"Medya Güvenlik Kurulu: 28 Şubat Sürecinde Medya, MGK ve Siyaset Bağlantısı" adlı kitabım 2005 yılında yayımlandı. O günkü bilgi ve belgeler ışığında 28 Şubat sürecine dair yazdıklarım kitabın birinci bölümünde yer alıyor. İşte o bölüm...
28 ŞUBAT sürecinin başlangıç tarihini irtica tehlikesinin
başlangıç tarihi ile ilişkilendiren kimi yazarlar, konuyu 1950’li yıllara ve
çok partili siyasal sisteme geçiş dönemine dayandırır (Donat, 1999; Bölügiray,
1999). Özellikle soğuk savaşın son yıllarında Amerika’nın “aklına ve
çıkarlarına” uyarak, “sol tehlike”ye karşı milliyetçiliğin ve dinin
kullanılmaya başlanmasıyla bu temelin üzerine taşlar dizilmiş, “Türk-İslam
sentezi”, 12 Eylül sonrası bürokrasi kadrolarında yankı bulmuş, Kürt
milliyetçiliğini savunuyor görülen terör örgütü PKK’ya karşı da “din kardeşliği”
öğesi kullanılmıştır. Zaman içinde ülkenin toplumsal, siyasal ve ekonomik
yapısı içinden çıkılmaz karmaşık bir duruma gelmiş, demokrasi ve laiklik gibi
kavramlar, içi boşaltılarak saptırılmıştır (Kongar, 2000). Temel hak ve
özgürlüklerin güvencede olduğu bir çoğunluk yönetimi olan demokrasi, çoğunluğun
tahakkümü biçiminde sunulmuş; devletin bütün inançlara saygılı ve eşit mesafede
olması ve tüm vatandaşlarının vicdan özgürlüğünü koruması, yani onlara dini
baskı yapılmasını önlemesi anlamına gelen laiklik, sadece din ve devlet
işlerinin ayrılması olarak, eksik bir biçimde tanımlanmıştır. Laiklik,
çoğunlukta onların inancına uygun ve bu nedenle de, demokrasi ile uzak yakın
ilişkisi olmayan bir biçimde topluma empoze edilmiştir (Kongar, 2000). Bu arada
merkez sağ ve sol görüşü savunan partiler birbiri ile çatışmaya girmiş,
seçmenlerinin beklentilerine yanıt vermekten uzaklaşmış ve seçmen her geçen gün
artan ekonomik sorunlar karşısında oy verdikleri partilere küsmüştür.
Bir arayış
içindeki seçmenin sesine 1990’lı yıllarda RP yanıt vermiştir. Önce yerel
yönetimleri kazanan RP, bir alternatif olarak geniş halk kitlelerini kucaklayan
söylemi ve “Adil Düzen” vaadi ile 24 Aralık 1995 Genel Seçimleri’nin galibi
olmuştur. Dini argüman ve taleplerle hareket eden RP’nin yaptığı oy patlaması;
buna karşın RP karşıtı söylemlerle hareket eden DYP’nin diğer siyasi partilerle
birlikte oy kaybı, 28 Şubat sürecinin başlangıcını oluşturur.
Seçimlerde
RP’nin aldığı oy oranı, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) içerisinde RP’siz
bir hükümet formülüne olanak tanımaz ve RP, demokratik ve laik Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nde başbakanlık koltuğunun sahibi olur. Tarihsel olarak,
irticanın ülkenin bir numaralı tehdidi haline geldiğinin tanımlanacağı, 28
Şubat sürecinin zembereği; işte bu noktada, RP’nin iktidara gelmesiyle boşalır
(Akpınar, 2001).
RP’yi
iktidar yapan genel seçim sonuçlarını değerlendirmek için öncelikle o günkü
siyasal atmosferi tanımlamak gereklidir.
Ardından seçim sonuçlarının ortaya çıkardığı manzara içinde siyasilerin
birbirleri ile yaptıkları pazarlıklar ve çekişmeler dikkate değerdir. Bu
anlamda RP’yi yalnızca iktidara seçmenin desteğinin değil, siyasal ortamın ve
diğer siyasi partilerin tutumlarının da getirdiğinin altı çizilmelidir.
Siyasal
Atmosfer ve Genel Seçimler
Türkiye
1990’lı yıllara merkez sağ ve sol görüşlerin temsilcileri sayılan Doğru Yol
Partisi (DYP) ile Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) koalisyonu ile girer.
Turgut Özal’ın vefatı ile boşalan Cumhurbaşkanlığı görevine, dönemin DYP Genel
Başkanı ve Başbakanı Süleyman Demirel getirilir. Demirel’den boşalan DYP’nin
genel başkanlığı ve başbakanlık görevlerine ise tarihte ilk kez bir bayan,
Tansu Çiller talip olur. SHP, Şubat 1995’te Cumhuriyet’in ilk partisi olan
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile birleşir. Genel Başkan Erdal İnönü’nün
görevden ayrılma kararının ardından partinin liderliğine önce Murat Karayalçın,
ardından da Hikmet Çetin gelir. Eylül’de toplanan CHP Genel Kurulu’nda ise bu
kez Deniz Baykal partinin liderliğini üstlenir. Koalisyon ortağı Çiller ile bir
araya gelen Baykal, İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir’in görevden
alınmaması üzerine, 20 Eylül günü bir açıklama yaparak, “koalisyonun hukuken
değilse bile fiilen bittiğini” ve “mevcut tablo içinde yapılacak şeyin
Türkiye’yi seçime götürmek olduğunu” ilan eder (Hürriyet, 21 Eylül 1995).
Yeni hükümet
arayışları merkez sağın iki partisi DYP ile Anavatan Partisi’ni (ANAP)
koalisyon çatısı altında buluşmaya zorlar. Ancak iki lider arasındaki
“başbakanlık koltuğuna kimin oturacağı” sorunu aşılamaz. Hükümeti kurma
görevini alan Çiller, ülkeyi en kısa zamanda seçime kadar taşıyacak bir DYP
azınlık hükümeti kurma girişiminde bulunur. Ancak 15 Ekim 1995 günü yapılan
oylamada azınlık hükümeti, 191 kabul oyuna karşılık 230 ret oyu ile güvenoyu
engeline takılır (Hürriyet, 16 Ekim 1995). Artık gündemin tek konusu erken
seçimdir.
Türkiye
seçime, erken seçim için yeniden bir araya gelen DYP-CHP Hükümeti’ ile gider.
Bu sırada yerel iktidarlar, RP’nin elindedir. Mart 1994 Yerel Seçimleri’nin
galibi RP, 25’i büyük kent olmak üzere 250 belediyenin sahibidir (Bölügiray,
2000). İstanbul, Ankara, Konya, Kayseri, Erzurum, Diyarbakır gibi
büyükşehirlerde de belediye başkanlıklarını RP’li adaylar kazanmıştır (Akel,
1998). Kamuoyu araştırmaları genel seçimde de RP’nin birinci parti çıkacağını
göstermektedir. Merkez sağın liderliği için DYP ve ANAP’ın liderleri
birbirleriyle yarışmaktadır. Ülkenin iki büyük gazetesi Sabah ve Milliyet iki
lider arasındaki çekişmenin odağındadır ve birbirlerini “hükümetten çıkar
sağlamakla” suçlamaktadır. DYP içinde ise ayrı kavgalar yaşanmaktadır. Bir
yandan azınlık hükümeti güven oylamasına gelmeyenler ile ret oyu verenler
partiden ihraç edilmekte, diğer yandan da parti içinde Demirel’e yakınlığı ile
bilinen kimi milletvekilleri Çiller’e muhalefet etmektedir. Demirel ile Çiller
arasında adı konulamayan bir çekişme zaman zaman su yüzüne çıkmaktadır.
Çiller’in başı bir de mal varlığı hakkındaki iddialarla derttedir. TBMM
Liderler ve Yakınların Malvarlıklarını Araştırma Komisyonu’na Çiller’in yaptığı
bildirimler günün konusu olmuştur. Öte yandan siyasi partilerin bir fikir ve
program partisi olmaktan çıktıkları, lider partisi haline geldikleri, kimin
milletvekili olacağının peşine düştükleri ve birbirinden farklarının
kalmadıkları da bu günlere ait genel eleştiriler arasındadır (Arcayürek,
2003a).
Hükümetin
seçim öncesindeki önemli bir manevrası, “Milletvekili Seçimi Kanununda
Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” çıkarmak olur. Kanunla 550 milletvekili
üzerinden illerin çıkaracağı milletvekili sayısı belirlenerek, yüzde 10’luk
çevre barajı getirilir. Demirel, Kanun’u onaylasa da iptali için Anayasa
Mahkemesi’ne başvurur. Mahkeme, çevre barajını iptal eder. Bu arada seçimlerde
aday gösterilmeyen ve seçimi istemeyen kimi milletvekilleri “küskünler
hareketi” çerçevesinde Meclis’i olağanüstü toplantıya çağırır, ancak karar
yeter sayısı bulunamadığı için bu girişim başarısızlıkla sonuçlanır (Arcayürek,
2003a).
Seçimden
önce hükümetin en önemli kozu Gümrük Birliği’ne girilmesidir. 13 Aralık 1995
günü hükümet “bayram” ilan ederek, “resmen Avrupalı olmayı” kutlar. Türkiye’nin
Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerinde 22 yıl sonra; 626 üyeli parlamentonun
oturuma katılan 528 üyesinden 343’ünün oylarıyla, Gümrük Birliği’ne adım
atılmıştır (Arcayürek, 2003a).
