruz. Uyanınız, diye söylemeye mecburum. Beş yüz hac yapsak, Türkiye’deki düzeni yıkmak için, mücadele azmi olmadan bu hacların kabul olmayacağını duyurmak için söylüyorum. Sizin cihadınız bir oy pusulası. Oy vermek kötülüğü düzeltir.”
[32] Bölügiray’ın (2000) aktardığına göre ayrıca Arnavutluk’a asker gönderilmesine karar veren hükümet, bu iş için TSK’nın ödenek isteğini, ancak birçok uğraştan sonra yerine getirecektir. Yine Doğu ve Günaydoğu’daki çatışmalarda yaralanan ve sakat kalan askerlerin rehabilitasyonu için Bilkent’te temeli atılan Bakım Merkezi için 10 trilyon lira ödenek isteğini de geri çevirecektir.
[33] Genelkurmay brifinglerine de konu olan “dinci sermaye” ya da “yeşil sermaye” tartışmaları daha sonra Faik Bulut’un yazdığı ve ilk baskısı 1995 yılında yapılmış olan “Tarikat Sermayesi’nin Yükselişi İslam Ekonomisinin Eleştirisi” adlı kitapta kilitlenir (Akel, 1998). Bulut’a (1997a) göre 1940 ve 1950’lerden itibaren tarikat ya da cemaat yapılanmaları iktidarla birlikte, el ele yürüyerek palazlanmıştır. 1990’larda finansal bir kaynak olarak bankacılık sektörüne el atan bu girişimler cemaat sermayesini aşarak İslami sermaye düzeyine ulaşmıştır. Eş deyişle dar cemaat anlamından çıkıp ulusal çapta bir şirket örgütlenmesine ulaşmıştır. Bulut kitabında İslami sermayenin kimliğini, isimler ve rakamlar vererek ortaya koymuştur. Kitapta genel olarak İslam’da faiz, serbest piyasacılık, para ve mülkiyet konularını tanımlayan Bulut, İslam ekonomisinin ana hatları üzerinde durduktan sonra İslam bankacılığı ve İslami şirketlere değinir. Son bölümün başlığı ise “Tarikat Sermayesinin Yükselişi”dir. Bu bölümün sonunda Bulut, belgeler ve verilerle tarikat sermayesinin boyutlarını listeler halinde ortaya koyar. Burada belki bir parantez açarak kitaptaki İslami Medya bölümüne değinilebilir. Kitapta, “Altın Çağını Yaşayan İslami Medya” başlığıyla verilen bölümde Söz gazetesinin 18 Şubat 1995 tarihli haberine dayanılarak Türkiye’de İslamcı 300 genel yayın organı, 100 radyo ve 35 yerel televizyon kanalından söz edilir. 7 Ekim 1996 tarihli Yeni Yüzyıl gazetesinin haberine dayanılarak da belli başlı gazete ve televizyon kanallarının adları ve bağlı bulundukları sermaye grupları ifade edilir. Bunlar  İhlas Grubu’na ait Türkiye gazetesi ile TGRT televizyonu, Zaman, Milli Gazete, Akit, Yeni Şafak ve Yeni Asya gazeteleri ile Kanal 7 ve Samanyolu televizyonlarıdır. Bulut ayrıca bunlara Mesaj TV ve AK TV’nin de 1997 yılında eklendiğini kaydeder (Bulut, 1997a).
[34] Brifingde konuşulanlar pek çok kaynakta yayınlanmıştır. Bkz. Cevizoğlu, 2001a; Bölügiray, 2000; İba, 1999, Eğilmez, 1998, Hürriyet, 12 Haziran 1997; Radikal, 12 Haziran 1997.