Gümrük birliği “dopinginin” DYP’nin
oylarında artış sağlayacağı düşüncesindeki Çiller, seçim kampanyası boyunca
rakipleri ANAP’a ve RP’ye yüklenir (Arcayürek, 2003a). Genelkurmay eski Başkanı
Doğan Güreş’i milletvekili listesine alan Çiller, “Refah Partisi rejim için bir
tehlikedir…. Refah gelirse, darbe olur.... Refahı ise ancak ben önlerim”
söylemini kullanır. CHP lideri Baykal ve Demokratik Sol Parti (DSP) lideri
Bülent Ecevit de RP’nin rejim için tehlike yaratacağını söyleyenler
arasındadır. Bu iki lider de “laikliğin güvencesinin kendileri olduğunu”
söylemektedir. ANAP ise milletvekili aday listesinde 20 Büyük Birlik Partisi
(BBP) üyesine yer vermiştir. Ancak BBP’liler seçime birkaç gün kala seçimden
önce kurulan bu koalisyondan seçildikten sonra ayrılıp RP’ye yakın bir parti
kuracaklarını açıklar (Arcayürek, 2003a).
O günlerde
Cumhurbaşkanı Demirel ise Hürriyet gazetesine verdiği bir röportajında RP
hakkındaki eleştirilere değinerek, “Refah Partisi dediğiniz parti illegalse,
Türkiye’ye zararlı bir parti ise Anayasa’da onun tedbiri var. O tedbire
başvurmayıp Refah Partisi’ni illegalmiş gibi göstererek bir takım yan tedbirler
aramak bence yanlıştır” diye konuşur (Arcayürek, 2003a).
Gün olur, takvimler
24 Aralık 1995’i gösterir ve Türkiye geleceğini tayin etmek üzere sandık başına
gider. Hürriyet (24 Aralık 1995), “en kritik seçim” diye nitelediği oylamayı
“Türk halkı, cumhuriyete ve demokrasiye sahip çıktığını oylarıyla kanıtlayacak”
yorumuyla manşetine taşır. Milli Gazete ise seçimi “Bugün Arife yarın bayram
inşallah” sözleriyle yorumlar (24 Aralık 1995).
Sandıklar
açıldığında seçim sonuçları, seçimi isteyen parti liderlerini şaşırtır. RP,
oyların yüzde 21,4’ünü alarak 158 milletvekili, DYP oyların yüzde 19,2’sini
alarak 135 milletvekili, ANAP oyların yüzde 19,6’sını alarak 132 milletvekili,
DSP oyların yüzde 14,6’sını alarak 76 milletvekili ve dönemin iktidarın ortağı
CHP de seçim barajına takılmaktan az bir farkla kurtularak oyların yüzde 10,7’sini
alarak 49 milletvekili çıkarabilir ([1]).
ANAP listesinden seçime katılan BBP ise, sekiz milletvekili ile Meclis’e
girer. Bu sonuçlara göre seçimin galibi RP’dir. Milli Gazete haberi “Milletimiz
çözümü ortaya koydu. Elhamdülillah” manşetiyle duyurur (25 Aralık 1995). Ancak
sonuçlar hiçbir partiye tek başına iktidar gücünü vermez. Televizyonların ve
gazetelerin ortak yargısı ANAYOL Hükümeti’dir ve liderlere RP’ye karşı “ittifak
çağrısı” yapılmaktadır (Arcayürek, 2003a; Akpınar, 2001; İba, 1999; Akel, 1998).
Seçim
sonuçları açıklanır açıklanmaz Başbakan Çiller, RP ile koalisyon kurmanın
ülkeyi satmak anlamına geleceğini ifade eder. Baykal ve Ecevit de çözümün
ANAYOL Hükümeti’nde olduğunu söylerler. Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği
(TÜSİAD) gazete ilanlarıyla ANAYOL formülünü destekler. Tansu Çiller ve Mesut
Yılmaz arasında ise yeniden “kimin başbakan olacağı” yönünde anlaşmazlık ortaya
çıkar. RP lideri Necmettin Erbakan ise en çok oyu alan partinin lideri olarak
hükümeti kurma görevinin kendisine verilmesi gerektiğini dile getirir
(Arcayürek, 2003a). Bazı gazeteci ve yazarlar da görevin RP’ye verilmesi
gerektiğini savunur ([2]).
Hükümet
Pazarlıkları
TBMM’nin 20.
dönem ilk toplantısının yapıldığı 8 Ocak 1996 günü ortalıkta dolaşan, “bazı
RP’li milletvekillerinin Kur’an-ı Kerim’e el basarak yemin edecekleri”
söylentisi, daha ilk günden “irtica tehlikesi” konusunu Meclis çatısı altında
gündeme getirir (Akpınar, 2001). Ancak yemin töreni, söylentilerin aksine
olaysız geçer. Söylentileri gündeme taşıyan Akit gazetesindeki, “Çağdışı yemin”
ve Yeni Sayfa gazetesindeki “Vekiller Kur’an’a el bassın” başlıkları tarih
sayfalarındaki yerini alır. RP’nin Meclis’teki grup toplantısı ise “Hamd-ü sena
duası” ile başlar (Akpınar, 2001).
Cumhurbaşkanı’ndan,
hükümet kurma görevini beklendiği gibi seçimden zaferle çıkan RP lideri Erbakan
alır. Ancak tek başına iktidar olmaya yetmeyen Meclis’teki sandalye sayısı, onu
koalisyon hükümeti kurmak üzere diğer parti liderlerinin kapısına taşır. Seçim
meydanlarında RP karşıtı politikalarıyla oy isteyen DYP lideri Çiller,
Erbakan’ın koalisyon teklifine, “Biz temel meselelerde farklı program ve
görüşlere sahip olan partilerin bir araya gelmelerini çok zor görüyoruz. Bu
zaman kaybı olur” diyerek yanıt verir. Erbakan yaptığı tüm görüşmeleri “olumlu”
değerlendirmesine karşın, hiçbir siyasi parti liderinden olumlu yanıt alamaz ve
görevi iade etmek zorunda kalır (Akpınar, 2001; Arcayürek, 2003a).
Ardından
hükümeti kurma görevi DYP lideri Çiller’e verilir. Sermaye çevreleri ve medya,
o günlerde sol destekli DYP ve ANAP’ın kuracağı ANAYOL formülü üzerinde
baskılarını artırır. Ancak ANAP lideri Yılmaz, bu koalisyon önerisine karşı
çıkar. Çiller’in iade ettiği görevi Yılmaz alır.
İlk
görüşmelerinde umduğunu bulamayan Yılmaz, her ne şart altında olursa olsun
iktidarda olmak arzusundaki RP ile koalisyon kurmak üzere oldukça yakınlaşır.
İddialara göre ANAREFAH Hükümeti için ön protokol hazırlanır ve hatta
bakanlıklar bile paylaşılır. 17 icracı bakanlığın 8’i ANAP’ta, 9’u da RP’de
kalacaktır (Akpınar, 2001). Bu iki partinin ortaklığında Çiller’in Yüce Divan’a
gönderilmesi satır aralarında tartışılmaktadır. O gün (15 Şubat 1996) Sabah
gazetesi, “Koltuk uğruna laik Cumhuriyet’i satma” manşetiyle yayınlanır. Diğer
gazetelerde ise ANAREFAH Hükümeti’nin tamam olduğu yolunda haberler vardır
(Milli Gazete, 18-20 Şubat 1996). İki parti arasındaki pazarlıklar devam
ederken Çiller’in Yüce Divan’a gönderilmeyi önlemeye ve pazarlıkları bozmaya
yönelik sürpriz önerisi gelir: “Seçim koşuluyla biz de RP ile hükümet
kurabiliriz” (Arcayürek, 2003a).
Ramazan
bayramı tatilindeki Erbakan’ın Yılmaz’la kuracağı hükümete yönelik “Nişanı
yaptık, düğün bayram sonrası” diye açıklamada bulunduğu sırada ise beklenmedik
bir gelişme olur. Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ve Jandarma Genel
Komutanı Teoman Koman, TBMM Başkanı Mustafa Kalemli üzerinden devreye girerek,
bu koalisyonu “bıçak gibi” keserler. (Kalemli, 2002; Bayramoğlu, 2001).
ANAP’lı
Meclis Başkanı Kalemli ile ANAREFAH koalisyonu hakkında ilk görüşen MHP lideri
Alparslan Türkeş’tir. “Şimdi önemli bir yerden geliyorum, bana neresi olduğunu
lütfen sormayın. Ama size bir mesaj iletmek istiyorum. Eğer RP-ANAP koalisyonu
kurulursa, bu memlekette hiç de hoş olmayan olaylar cereyan edebilir. Lütfen
Meclis Başkanı olarak ne yapabilecekseniz yapın” diye elçilik görevini yerine
getiren Türkeş, askerlerin temennisinin ANAYOL Hükümeti olduğunu söyler.
Kalemli daha sonra aynı görüşü bir de Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail
Hakkı Karadayı’nın ağzından, Ramazan Bayramı dolayısıyla Gülhane Askeri Tıp
Akademisi’ni ziyareti sırasında duyar. Karadayı, “RP-ANAP koalisyonu kurulursa
hiç hoşa gitmeyen hadiseler olur” diye Kalemli’yi uyarır (Kalemli, 2002;
Akpınar, 2001).
Kendisine
aktarılan görüşler üzerine Yılmaz daha sonra bunun bir “uyarı” değil, “temenni”
olduğunu belirterek “Askerler bu konuda temennilerini söylemişler o kadar.
Bizim arzumuz, bu iki partinin (ANAP ve DYP’nin) uzlaşmasıdır demişler” diye
açıklamada bulunur (Hürriyet, 13 Mart 1996; Arcayürek, 2003a).
Bu sırada
Orgeneral Karadayı’nın görüştüğü bir başka isim ise DYP lideri Çiller’dir.
Karadayı, Uludağ’da Çiller’i bayramın ikinci günü ziyaret ederek
“temennilerini” dile getirmiştir. Bu girişimin ardından ANAREFAH koalisyonunun
anlaşmazlıkla sonuçlandığı açıklanmış ve ANAYOL koalisyonu için yakınlaşma
başlamıştır (Akpınar, 2001).
Koalisyonu
“asker darbesi” bozdu diyen Bayramoğlu’na (2001) göre, silahlı kuvvetler
böylece siyasi partiler alanına “ilk ciddi ve ürkütücü müdahalesini” yapmıştır.
Bayramoğlu, 26 Şubat 1996 tarihli yazısında “Siyaset oyunu belli ki uzunca bir
süre silahların gölgesinde oynanacaktır” demektedir. Çünkü, Türkiye’nin merkez
güçleri RP’li bir hükümeti görmek ya da duymak bile istememektedir (Bayramoğlu,
2001).
ANAYOL
Hükümeti Dönemi
Seçimden
sonra ilk hükümet denemesi medyanın, iş adamlarının ve komutanların
desteklediği RP’siz bir hükümet formülü olan ANAYOL koalisyonu ile yaşam bulur.
Meclis Başkanı Kalemli’nin kurulmasında bir tür aracılık görevinde bulunduğu
koalisyonun “asıl mimarları”, DYP’li Yalım Erez ile ANAP’lı Mustafa Taşar olur
(Kalemli, 2002). Türkiye gazetesi ise “ANAYOL’un gizli mimarı” diye Demirel’e
işaret eder. Gazetede 5 Mart 1996 günü yayınlanan haberde, “Yeni hükümet
oluşmasında Yılmaz ve Çiller’in kişisel özveri ve gayretleri kadar,
Cumhurbaşkanı Demirel’in tarafsız ve müsamahalı yaklaşımı da etkili oldu”
denilir. Arcayürek’in (2003a) aktardığına göre medya patronu Aydın Doğan da bu
arada yemekli toplantılar düzenleyerek yazarlarına “bu hükümeti desteklemek
gerektiğini” söylemektedir.
Öte yandan
koalisyon pazarlıklarının arkasında “başbakanlık görevinin kimde ne kadar süre
kalacağı” soruları kadar, 2000 yılında görev süresi dolan “Cumhurbaşkanı’nın
yerine kimin seçileceği” ve “Çiller’in Yüce Divan’a gönderilip gönderilmeyeceği”
gibi konular da konuşulmuştur (Arcayürek, 2003a). Benimsenen dönüşümlü hükümet
modelinde Çiller, “iki yıl ben başbakan olacağım” ısrarından vazgeçmiştir.
Birinci yıl Yılmaz, ikinci ve üçüncü yıllar Çiller hükümet başkanlığı görevini
üstlenecek ve ardından da yeniden Yılmaz başbakanlık görevini alacaktır.
Sağlanan anlaşma üzerine hükümet protokolü 3 Mart 1996 günü imzalanır
(Hürriyet, 4 Mart 1996). Hürriyet gazetesinin (7 Mart 1996) değerlendirmesine
göre, “toplumun büyük bölümünün desteğini alan umut hükümeti”, 6 Mart günü
Cumhurbaşkanı Demirel tarafından onaylanır. Bu arada RP lideri Erbakan ise
hükümetin “tabansız olduğunu” ileri sürmektedir (Milli Gazete, 6 Mart 1996).
12 Mart 1996
günü güven oylamasına başvuran ANAP lideri Yılmaz’ın başbakanlığındaki ANAYOL
Hükümeti; 207 ret ve 80 çekimser oya karşı 257 kabul oyu alarak, göreve başlar.
CHP ve RP’nin blok olarak ret oyu verdikleri oylamada, BBP ve DSP çekimser
kalmıştır (Hürriyet, 13 Mart 1996). Ancak hükümetten dışlanan RP lideri
Erbakan, kendi deyimiyle “zoraki nikahı” bozmak için iki ayrı koldan mücadeleye
girişir. “Bıçak gibi kesilen” ANAREFAH Hükümeti’nin ardından kurulan; Milliyet
gazetesine göre “Tarihi uzlaşma” ve Akit gazetesine göre “Zoraki izdivaç”
anlamındaki, ANAYOL Hükümeti, kendisini seçimlerin galibi ve iktidarın büyük
ortağı olarak gören RP kanadında huzursuzluk yaratır. RP’nin kızgınlığı
yalnızca izdivacı gerçekleştirenleri değil, bu izdivaç için arabuluculuk
yaptığını düşündüklerini de hedef alır. (Bayramoğlu, 2001; Çandar, 2001;
Akpınar, 2001)
RP’nin
orduyu hedef alan ilk “pervasız sözleri” partinin Genel Başkan Yardımcısı
Oğuzhan Asiltürk’ün ağzından duyulur (Bulut, 1997). Ordu ile RP arasındaki ilk
söz düellosunun nedeni Jandarma Genel Komutanlığı’nın iç disiplinine yönelik
olarak yayınladığı ve basında “Şeriat Genelgesi” adıyla yer bulan genelgedir.
Bulut’un (1997b) aktardığına göre genelgenin içeriği özetle şöyledir:
“Mescitlere
rütbeli personel ile sivil memur ve işçiler giremeyecek, bunlar, dinimizin
hoşgörüsüne sığınarak ibadetlerini evlerinde ve sivil kıyafetli olmak kaydıyla
herkese açık camilerde yapacaklar. Kışla içinde ve dışarıda yapılacak ibadette,
mesai saatlerine uygunluk esas alınacak. Kışla mescit ve camilerinde ezan
okutulmayacak, bunun için askeri maksatlarla verilmiş ses yayın cihazları
kullanılmayacak… Mescit ve camilerde bulunan ve Diyanet İşleri Başkanlığı’na
mensup imamların resmi kıyafeti olan cüppe ve sarıklar kullanılmayacak… İmamlık
görevi yapan kişiler, normal er kıyafetiyle bu görevi yürütecekler. Cami ve
mescitlerde duvarlarda manası bilinmeyen eski Türkçe yazılar kaldırılacak;
rahle, tespih, takke gibi TSK Kıyafet Kararnamesi’ne uygun olmayan malzeme
kullanılmayacak…”
Koalisyon
hükümetinin kurulduğu ilk günlerin ardından 23 Mart günü düzenlediği basın
toplantısında, Asiltürk, subayların kışlalarda mescitlere girmesinin
yasaklanmasını “din düşmanlığı” olarak tanımlar (Hürriyet, 24 Mart 1996).
Arcayürek (2003a) ise, Cumhurbaşkanı Demirel’in de genelgeyle ilgili olarak
şöyle konuştuğunu yazar: “Teoman Paşa’nın (Jandarma Genel Komutanı Teoman
Koman) yaptığı laiklik falan değil. Düpedüz din düşmanlığı. Bakalım bu
genelgeyi nasıl izah edecekler! TCK’nın ilgili maddesi bu tür eylemleri hapisle
cezalandırır”.
Çok geçmeden
kimliği belirsiz “bir üst düzey askeri yetkili”, 26 Mart günü Anadolu Ajansı’na
“zehir zemberek” bir açıklama yaparak, RP’yi ismini anmadan, “Şeriat
özlemcileri, çağdışı kalmış gerici takımı” sözleriyle tanımlar. Açıklamada,
“maskelerinin düşmesinden telaşa kapılan şeriat özlemcileri, sahte dindarlar ve
çağdışı gerici takımı, TSK’ya cephe alarak, gerçeklerle ilgisi olmayan,
saptırılmış bazı ifade ve beyanlarda bulunmak suretiyle onu yıpratmaya
çalışıyor. Bu talihsiz hezeyanlarla, TSK’ya dil uzatıyorlar. TSK, din düşmanı
değildir” ifadelerine yer verilir (Hürriyet, 27 Mart 1996). Akpınar (2001),
açıklamayı yapan “yetkili”nin dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral
Çevik Bir olduğu iddialarının, o günlerde “Ankara’da çok konuşulduğunu” yazar.
Tartışma,
gazetelerde büyük yer bulur. BBP, RP’ye destek verdiğini açıklar (Bulut,
1997b). CHP lideri Baykal ise “TSK’yı tahribe, suçlamaya, onu siyasal
tartışmaların içine çekmeye yönelik girişimlerin tümünü sorumsuzlukla
niteliyoruz” diye konuşur. Arcayürek’e (2003a) göre Demirel’in sanısının aksine
hiçbir siyaset adamı genelgeyi eleştirmemiştir. Erbakan ise parti
yöneticilerine “askerlerle ilgili konularda konuşma yasağı” getirmiştir
(Hürriyet, 28 Mart 1996).
ANAYOL
Hükümeti’nde ilk kriz, bürokrat atamalarıyla başlar. Bürokrasideki 300’e yakın
atama ve görevden alma kararnamesi partiler arasındaki anlaşmazlık engeline
takılır. Bürokrasi kilitlenir, iş yapamaz hale gelir (Akpınar, 2001; Hürriyet,
1-5 Nisan 1996). Emniyet Genel Müdürü’nün atanmasından valilere, ekonomi
yönetimine ve KİT’lere yapılan pek çok atama, merkez sağın iki lideri Yılmaz
ile Çiller arasında rahatsızlığa neden olur.
Öte yandan
Çiller ile ilgili yolsuzluk iddialarını “varan 1, varan 2” başlıklarıyla ortaya
atarak Meclis’te Çiller’i köşeye sıkıştırmaya çalışan RP, bir diğer yandan da
güven oylaması sonuçları için hukuksal inceleme başlatır. Anayasa Mahkemesi,
RP’nin “çekimser oyların da ret oyları ile birlikte sayılması” önerisini
değerlendirmeye alır. Bu arada RP, Çiller hakkında 12 ayrı dosya hazırlamıştır
(Arcayürek, 2003a).