[35] Örneğin bu kasetlerden birinde Ceylan’ın 1993 yılında Kırıkkale’de yaptığı konuşması vardır ve Ceylan, “Bu vatan bizimdir, rejim değil. Rejim ve Kemalizm başkalarınındır. Türkiye yıkılacak. Türkiye, Cezayir olur mu diyorlar. Orada yüzde 81 nasıl olmuşsa, yüzde 20 falan değil, yüzde 81’lere ulaşacağız. Boşuna uğraşmayın. Kırıkkaleliler’in ellerinde gebereceksiniz.” demektedir. Bir diğerinde ise Çelik’in şu sözleri dikkati çeker: “Ordu 3 bin 500 PKK’lıyla baş edemedi, 6 milyon İslamcıyla nasıl baş edecek? Sapına kadar şeriatçıyım. Şeriatın gelmesini istiyorum… İmam Hatipleri kapatmaya kalkarsanız, ülke kan gölüne döner. Cezayir’den beter olur. Ben kan dökülmesini istiyorum. Demokrasi böyle gelecek, fıstık gibi de olacak”. Daha pek çok kaset ve konuşma arasında kamuoyunun ilgisini çekenler bunlardır (Bölügiray, 2000).
[36] Aksoy’un adı Akpınar’ın (2001) kitabında geçer. Akpınar’ın aktardığına göre 28 Şubat toplantısının ardından 11 Mart günü Aksoy, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Ahmet Çörekçi’nin davetlisi olarak Merkez Orduevi’ne yemeğe gitmiş, Çörekçi’ye “12 Mart gibi bir olay mı olacak Paşam?” diye sormuştur. Çörekçi ise, soru üzerine “İhtilal falan olmaz. İhtilal günleri geride kalmıştır. Ana bu konuda yapılması gereken neyse, o da yapılacaktır. Biz bu meselenin boyutlarını çok tehlikeli görüyoruz” şeklinde yanıt vermiştir. Aksoy daha sonra bu görüşmeyi Çiller’e ve danışmanlarına aktarmıştır (Akpınar, 2001).
[37] Köstebek olayına Orakoğlu (2003) dışında, Akpınar (2001), (Bölügiray, 2000), İba (1999), Akel (1998) ve Ergin (1997) de eserlerinde yer vermişlerdir. Ayrıca o günlerdeki neredeyse bütün gazetelerde konu işlenmiştir.
[38] Deniz Kuvvetleri Komutanı namına/emriyle Koramiral, Kurmay Başkanı Aydan Erol imzasını taşıyan 5 Mayıs tarihli “gizli” ve “kişiye özel”, “İsth. 3429-3, 97/İKK. Ş.” Numaralı belgede Akel’in (1998) aktardığına göre şöyle denilmektedir:
“1. Batı Çalışma Grubu faaliyetlerine yönelik olarak, ilgi ile gönderilmesi istenen bilgi ve raporlara ilave olarak aşağıda belirtilen bilgilerin de derlenmesi ihtiyacı doğmuştur.
a)   Tüm dernekler, vakıflar, meslek kuruluşları, işçi ve işveren sendikaları ve konfederasyonları,
b)   Yüksek öğretim kurumları (fakülte, yüksek okul ve enstitüleri),
c)   Yurtlar (Kredi ve Yurtlar Kurumu’na bağlı kurum kuruluşlara bağlı özel yurtlar),
d)  Üst düzey yöneticiler (vali, kaymakam, büyük şehir belediye başkanları, belediye başkanları) ile diğer mülki makamlarda bulunan görevlilere (müdür, daire başkanları) ait biyografiler, anılan şahısların siyasi görüş/yönleri,
e)   İl genel meclis ve belediye meclis üyeleri,
f)    Siyasi parti il ve ilçe teşkilatları yönetim kurulları,
g)   Yerel tv, radyo, gazete, dergi ve diğer basın-yayın kuruluşları,
2. Alınan bilgilerin derlenmesinde gizliliğe azami dikkat gösterilecek, gerektiğinde bölgedeki diğer askeri makamlar ile işbirliği yapılabilecektir. Temin olunan bilgiler 12 Mayıs 1997 tarihine kadar Ek’te belirtilen formatlara uygun olarak bilgisayar ortamında hazırlanarak, yazılı ve disketlere kayıtlı olarak Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na “Gizli/Kişiye Özel” gizlilik derecesinde gönderilecektir. Bu tarihe kadar temin edilemeyenler teminini müteakip bekletilmeksizin aynı usullerle gönderilecektir.”