RP’nin
Çiller hakkında Meclis’e getirdiği dosyalar arasında en fazla tartışma yaratan
TEDAŞ ve TOFAŞ önergeleri olur. Dosyalarda Çiller, dostlarına ihale, kendisine
menfaat sağlamakla suçlanır. Özellikle TOFAŞ dosyasında görevini kötüye
kullanarak, ihaleye fesat karıştırdığı ve devleti 1 trilyon liradan fazla
zarara soktuğu savunulur. Bu gerekçelerle Çiller Yüce Divan’a gönderilirse Türk
Ceza Kanunu’nun görevi kötüye kullanmayı içeren 240 ve hükümet ihalelerinde
baskı ile sonucu ertelemeyi içeren 366’ıncı maddelerini ihlalden bir yıldan üç
yıla kadar hapis istemiyle yargılanacaktır (Hürriyet, 14 Nisan 1996). Çiller,
bu dosyalarda masum olduğunu ve rakiplerinin kendisini siyaset minderinden
diskalifiye etmek için bu iddiaları ortaya attıklarını savunur (Hürriyet, 16
Nisan 1996; Akpınar, 2001). Yüce Divan yetkisinin TBMM’nin elinden alınmasını
ve bu konuyu düzenleyen Anayasa’nın 100’üncü maddesinin değiştirilmesini
isteyen Çiller, kendi deyimiyle “siyasi parmak hesabı” ile Yüce Divan’a
gönderilmek istemez. Akpınar’a (2001) göre soruşturmanın “bağımsız yargıda
yapılması gerektiğine” inanan Çiller, liderlerle görüşerek kendisinin “suçsuz”
olduğunu anlatmaya çalışır.
Bu arada
Hürriyet (18 Nisan 1996), Çiller’in Kuşadası’nda satın aldığı çiftliğe ilişki
iddiaları gündeme getirir ([3]).
Başı yolsuzluk iddiaları ile derde giren Çiller hakkındaki TEDAŞ önergesi,
TBMM’de 24 Nisan’da yapılan oylamada, 179’a karşı 232 oyla kabul edilir. Çiller
hakkında “TEDAŞ’ın bazı ihalelere ilişkin gerekli işlemleri yapmayarak, görevi
kötüye kullanmak” iddiasıyla soruşturma komisyonu kurulması kararı alınır ([4]).
27 Nisan’da
da TOFAŞ’la ilgili soruşturma önergesi Meclis’e verilir. Buna karşın aynı gün
Çiller’in RP’ye yanıtı Erbakan’ın mal varlığının araştırılması istemiyle gelir.
DYP, Meclis’e verdiği önergede Erbakan ve kardeşinin mal varlığının
soruşturulmasını ister. 9 Mayıs günü ise Çiller hakkındaki TOFAŞ soruşturma
önergesi RP, ANAP, DSP ve CHP’nin desteğiyle 141’e karşı 376 oyla kabul edilir
(Hürriyet, 10 Mayıs 1996). Oylamanın ardından DYP Grubu’na bir konuşma yapan
Çiller, “Çıkar grupları, Gümrük Birliği karşıtları ve bölücülerin oluşturduğu
Bermuda Şeytan Üçgeni’nin tam ortasındayız” diye kaydeder (Hürriyet, 10 Mayıs
1996).
Çok geçmeden
Milliyet gazetesi (26 Nisan 1996), “Çiller’in üç evi daha çıktı” haberini
kamuoyuna duyurur. RP, Çiller için yeni bir soruşturma önergesini mal varlığı
konusunda verir. Çiller, 1973-94 yılları arasında babasından miras kalan 437
bin 940 bin lirayı 21 yıl içinde 150 bin kat büyüterek 676 milyar liraya
yükselttiğini söylemekte, ancak medyada inandırıcı bulunmamaktadır. Bu arada
Erbakan’ın mal varlığı da tartışmaya açılır. Erbakan mütevazı bir öğretim üyesi
maaşıyla, 1948-69 yılları arasında, eş deyişle yine 21 yıl içinde 148 kilo
altın sahibi olduğunu açıklar, ancak o da medyada inandırıcı bulunmaz
(Arcayürek, 2003a).
Medyada
yankı bulan bir başka konu Çiller’in başbakanlıktan ayrılmadan 22 gün önce
örtülü ödenekten 500 milyar lira çektiği haberidir. Hürriyet gazetesinin 11
Mayıs (1996) günü manşetten yayınladığı haberde, Çiller’in Örtülü Ödenek’ten
500 milyar lira çektiğini kanıtlayan belge yayınlanır ([5]). Bu
belgenin basına ANAP tarafından sızdırıldığı iddiası, koalisyon ortağı iki
lider arasındaki iplerin gerilmesine neden olur (Akpınar, 2001). O günlerde
“nereye gittiği” tartışma konusu olan paranın 5,5 milyar lirasının daha sonra,
kendisini emekli Orgeneral Necdet Öztorun diye tanıtan ve DYP’ye oy vaadinde
bulunan Selçuk Parsadan’a ödendiği ve Başbakan Çiller’in dolandırıldığı ortaya
çıkacaktır.
Yaşanan
kargaşa ortamında ANAYOL Hükümeti’ni Anayasa Mahkemesi’nin merakla beklenen
kararı tartışmalı hale getirir. RP’nin başvurusu üzerine hükümetin aldığı güven
oylamasını değerlendiren Mahkeme, “Çekiç Güç’ün görev süresinin” ve “Olağanüstü
Hal uygulaması süresinin uzatılması” oylamalarının geçersiz olduğu kararını 14
Mayıs günü açıklar. Mahkemenin gerekçeli kararı açıklanana kadar Cumhurbaşkanı
ve Başbakan Yılmaz güven oylamasına gerek olmadığını söylerken, diğer partiler
“şart” olduğunu ifade ederek tartışmaya katılırlar. RP, hükümeti düşürmek için
gensoru önergesi verir (Hürriyet, 28 Mayıs 1996). Aynı gün DYP lideri Çiller,
ortağı olduğu koalisyon hükümetinin düşürülmesi için gensoruya destek
vereceğini açıklar. Yılmaz ise tek alternatifin seçim olduğunu savunur. Bu
arada MHP lideri Türkeş, ANAYOL hükümetinin devamı için gayret göstermekte ve
Yılmaz ile Çiller’in anlaşması gerektiğini “demokrasinin selameti açısından”
gerekli görmektedir (Hürriyet, 30 Mayıs 1996). Hürriyet gazetesinin haberine göre
Çiller, Köşk’e savaş ilan eder (1 Haziran 1996). RP’nin hükümeti düşürme
girişimi DYP ve CHP’nin de desteğiyle Meclis gündemine alınır. Oylama,
Çiller’in ANAYOL Hükümet’ini yıkması için “ilk adım” diye yorumlanır (Hürriyet,
4 Haziran 1996). Hükümet, “zam dışında hiçbir icraat yapmaya fırsat bulamadan
daha üçüncü ayında kişisel çekişmelerin kurbanı” olmuştur (Hürriyet, 6 Haziran
1996).
Dönemin
Meclis Başkanı Mustafa Kalemli (2002) daha sonra anılarını kaleme alırken,
güven oylaması sonucunun Meclis İçtüzüğüne uygun olduğunu kaydeder. İçtüzük’ün
105’inci maddesinin eski hali son fıkrasının “Güvenoyu verenlerin sayısı,
güvensizlik oyu verenlerden fazlaysa Bakanlar Kurulu güven almış olur” hükmüne
göre hükümet güvenoyu almıştır. Çünkü sonuç 257 kabul, 207 ret ve 80 çekimser
oy şeklindedir. Ancak Anayasa’nın 96’ıncı maddesi toplantı ve karar yeter
sayılarını belirtmiş ve buna göre düşünüldüğünde toplantıya katılan üye tam
sayısının yarısından bir fazlasının gerektiği ortaya çıkmıştır. Toplantıya
katılan üye o gün 544 olduğuna göre, aranacak rakam 273’tür. Anayasa Mahkemesi
oylamada hata olduğunu, fakat geriye dönük bir şey yapılamayacağını, Anayasa
ile içtüzük arasındaki uyumsuzluğun ortadan kaldırılması gerektiğini ifade
ederek kararını açıklamıştır. Anayasa ile Meclis içtüzüğü arasında ortaya çıkan
bu uyumsuzluk daha sonra İçtüzük’ün 105’inci maddesi son fıkrası kaldırılarak
giderilmiştir.
Kalemli’ye
(2002) göre siyasi bir yaptırımı olmamasına karşın karar, “siyaseten uygun
bulunmadığı için” koalisyon bozulmuştur. Kalemli, ayrıca Yılmaz’ın DYP-RP
koalisyonuna ihtimal vermediği için de koalisyona son verdiğini belirtir. Ancak
”tarihi uzlaşma” ya da “zoraki izdivaç” Anayasa Mahkemesi’nin hükümetin
güvenoyu alamadığına ilişkin gerekçeli kararının öğrenilmesinin ardından 6
Haziran’da Yılmaz’ın Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne çıkarak istifasını sunmasıyla
son bulmuştur.