Akel’in (1998) aktardığına göre bu belge ayrıca Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın 1 Mayıs 1997 gün İsth. 3429-1-97/İKK.Ş. (307) sayılı emre de ilgi çeker. Söz konusu belge ise şöyledir: (Akel, 1998) “Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Silahlı Kuvvetler’i iç ve dış tehditlere karşı koruma ve kollama her Türk vatandaşının olduğu kadar TSK personeli ve onların eş ve çocuklarının da en büyük milli görevidir. Bu bakımdan Kara Kuvvetleri’nin tüm personeli ve aileleri birer haber toplama vasıtasıdır. Tüm Kara Kuvvetleri personeli ve ailelerinin elde edeceği her türlü belge, bilgi ve haberi bu konunun üst komutanlık tarafından bilinip bilinmediği yorumunu yapmadan silsileler yoluyla üst komutanlığa ulaştırılması ve personelin bu hususta bilgilendirilmesi ilgi emirle emredilmiştir”.
[39] Konunun taraflarından biri olarak Orakoğlu (2003); iddialara, soruşturma ifadelerine ve mahkeme tutanaklarına yer verdiği kitabında dönemle ilgili pek çok karmaşık ilişkiye işaret ederek soru işaretlerini gündeme getirir. Kitabında Emniyet Genel Müdürlüğü’ndeki “gece yarısı operasyonu”nu, kişisel ilişkileri ve güç dengelerini değerlendiren Orakoğlu, Sarmusak’ın aslında MİT’in içine sokulmuş bir “köstebek” olduğu, kendisinin görevden alınmasında “Çevik Bir ekibinin baskı ve isteğinin” etkili olduğunu ileri sürer. Ayrıca Orakoğlu, “yargılanma aşamasında soruşturma ifadelerinin ve mahkeme tutanaklarının medyaya yansımasını” da kanunlar önünde  ve medya etiği bağlamında eleştirir.
[40] TBMM Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem, 2. Yasama Yılı, 120. Birleşim, 12 Temmuz 1997, http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_g_sd.birlesim_baslangic?P4=284&P5 =B&PA GE1=1&PAGE2=33.
[41] TBMM Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem, 2. Yasama Yılı, 120. Birleşim, 12 Temmuz 1997, http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_g_sd.birlesim_baslangic?P4=284&P5 =B&PA GE1=1 &PAGE2=33.
[42] Aslında sekiz yıllık eğitim konusu ülke gündemine MGK kararları ile girmiş bir konu değildir. Hürriyet gazetesinin (23 Temmuz 1997) aktardığına göre, resmi kayıtlarda sekiz yıllık eğitim konusu Osmanlı döneminde II. Mahmut zamanına uzanır. II. Mahmut, 1824’te bir fermanla temel eğitimi sekiz yıla çıkarır. 1913’te çıkarılan “Tedrisat-ı İptidaiye Kanun-u Muvakkat” ile ilköğretim altı ve sekiz yıl olarak belirlenir. Ancak daha sonra beş yıllık ilkokul ve üç yıllık ortaokul bölümlerine ayrılır. Cumhuriyet döneminde, 1946’da toplanan Milli Eğitim Şurası’nda, ilköğretimin sekiz yıla çıkarılması eğilimi belirir. Sekiz yılık temel eğitim uygulaması ilk olarak 1971-1972 döneminde “zorunlu olmaksızın” 18 pilot okulda başlar. Sekiz yıllık ilköğretim, 24 Haziran 1973 tarihli 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Yasası’na girer. İlköğretimin 6-14 yaşlarındaki çocukların eğitim ve öğretimini kapsadığı, kız ve erkek bütün vatandaşlar için zorunlu olduğu hükme bağlanır. Ortaokullar, ilköğretim kurumu içine alınarak zorunlu yapılır. Lise ve dengi okulları kapsayan ortaöğretim kurumları yeniden tanımlanır. Bu çerçevede, İmam Hatip Liseleri’nin de ilköğretime dayalı ortaöğretim kurumu olduğu hükme bağlanır. Yasanın uygulamasında sekiz yıllık zorunlu eğitime kademeli geçiş öngörülür ve hazırlıklar buna göre başlar. Ancak, 12 Eylül sonrası Bülent Ulusu hükümeti döneminde yasada bazı değişiklik ve eklemeler yapılır. 