Dört ay
sonra hükümeti kurma görevini yeniden alan Erbakan’ın umudu bu kez, dosyalarla
zorladığı Çiller’dir. Aslında ANAYOL Hükümet’inin sonunu hazırladığı dönemde,
Çiller’i bir başka “zoraki izdivaç” için ikna etmeye koyulan Erbakan,
malvarlıklarının görüşüldüğü 21 Ekim’de Çiller ile ilk uzlaşmaya varmıştır
(Akpınar, 2001). Çiller ve Erbakan’ın mal varlıklarına yönelik soruşturma önergesi,
sağlanan siyasal ateşkes sonunda, yaklaşan 2 Haziran yerel ara seçimlerinden
sonra ele alınmak üzere ertelenmiştir. Hükümeti kurma yetkisini eline alan
Erbakan bu ateşkese de güvenerek önce özelleştirme ile ilgili soruşturma
önergesinden vazgeçtiğini açıklar. Ardından kendisinin ilk kez gündeme
getirdiği ve DSP tarafından Meclis’e sunulan Örtülü Ödenek soruşturma önergesi
için ret oyu kullanır. Erbakan, örtülü ödenek konusunda Çilleri savunarak bunun
bir “devlet mahremiyeti” olduğunu ve ısrarları doğru bulmadığını söyler. Akpınar’a (2001) göre Erbakan bu sözleriyle,
“oportünist siyasetin çarpıcı bir örneğini” verir. RP’nin bu desteği REFAHYOL’a
“ilk adımlar” diye yorumlanır.
Bu arada
Yılmaz hakkındaki “Civangate” diye adlandırılan Emlakbank ile ilgili soruşturma
önergesi RP ve DSP’nin de desteğiyle kabul edilirken, ÇAYKUR önergesi
reddedilir (Hürriyet, 20 Haziran 1996). DYP ve RP arasında giderek gelişen
ilişkilere karşın diğer yandan da ANAYOL koalisyonun sürdürülmesi yönünde
teklifler de gündeme gelir (Hürriyet, 22 Haziran 1996). Ancak Çiller’in tek
umudunun kendisi olduğunu gösteren Erbakan, 22 Haziran’daki görüşmelerinde
şunları söyler: “Siz merak buyurmayın hanımefendi. Biz bu dosyaları sizi mahkum
ettirmek için değil, aklanmanıza yardımcı olmak için gündeme getirdik”
(Sarıkaya ve Yılmaz, 1996; Akpınar, 2001). Bu arada Erbakan’ın mal varlığı için
verilen soruşturma önergesi ise DSP’nin oylarıyla reddedilmiştir.
REFAHYOL
Hükümetinin Kuruluşu
Seçim
kampanyası boyunca “din sömürüsü yaptığı ve irtica yanlısı” olmakla suçladığı,
“Milliyetsizler, şerefsizler ve bölücüler” diye seslendiği RP’nin hükümet
teklifine Çiller’in yanıtı sonunda “Evet” olur ([6]). İki
lider iki yıl Erbakan’ın iki yıl da Çiller’in başbakanlık yapacağı “dönüşümlü
başbakanlık” sistemi üzerinde anlaşır ve seçime Çiller’in başbakanlığında
gidilmesi koşuluyla, öncelik Erbakan’a verilir (Akpınar, 2001). Erbakan,
Başbakan ve Çiller de Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olacaktır.
Ayrıca
iddialara göre iki lider, Çiller hakkındaki soruşturma önergelerinin TBMM’de
reddedilmesi konusunda anlaşmış, koalisyon protokolü dışında gizli bir protokol
üzerinde uzlaşmıştır ([7]).
Medya’ya yansıyan boyutuyla önceleri inkar edilecek olan bu protokolün
hazırlanması sırasında Erbakan’a güvenmeyen Çiller; iddialara göre, “Madem iki
yıl sonra Başbakanlığı bana devretmeye söz veriyorsunuz. Kur’an bu
mutabakatımızın şahidi olsun” diyerek Erbakan’ın Kur’an’a el basmasını istemiş
ve Erbakan, “Benim ağzımdan çıkan söz senettir. Kur’an’ı bu işe karıştırmaya
gerek yok” diye yanıt vermiştir (Bildirici, 1998).
Sonunda
“kelle kurtarma” mücadelesi veren Çiller ile “sistem içinde” ve “meşru” bir
parti olarak kendisini kabul ettirme telaşındaki RP arasında kurulan bu
koalisyon; Çandar’a (2001) göre, “olmayacak duaya amin” sayılmaktadır ve
“dünyanın sonu” demektir. Muhalefetle birlikte DYP’li kimi milletvekilleri de
bu “anlaşma evliliğinden” memnun değildir.
Aynı şekilde
medyadan da hükümete destek yoktur. Çiller’in yolsuzluk iddialarını manşetine
taşıyan Doğan Grubu gazeteleri için bu yoldan dönüşün olmadığını Demirel, medya
patronu Aydın Doğan’la konuşmaktadır. Medya patronu Dinç Bilgin ise Çiller’le
görüşerek bu hükümeti desteklemeyeceklerini ifade eder. RP’nin yarattığı hava
“darbe olasılığını” gündeme taşımıştır (Arcayürek, 2003a).
Erbakan’ın
27 yıllık hayali, 29 Haziran 1996 günü başbakanlık koltuğuna oturması ile
gerçekleşir. Çiller, “Cumhuriyet düşmanı” olmakla suçladığı ve “Siyasi tarihin
en parlak oportünisti” diye tanımladığı RP ile ortaklığını artık “milletin
emri” diye nitelendirmektedir (Akpınar, 2001). Oysa ki DYP’liler seçim
meydanlarındaki sloganları unutmamıştır. DYP İzmir teşkilatı, Genel Başkan
Çiller’e kara çarşaf gönderme kararı alır. Parti genel merkezi protestolar
içeren faks ve telefon yağmuruna tutulur. (Akpınar, 2001).
8 Temmuz
1996 günü güvenoyu alan REFAHYOL Hükümet’ini değerlendiren DYP’nin önemli
isimlerinden Cavit Çağlar, “Siyasetimizi Erbakan aleyhine kurduk, sonra ona
teslim olduk. Yalancı duruma düştük” derken, Münif İslamoğlu, “Hükümet dosya
pazarlığı üzerine kuruldu” yorumunda bulunur. Kavgalı geçen güven oylamasında,
koalisyon ortağı iki partinin toplam milletvekili sayısı 286 iken, 265 ret
oyuna karşılık BBP’nin de “kerhen” desteğiyle 278 oy alınması tepkilerin
boyutuna işaret eden bir başka göstergedir ([8]).Yalnızca
13 oy farkla alınan güvenoylamasında DYP’den 10 milletvekili hükümete ret oyu
vermiştir ([9]).
Medyadaki
tanımıyla “Hacı-Bacı hükümeti” ya da BBP’nin de desteği düşünülerek “Üçüncü
Milliyetçi Cephe” hükümeti adıyla tanımlanan, Milli Gazete’nin ise “umut
hükümeti” adını verdiği hükümetin kurulduğu haberleri 9 Temmuz 1996 günkü
gazetelerde yayınlanır([10]).
Demirel ise bu hükümete Çiller’in örtülü ödenek soruşturması ile RP’nin
Bosna-Hersek için topladığı paraları yönettiği ileri sürülen ve RP’nin kasası
diye yorumlanan Süleyman Mercümek’in adını bir araya getirerek “Örtülü Mercümek
Hükümeti” adının uygun olacağını başdanışmanı Cüneyt Arcayürek’e (2003a) ifade
eder. Bu ad daha sonra medyada da yaygın olarak kullanılır. Hürriyet gazetesi
ise 9 Temmuz günkü sayısında “Refah İktidarda” manşetinin altında, “74 yıllık
Türkiye Cumhuriyeti ilk kez genel seçimde yüzde 21 oy alabilen İslamcı bir
partinin yönetimine girdi” yorumunda bulunur.
REFAHYOL’un
Yolu
Erbakan’ın
başbakanlık hayalinin gerçekleşmesinin ardından, Cumhuriyet tarihinin pek çok
ilkine imza atılacak günler başlar. Erbakan’ın başbakanlığını tebrik için
ziyarete gelenler, bundan önceki dönemlerde başbakanları ziyarete gelenlerden
farklı görünümde kişilerdir. Sarıklı ve cübbeli erkek, kara çarşaf ve türbanlı
kadın ziyaretçiler manzaranın değiştiğinin habercisidirler (Akpınar, 2001).
Başbakan
Erbakan’ın ilk icraatı kimilerince “mutluluğunu memurlarla paylaşmak” diye
nitelenen yüzde 50’lik maaş zammı olur (Akpınar, 2001). Subay ve polislere
yüzde 10 dolayında ek ayrı bir zam daha gündeme gelir (Arcayürek, 2003b). Halkın, askerin ve polisin sempatisini
kazanmaya yönelik bu hareketi, daha sonra kendi iktidarını engellemek isteyen
“bir kısım medyayı” baskı altına alma hareketi izler (Akpınar, 2001).
Bu arada
iddialara göre hükümet bir yandan da seçim meydanlarında söz verdiği gibi
“medyayı kontrol altına alma çabasına” girer (Arcayürek, 2003b; Akpınar, 2001).
Hükümet, 10 Temmuz günü bir tebliğ yayınlayarak basında promosyona yeni
düzenleme getirir. Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın “kamu yararına uygun olarak
tüketicinin çıkarlarını korumak ve bu yönde tedbir almak” amacıyla hazırladığı
“Promosyon Kampanyaları Hakkında Tebliğ” medyada geniş yankı bulur. Gazeteler
promosyonlar için artık bakanlıktan izin alacak, ayda üçten fazla kampanya
yürütülemeyecek ve verilecek armağanlar için önceden para yatırılması şartı
aranacaktır (Hürriyet, 12 Temmuz 1996).
Hükümetin
ilk tartışma yaratan icraatı ise Taksim’e cami projesi olur (Akpınar, 2001).