16 Haziran 1983’te, “Alt yapının hazır olduğu ayrıca yasayla belirleninceye kadar, ilköğretimin yalnız ilkokul bölümünün zorunlu olduğu” hükmü getirilir. Sekiz yıllık zorunlu kesintisiz temel eğitim yasasının Meclis’te yapılan görüşmeleri sırasında 14 Ağustos 1997 günü partisi adına söz alan CHP’li Celal Topkan da sekiz yıllık eğitimin tarihçesine değinir (TBMM Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem, 2. Yasama Yılı, 135. Birleşim, 14 Ağustos 1997, http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_ss. birlesim _baslangic?P4=327&P5=B&web_ user_id= 512823&PAGE1=114&PAGE2=117).  Topkan’ın aktardığına göre, 13-17 Mayıs 1996 tarihleri arasında yapılmış olan 15’inci Millî Eğitim Şûrası’nda, "yakın bir gelecekte 5-6 yaş okul öncesi ilköğretim bünyesine alınmalı, ilköğretim, kesintisiz 8 yıllık zorunlu eğitim olarak uygulanmalı, 8 yıl sonunda tek diploma verilmeli, 9 uncu sınıf, liseye ya da meslekî eğitime yönlendirme yılı olmalıdır. Böylece, ilköğretimde zorunlu 2+8+1 sistemi oluşturulmalıdır" şeklinde karar alınmıştır. Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda da konuya, "Bu Plan döneminde okulöncesi eğitim tedricen yaygınlaştırılacak, Avrupa ülkelerinde asgarî norm olan 9 yıllık zorunlu eğitim, bu aşamada ülkemizin tüm bölgelerinde, Eğitim Birliği Yasası çerçevesinde, 8 yıllık zorunlu temel eğitim olarak uygulanmaya geçilecek ve yükseköğretime girişte yığılmaları önlemek için ortaöğretimde yeni bir planlamaya gidilecektir" ifadesiyle yer verilmiştir. Yine aktarıldığına göre daha önce de bu yasa teklifi CHP’li Birgen Keleş tarafından 23 Kasım 1996’da ve ANAP’lı Kaya Erdem ve arkadaşları tarafından da 7 Mart 1997’de verilmiş ancak Milli Eğitim Komisyonu’nda gündeme alınmamıştır.  Öte yandan Erbakan Hükümeti’nin programında da zorunlu eğitimin sekiz yıla çıkarılması öngörülmektedir. Programda “zorunlu eğitim sekiz yıla çıkarılacak, öğrencilerin ilgi ve kabiliyetlerine göre çeşitli meslek alanlarında eğitim görebilmeleri için ilköğretimin ikinci kademesinde yönlendirme sistemine işlerlik kazandırılacaktır” denilmektedir. Bu çerçevede TBMM’deki tartışmaların önemli bir bölümü sekiz yıllık eğitime geçiş tartışmasından öte, uygulamanın kesintisiz mi yoksa “5+3 formülü” çerçevesinde mi gerçekleştirileceği üzerinde odaklanmıştır.
[43] Oylama sonucu ve görüşme tutanakları için bkz. TBMM Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem, 2 Yasama Yılı, 136. Birleşim, 15 Ağustos 1997, http://www.tbmm.gov.tr/develop/ owa/tutanak_g_sd.birlesim_baslangic?4=328&P5=B&PAGE1=1&PAGE2=390.