RP’li kültür Bakanı İsmail Kahraman, caminin yapımı için onay vermesi 15 Temmuz
1996 tarihli Hürriyet gazetesinin manşetine “RP’den ilk damga” yorumuyla konu
olur. RP’lilerin öteden beri savundukları Taksim’e cami yapılması konusunda
kolları sıvayan Kahraman, Anıtlar Yüksek Kurulu aracılığıyla Taksim’e cami
yapılması projesini onaylar. Beyoğlu’nun RP’li Belediye Başkanı Nusret
Bayraktar ise projeyi savunarak, karşı çıkanları doğrudan hedef alır.
Bayraktar, proje karşıtlarını “kelaynak ve yobaz” diye suçlar. RP’liler
eleştirilerinin dozuna ve eleştirilerin kimlere gittiğine bakmaksızın kin ve
öfke dolu sözlerle gündemdeki yerlerini almaya başlar.
Öte yandan
daha REFAHYOL Hükümeti kurulmadan DYP’li milletvekilleri Yaşar Dedelek, Şinasi
Altıner, Tevfik Diker ve İrfan Demiralp’in partilerinden istifası ve ANAP’a
geçmelerinin ardından, DYP’de “yaprak dökümü” hükümetin kurulmasından sonra da
devam eder. Hükümete ret oyu veren İsmet Sezgin, Çavit Çağlar, Refaeddin Şahin,
Mehmet Köstepen, Emre Gönensay, Mehmet Batallı, Köksal Toptan ve Rifat
Serdaroğlu istifalarını verirler (Hürriyet, 17 Temmuz 1996). Bir hafta sonra 21
Temmuz günü gerçekleştirilen DYP Beşinci Olağan Genel Kongresi’nde çıkan
olaylar ise parti içinde “kaynayan suların” bir başka göstergesidir. “Dayaklı
kongre” adıyla tanımlanan kongrede gazeteciler dayak yemiş, televizyonların
canlı yayınları engellenmiş, Çiller’in karşısına tek aday olarak çıkan Mehmet
Dülger’in konuşması sabote edilmiştir (Hürriyet, 22 Temmuz 1996).
RP’liler
ikinci kez ülke gündemine, hakim ve savcıları “ayağa kaldıran”, “Cumhuriyet tarihinin en büyük atama
kararnamesi” ve “1600 kişilik sürgün listesi” tartışmasıyla gelirler (Akpınar,
2001; Hürriyet, 18 Temmuz 1996). Bu kez Adalet Bakanı Şevket Kazan “günün
adamı” olur. Hürriyet gazetesi (18 Temmuz 1996) haberi, “Ankara ayakta”
manşetiyle duyurur. Türkiye’deki hakim ve savcıların neredeyse dörtte birini
kapsayan “sürgün listesi” ile ilk kez gündeme gelen Kazan, daha sonraki
gelişmelerle de gündemdeki yerini korur. İstanbul Barosu Başkanı Turgut
Kazan’ın “Düşman toprağına girercesine, bütün yargı tarumar edilmiştir” diye
mantığını tanımladığı, 1230 kişiyi kapsayan atama ve yer değiştirme listesi,
tepkiler üzerine geri çekilmek zorunda kalır (Akpınar, 2001; Arcayürek, 2003b).
Ardından,
Sivas’taki Madımak Oteli’nde 36 kişiyi yakarak öldüren, “radikal dinci” ya da
“kökten dinci” diye tanımlanan kişilerin savunmasını üstlenmiş olan Avukat
Şevket Kazan, Adalet Bakanı olarak cezaevlerinde açlık grevlerinde 12
tutuklunun ölümünü engelleyemez (Akpınar, 2001). Avrupa basınında geniş yankı
bulan ölümler, Cumhurbaşkanı’nın tedbir alınması yönündeki girişimini gerekli
kılar (Arcayürek, 2003b; Hürriyet, 26 Temmuz 1996). Alınan “tedbirler”
arasında, olayları haber yapan medya kuruluşlarına 3984 Sayılı Radyo Televizyon
Yasası’nın 25’inci maddesindeki “Milli menfaatleri zedeleyici yayınlar
durdurulabilir” gerekçesine dayanarak sansür uygulanması dikkati çeker
(Akpınar, 2001). 15 Temmuz akşamı, İstanbul polisi İnterstar televizyonuna
giderek kararı tebliğ eder ve ana haber bülteni sansürlenir (Akpınar, 2001). 12
kişinin öldüğü, 52 cezaevinde 69 gün süren eylem, bazı sanatçı ve yazarların da
devreye girmesiyle sona erer (Hürriyet, 29 Temmuz 1996). Adalet Bakanı Kazan,
“çözümü” şöyle anlatır: “Mevlit Kandili gecesinin manasını düşündüm. Ulviyetini
ve merhametini. Bu gece iş bitmeliydi ve herkes sevinmeliydi.” (Aktaran:
Arcayürek, 2003b).
Ardından 2
Ağustos günü gazetelerin manşetlerinde promosyona sınırlama getiren yasanın
TBMM’den geçmesini kınayan sözcükler vardır (Arcayürek, 2003b). Yasaya göre
artık gazetelerin kupon karşılığı dağıtabilecekleri armağanlar “kültürel
ürünlerle” sınırlandırmaktadır. Hürriyet gazetesi yeni düzenlemeyi “intikam
yasası” diye tanımlar. Sabah, “Yeni promosyon yasaklandı” başlığıyla haberi
okurlarına duyurur.
Hükümetin
Komutanlarla Randevusu
RP’liler
komutanlarla ilk kez 23 Temmuz günü yüz yüze gelir (Akpınar, 2001). Genelkurmay
Başkanlığı’nda verilen iç ve dış güvenlik konularındaki kapsamlı brifingde,
RP’nin siyasal görüşüne taban tabana zıt konular gündeme getirilerek,
“Atatürkçü, laik ve demokratik düzenin ortadan kaldırılmasına ilişkin bölücü ve
aşırı dinci faaliyetlerle ilgili endişeler” ifade edilir.
Akpınar’a
(2001) göre, Genelkurmay Karargahı, Refahlı bir hükümeti içine
sindirememektedir ve İslamcı bir Başbakan’ın başkanlığındaki hükümetten
fazlasıyla tedirgindir. Ordudaki atama ve terfileri görüşmek üzere 1 Ağustos
1996 günü başlayan ve 4 Ağustos’ta sona eren Yüksek Askeri Şura (YAŞ)
toplantısında “irticai faaliyetlerde bulunduğu” gerekçesiyle 13 subay ve
astsubayın ordudan ihracına Erbakan’ın da imzası ile karar verilir. Şura’da
ayrıca öğrenildiğine göre aşırı sağ ve aşırı sol eğilimli ve PKK gibi
örgütlerle ilişkisi bulunan toplam 13 subay ile 16 astsubayın ordu ile ilişkisi
kesilmiştir (Akpınar, 2001; Hürriyet, 5 Ağustos 1996; Sabah, 5 Ağustos 1996).
“İslamcı basın” ise şura kararlarını eleştirerek “eleştirdiğimiz taklitçilere
döndük” yorumunda bulunarak hükümet üzerindeki baskısını hissettirir (Hürriyet,
11 Ağustos 1996).
Gazetelerde
“Erbakan takiyyeci mi?” tartışmasının gündeme geldiği sırada Generallerin
kendisiyle ilgili olumsuz düşüncelerini azaltmak ve aradaki soğukluğu gidermek
üzere Erbakan, Başbakanlık Konutu’nda şura üyelerini yemeğe davet eder.
Davetlilere alkol servisi yapılmaz. Yaşamı boyunca ağzına içki koymayan Deniz
Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya, içki içilen resepsiyonlara
katılmayan Erbakan’a karşı garsondan rakı isteyerek, rakı içer. Erkaya’nın bu
hareketi komutanlar ile Erbakan arasındaki ilişkinin düzeyini göstermesi
açısından dikkat çekici olarak yorumlanır (Akpınar, 2001; Arcayürek, 2003b).
Özkök (1996, 5 Ağustos), YAŞ yemeğinde Genelkurmay Başkanı Orgeneral
Karadayı’nın da şarap içtiğini yazar.
Şura
sonrasında İsrail’le Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması imzalanması, gerginliği
artıran bir başka gündem konusu olur (Akpınar, 2001). Muhalefette iken İsrail
ile ilişkilerin koparılacağını açıklayan RP, Şubat ayında imzalanmış olan
ilkeler çerçevesinde Ağustos ayında imzalanacak anlaşmaya karşı çıkar. İsrail
ile ilişkileri koparma noktasına getiren açıklama Devlet Bakanı Abdullah
Gül’den gelir. Gelişmeler üzerine MGK Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç,
görevi gereği ordunun talep ve beklentilerini hükümet ortaklarına iletir. Milli
Savunma Bakanı Turhan Tayan ile de görüşen komutanlar, “ülke ve bölgesel
çıkarlar açısından anlaşmanın imzalanmasının olmazsa olmaz bir koşul” olduğunu
belirtirler. 8 Ağustos’ta Başbakan’a verilen brifingde “İsrail ile yapılacak
anlaşma sayesinde Türkiye’nin İran, Irak ve Suriye sınırına ileri teknolojiye
dayalı güvenlik şeridi çekileceği” ifade edilir (Akpınar, 2001).
Bu arada
ordu ile ilişkisi esilen irticacı subaylarla ilgili tartışma üzerine
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı bir açıklama yapar.
Karadayı şöyle konuşur: (Arcayürek, 2003b)
“Her namaz
kılan ordudan atılsa, YAŞ’a üye bulamazdık…. Bunlar (tasfiye edilen subaylar)
komutanlarından değil, üyesi oldukları örgüt liderlerinden emir alıyorlar.
Görevi aksatmadan ibadet edilmesine orduda kimse karışmaz. Bu kişiler namaz
kılıyor diye ordudan atılmıyor. Yasadışı faaliyetlere katıldıkları için
atılıyor. Önce uyarılıyor, iflah olmadıkları anlaşılınca kesin karar veriliyor.
Zaten dosyalarında her şey belgelenmiş durumda.”
“Denge
Düzeltme” Gezisi
Başbakan
Erbakan’ın Ağustos ayının 10. günü başladığı 10 gün süren İran, Singapur,
Pakistan, Malezya ve Endonezya’yı kapsayan ve kendi tanımı ile “Türkiye’nin
bozuk dengelerini düzeltme gezisi”,
medyadaki yansımalara göre “dengeleri düzeltmekten çok, yıkma yönünde”
gelişmelere sahne olur (Akpınar, 2001). Genelkurmay Başkanlığı’nın “İrticai ve
bölücü teröre destek veren ülkeler” arasında saydığı İran İslam Cumhuriyeti’ne
düzenlenen gezi, daha başından tartışma yaratır. ABD’nin terörist ülkeler
listesine aldığı İran ve Libya’ya 40 milyon doların üzerinde yatırım yapan
şirketlere yaptırım uygulanmasını öngören yasayı onayladığı bu sırada,
Erbakan’ın gezisinin önemli bir amacı da Müslüman ülkeler arasındaki ticari
bağın geliştirilmesidir. ABD medyası, bu gezinin “hoşnutsuzlukla
karşılanacağını” yazar (Akpınar, 2001). Financial Times, bu gezinin ABD’yi
“çileden çıkardığını” ve ABD’nin Türkiye’den diplomatik desteğini çekmesinin
söz konusu olduğunu ifade eder (Arcayürek, 2003b). Genel kanı, Erbakan’ın
Başbakanlığı döneminde “Türkiye’nin 70 yıllık tarihi boyunca geliştirdiği
çağdaş Batılı imajının sarsılmaya başladığı” şeklindedir (Arcayürek, 2003b).
Hürriyet gazetesi (14 Ağustos 1996) bu durumu “70 yıllık imajımız güme gidiyor”
başlığıyla yorumlar.
Milli
Gazete’nin (10 Ağustos 1996) “tarihi gezi” diye tanımladığı ve “Allah
utandırmasın” manşetiyle uğurladığı gezinin ilk durağında ilk durağında
Erbakan, “30 yıllık bekleyişe son noktayı koyarak”, İran’la doğalgaz anlaşması
imzalar. Ancak İran’da devlet geleneğine aldırmadan Rafsancani ve Habibi ile
baş başa görüşmesi, Türkiye’nin tezlerinin aksine İran’da PKK kampı olmadığını
kabul etmesi ve İran’ın terörü önleyeceğini ilan etmesi tepki çeker. ABD
Dışişleri Bakanlığı da yaptığı bir açıklama ile tepkisini dile getirir. Gezi
boyunca Erbakan’a yöneltilen eleştiri oklarının arkası gelmez. Erbakan’ın
Endonezya’da bir uçak fabrikasını gezerken, Türk halkını kastederek “Bizde alet
var ama beyin yok” açıklaması medyada eleştirilerin hedefi olur. Erbakan’ın İslam
bloğu kurma hayali ise yine medyada gezi
boyunca tartışılır (Akpınar, 2001; Arcayürek, 2003b). Yurda dönen Erbakan’ı
Milli Gazete (21 Ağustos 1996), “Devlet olma şuurunu yeniden oluşturdunuz. Hoş
geldiniz Büyük Lider” sözleriyle karşılar. Gazete, “Ülke sizinle kimliğine
kavuştu. İstiklal harbimizden beri ilk kez bağımsızlık duygusu yeniden
ruhlarımızı okşadı” diye yazar.
Gezi
sırasında Erbakan’ın Başbakanlık görevini vekaleten devrettiği Çiller ile
görüşmemiş olması ve Çiller’in Tanıtma Fonu’nu RP’li bakanlıktan alıp DYP’li
bakana vermesi iki lider arasındaki ortaklık ilişkisinin boyutlarının önemli
bir göstergesi olarak yorumlanır (Akpınar, 2001). Cumhurbaşkanı Demirel ise bu
arada “promosyon yasası” ile atama yetki yasasını veto etmiştir (Hürriyet, 13
Ağustos 1996).
Başbakan’ın
yurda dönüşünden sonra toplanan MGK’nın gündeminde elbette ki, Erbakan’ın
“denge düzeltme” gezisi vardır. 27 Ağustos’ta yapılan toplantıda Erbakan’ın
tartışma yaratan açıklamalarına yanıtı, Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) raporları
verir (Hürriyet, 5 Eylül 1996; Akpınar, 2001). Bunlar arasında en dikkat
çekeni, İran’ın PKK’ya verdiği desteği kanıtlayan teyp bandı ve belgelerdir.
Toplantıda Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Erkaya ilk kez irtica konusunu şu
sözlerle gündeme getirir: (Bölügiray, 1999)
“Burada hep
terörü konuşuyoruz; ancak bir süredir aşırı dinci akımlar tırmanıyor ve ben bir
yıldır bu konunun burada ele alındığına tanık olmadım… Televizyonlarda rejim
değişikliği tartışılıyor. Bu durumda ne yapacağız? İrtica bir tehdit mi, değil
mi? Bunu gündeme alalım. Tartışalım. Uygun görürseniz hükümete tavsiye kararı
alalım.”
Cumhurbaşkanı
Demirel ise, irtica konusunun MGK gündemin alınması önerisini değerlendireceği
yanıtını verir. Komutanların bu konudaki duyarlılığını bilen Demirel’in hesabı,
irtica krizi derinleşmeden hükümetin parlamento içi dinamiklerle
düşürülebileceği yönündedir (İba 1999).
Erbakan,
yaşanan gelişmeler üzerine İsrail’le imzalanacak askeri anlaşmayı “kabul etmek
durumunda” kalır. Anlaşma, MGK toplantısından bir gün sonra, 28 Ağustos’ta
Ankara’da imzalanır. İddiaya göre Erbakan anlaşmayı “kamuoyuna açıklanmaması”
şartıyla imzalamıştır (Hürriyet, 29 Ağustos 1996). Yine iddialara göre
anlaşmayı Erbakan’ın imzalamış olması, RP içinde “rahatsızlık” yaratmıştır
(Hürriyet, 29 Ağustos 1996).
Ortamın
Gerilmesi
Hükümetin
kurulmasını izleyen ilk günlerden başlayarak Erbakan’ın yapacağı icraatlara
yönelik açıklamaları ve kaynak yaratmak için önerdiği formüller medyada
tartışılırken, diğer yandan da “darbe” söylentileri gündemdeki yerini alır.
Donat’a (1999) göre, Erbakan’ın “hükümet olmaya hazırlıklıymış” dedirtmek
çabası ile ortaya attığı “kaynak yaratma formülleri” işe yaramaz. Hükümetin
kamuoyundaki imajı, gelişen olaylar çerçevesinde gün be gün yıkılır. Diğer yandan
devletin iç ve dış politikalarındaki yerleşik tez ve görüşleriyle çatışmaya
başlayan RP’ye sürekli uyarılar yapılır. Ordu’nun, Cumhuriyete ve Atatürk
ilkelerine olan sarsılmaz bağlılığı, her fırsatta dile getirilir (Akpınar,
2001).
Hükümetin
bir başka girişimi YAŞ kararlarının yargı denetimine açılması önerisidir ([11]).
Anayasa değişikliği için gerekli 184 imzaya karşın, RP’nin Meclis’te 159
sandalyesi vardır. İrtica tartışmalarının giderek alevlendiği bu dönemde
kampanyaya dönüşen öneri karşısında komutanlar rahatsızlığını ifade eder.
Bu arada
Bildirici’nin (1998) aktardığına göre, “İslamcı basının bir önerisi de
orduevlerinde uygulanan Kılık Kıyafet Yönetmeliği’nin kaldırılması ve buraların
türban takan kadınlara açılması” olur. Türban konusu, hükümette ilk önemli
anlaşmazlığı doğurur. Koalisyonun işbirliğini sağlamak için kurulan dörtlü
komitenin gündemine RP, memurlara kıyafet serbestisi öngören bir kararname
çıkarılması konusunu getirir, ancak DYP kanadı kararnameye karşı çıkar.
Erbakan ile
komutanların arasında iplerin gerildiği o günlerde, RP’li bir
milletvekillerinin PKK’nın bir kampında, PKK bayrağı altında çektirdiği
fotoğrafının 30 Ağustos zaferinin kutlandığı gün medyada yayınlanması gerilimi
daha da artırır. RP Van Milletvekili Fethullah Erbaş’ın “rehin alınan”
askerleri kurtarmak için İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal ile Kuzey
Irak’taki bir PKK kampına gitmesi ve Abdullah Öcalan’ı silah bırakmaya ikna
girişimleri, yıllardır PKK terörü ile savaşan komutanların ve medyanın büyük tepkisini
çeker (Hürriyet, 31 Ağustos 1996; Akel, 1998). Komutanlardan, “Teröristle
uzlaşılmaz” dersini alan RP’lilerin, PKK’lılara af ve uzlaşma içeren önerileri,
Cumhurbaşkanı tarafından da sert bir dille yanıtlanır ([12]).