[44] Toplam dört yıl yedi ay hapse mahkum olan Yıldız, dört ay 25 gün tutuklu kalır. Milliyet gazetesinde “Bekir Yıldız artık müteahhit” başlığıyla (28 Şubat 2001) yayınlanan habere göre Yıldız, mahkumiyet kararı Yargıtay tarafından onandıktan sonra “kayıplara karışmış”, 19 Kasım 1998’de sahte pasaport ve yüklü miktarda dövizle Bulgaristan’ın Rusçuk sınır kapısında, Romanya’ya geçiş yaparken yakalanmış, 25 gün gözaltında tutulduktan sonra serbest bırakılmıştır. Sonra hangi ülkede bulunduğu tam olarak belirlenemeyen Yıldız, “Af Yasası” çıktıktan sonra, yararlanmak için Ankara DGM Başsavcılığı’na müracaat etmiş ve 8 Ocak 2001’de serbest bırakılmıştır.
[45] Bu şiirin kime ait olduğu konusundaki tartışma hakkında Hürriyet gazetesi yazarı Murat Bardakçı şunları yazar: “Ben merak ettim, araştırdım ve ortaya son derece garip bir ‘‘saptırma’’ ve ‘‘montaj’’ hadisesi çıktı: Ziya Gökalp'in kitaplarında ‘‘Minareler süngü, kubbeler miğfer’’ diye başlayan bir şiir yoktu ama yine Ziya Gökalp'in 1912'de, Balkan Savaşı sırasında yayınladığı ‘‘Asker Duası’’ adlı bir başka şiirine ‘‘minare’’, ‘‘süngü’’, ‘‘kubbe’’, ‘‘miğfer’’, ‘‘kışla’’ gibi kavramlar iláve edilmiş, Ziya Gökalp'e ait olmaktan çıkan şiir militan bir kimliğe büründürülmüş, üstelik aynı şiirin daha sonra yayınlanan metninde ordudan bahseden beş mısra da makaslanmıştı. Tayyip Bey'in okuduğu şiir, işte bu ‘‘montaj’’ ve ‘‘kırpılmış’’ metindi. (Hürriyet, 22 Eylül 2002). Aynı konuda Göksel Özköylü ise şiirin aslında Cevat Örnek’e ait olduğunu yazar (http://www.hurriyetim.com.tr/dosya/ tayyiperdogan/tayyip.asp, İnternetten indirildiği tarih: 19 Haziran 2003).
[46] Resmi Gazete’de yayınlanan 317 sayfalık gerekçeli kararda bir kez daha “laik Cumhuriyet rejiminin nitelikleri” belirtilir. Muhalefet şerhi koyanlar ise, devletin tanımını ve niteliğini tartışmaya açarlar. Mahkeme kapatma kararıyla birlikte 9 Ocak 1998’de aldığı bir ara kararla da Siyasi Partiler Yasası’nın 103. maddesinin 2. fıkrasını iptal eder. Böylece “odak olma” kavramının çerçevesi genişletilerek Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na “bölücü ve şeriatçı partilere” karşı “otomatik olarak dava açma izni” verilir (İba, 1999). Ayrıca yargılama ile ilgili olarak bkz. http://www.belgenet.com/dava/rpdava.html, internetten indirildiği tarih: 12 Haziran 2003.
[47] Seçim sonuçları için bkz. “Seçim 2002”, http://www.hurriyetim.com.tr/secim2002/, İnternetten indirildiği tarih: 12 Haziran 2003; “3 Kasım 2002 Seçimleri”, http://www.belgenet.com/secim/ 3kasim.html, İnternetten indirildiği tarih: 12 Haziran 2003.
[48] “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri”, http://www.tbmm.gov.tr/hukumetler.htm. İnternetten indirildiği tarih: 9 Haziran 2003; “3 Kasım 2002 Seçimleri”, http://www.belgenet.com /secim/3kasim.html. İnternetten indirildiği tarih: 9 Haziran 2003.
[49] “Erbakan, SP Genel Başkanlığı’na seçildi”,  http://www.saadet.org.tr/iframe.asp?nereye= habergoster&ID=467, İnternetten indirildiği tarih: 19 Haziran 2003.