Genelkurmay Başkanlığı’nın 30 Ağustos davetine katılan Erbakan,
sıkıntılı anlar yaşar. Davette gazetecilerle yaptığı söyleşide Erbaş’ı
eleştiren Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, İran Devrimi’nden sonra
Türkiye’ye kaçan bir İranlı kuvvet komutanının devrimle ilgili anılarını anlatarak,
“isim ve adres söylemeden Türkiye’deki durumu” değerlendirir (Arcayürek,
2003b). Karadayı, “İran’da generaller Humeyni hareketinin irticanın kendisi
olduğunu fark ettiklerinde iş işten geçmişti” diye konuşur. Karadayı’nın Sabah
gazetesi Ankara temsilcisi Fatih Çekirge’ye anlattıkları ertesi gün (1 Eylül
1996), “Genelkurmay Başkanı ilk kez konuştu” üst başlığı ve “Karadayı’dan
Humeyni dersi” manşetiyle yayınlanır ([13]).
Adli
Yıl’ın Açılış Töreni
1 Eylül günü
partisinin Ankara İl Kongresi’ne katılan Erbakan, radikal İslamcı tabanının
rejime ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı seslendirdiği “İşte ordu, işte
komutan” sloganı ile karşılanır (Hürriyet, 2 Eylül 1996). Akpınar’a (2001) göre
“Genelkurmay bizi bağlamaz” diye demeç veren RP kurmayları bu sloganı
engellemeyerek, “mesajın adresine gitmesine” izin verirler.
Bu arada
Kuzey Irak’ta Erbil’i “işgal eden” Saddam Hüseyin’e karşı, ABD harekete geçmiş
ve Bağdat bombalanmıştır. ABD’nin Kuzey Irak’a yönelik operasyonuyla ilgili
görüşmeler Başbakan Erbakan ile değil, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı
Çiller ile yapılmıştır (Hürriyet, 4 Eylül 1996; Arcayürek, 2003b). Bir diğer
haber ise ABD Genelkurmay Başkanı’nın Saddam’ı vurmadan 24 saat önce gizlice
gelerek Genelkurmay Başkanı Karadayı ile buluştuğudur (Hürriyet, 7 Eylül 1996).
Bu haberler başbakan Erbakan’ın ABD tarafından “dışlandığı” yorumlarıyla
verilir. Arcayürek’e (2003b) göre gazeteler artık içerinden ve dışarıdan gelen
her haberin altında Erbakan ve RP aleyhine “bir şeyler” aramakta ve bulmaktadır.
Adli yılın
açılışı nedeniyle 6 Eylül günü düzenlenen törende konuşan Yargıtay Başkanı
Müfit Utku, konuşmasında doğrudan Başbakan Erbakan ve hükümeti hedef alarak,
“Türkiye’ye şeriatı getirmeye kimsenin gücünün yetmeyeceğini” söyler.
(Hürriyet, 7 Eylül 1996). Türkiye Barolar Birliği Başkanı Eralp Özgen’in
sözleri daha keskindir. Özgen, şöyle konuşur: “Ülkemiz, trafik kazalarını
mevlit okutarak ve kurban keserek önlemek isteyen, yağmurun çaresini duada
bulan, bütçe açığını kapatmak için Allah’ın nimetlerini kaynak gösteren ve dini
politikaya alet eden bir zihniyetle idare edilmektedir.” Akpınar (2001),
kameralar önünde gerçekleşen ve komutanların da resepsiyona katılarak
konuşmacıları tebrik ettikleri bu gelişmeleri, REFAHYOL Hükümeti’ne karşı
sürdürülen toplumsal muhalefetin kurumsallaşması olarak yorumlar. Rejimin
savunucuları ile doğrudan çatışmaya giren RP, “düşman cephesini” genişletmeye
başlamıştır. RP’nin “düşmanlarına” karşı yanıtı gecikmeden gelir. Genel Başkan
Yardımcısı Rıza Ulucak “laik yobazlar” diye nitelendirdiği Yargıtay ve Barolar
Birliği Başkanları’na “Aklı olmayanın dini de olmaz” sözleriyle karşılık verir
(Hürriyet, 8 Eylül 1996). Özgen’i destekleyen barolar laiklik yanlısı
açıklamalarda bulunur (Hürriyet, 8 Eylül 1996).
Artık
laikliğin güncel tartışmalar içinde savunulmaya başlandığı bir sürece girilir
(Arcayürek, 2003b). Komutanların Adli Yıl’ın açılışı nedeniyle Ankara Devlet
Konukevi’ndeki resmi kabulde, Yargıtay Başkanı ile çok “içten konuşmaları”,
TSK’nın bu tür savunulara verdiği desteğin bir işareti sayılır.
Eylül ayının
gündemindeki diğer konulardan ilki nükleer santral ihaleleridir. İşçi, işveren,
ordu ve medya ile kavgalı hükümet, nükleer enerji konusunda da tepkiyle
karşılaşır. Bu arada hükümet 10 milyar dolarlık ikinci bir kaynak paketi
açıklar. Kuzey Irak’ta güvenlik şeridi oluşturulması konusu yurt dışında
tepkiyle karşılanır. PKK’nın bazı eylemlerini İran üzerinden gerçekleştirdiği
Genelkurmay ve MİT raporlarıyla ortaya konur. Raporlara Erbakan’ın sesiz
kalması eleştirilere neden olur. Bu arada PKK, rehin erlerden ikisini serbest
bırakır. 27 Eylül günü ise Afganistan’dan gelen haberler, köktendinci
Taliban’ın yönetimi ele geçirdiği şeklindedir. Haber üzerine Genelkurmay
Başkanı Karadayı, İstanbul’da Hava Harp Okulu’nun yeni eğitim yılı töreninde
“Afgan olayından alınacak önemli dersler var. Duracak, bekleyecek zaman değil,
partiler ne yapıyor?” açıklamasını yapar. (Akpınar, 2001; Arcayürek, 2003b;
Akel, 1998). Demirel ise daha sonra “laikliğin kıymetini bilin” açıklamasında
bulunur (Hürriyet, 30 Eylül 1996).
Bu arada DYP
Genel Başkan Yardımcısı Meral Akşener’in “Çiller fanatiği gençleri tutmakta
zorluk yaşayacaklarını” ifade eden basına yönelik “tehdidi” gündeme gelir.
Akşener’in açıklaması Meclis çatısı altında eleştirilir. DSP lideri Ecevit
özetle şunları söyler: (Hürriyet, 12 Eylül 1996)
“Hem
hükümet, hem de koalisyonun RP ve DYP kanatları basına açıkça savaş ilan etti.
Bu aynı zamanda demokrasiye karşı takınılmış bir tavırdır. Basın ve medyanın
kusurları olabilir. Son dönemde ise basın özgürlüğünün yararları, zararlarından
kat kat üstün olmuştur… Zaten gerek RP, gerekse DYP basına aslında bu
yolsuzlukların üstüne yürüdükleri için tepki gösteriyorlar. Çünkü işlerine
gelmiyor… RP’nin medya düşmanlığının ise bir başka nedeni var. Medyanın büyük
bölümünün laikliğe sahip çıkmasına kızıyorlar.”
Akşener’in
“Hürriyet ve Milliyet gazeteleri ile sahibi Aydın Doğan’ı ölümle tehdit etmesi”
üzerine TGC Başkanı Nail Güreli, savcılığa suç duyurusunda bulunur (Hürriyet,
12 Eylül 1996).
Hükümetin
formüllerinden “Zorunlu Tasarruf Yasası” ve “Bedelsiz Otomobil İthalatı
Kararnamesi” halkın hükümeti protesto ettiği “büyük çaplı” bir mitingle
karşılaşır (Hürriyet, 15 Eylül 1996). Bursa’da işçiler “yerli üretime saygı”
mitinginde bir araya gelirler. Mitinge işveren, emekli, esnaf ve tüccarlar ile
geniş halk kitlelerinin katlımı dikkatleri çeker. Çankaya Köşkü’ne çekilen
protesto faksları arasında Fransa, İtayla ve Almanya’daki pek çok firmadan
gelen fakslar da vardır. TÜRK-İŞ Başkanı Bayram Meral’in Çankaya Köşkü’ne
çıkarken gündeminde “tasarruf teşvik fonlarının geri ödenmesinin bir takvime
bağlanması” ve “Bedelsiz Oto Kararnamesi’nin frenlenmesi” önerileri vardır.
Devlette yeni bir “kadrolaşma hareketi” ve “hükümetin ömrü” tartışmaların odağındaki
diğer gündem maddeleridir (Akpınar, 2001).
23 Eylül
günü Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Çiller, ABD’de ziyaretlere başlar
(Hürriyet, 24 Eylül 1996). Kuzey Irak’taki gelişmeler görüşmelerin başlıca
gündem maddesidir. PBS televizyonuna konuşan Çiller, Askerlerin hükümete nasıl
yaklaştığı yolundaki bir soruya “Darbeler eskide kaldı. Hükümetin laik çizgiden
uzaklaşması söz konusu değil. Rahatsızlık yok” yanıtını verir (Hürriyet, 26
Eylül 1996).
MGK’nın
olağan Eylül ayı toplantısında “terörle mücadele, Kuzey Irak, Bosna-Hersek,
Azeri-Ermeni uyuşmazlığı ve Avrupa Birliği ile ilgili son gelişmeler” gündemin
başlıca konularını oluşturur (AA., 26 Eylül 1996).
Eylül ayının
son gününde Konya Selçuk Üniversitesi’nin akademik yıl açılış törenine katılan
Erbakan, törene dini kıyafetler içindeki Suudi Arabistan’ın Cidde Üniversitesi
Şeriat Fakültesi Öğretim Üyesi Abdülfettah Ebu Gudde ile birlikte gider
(Hürriyet, 1 Ekim 1996). Ancak Erbakan, diğer üniversitelerin açılışında aynı
hoşgörü ile karşılaşmaz ve rektörlerden, “Atatürk devrimlerinin ve ilkelerinin
yakın izleyicisi” olduklarına dair nutuklar dinler. Çiller’in katıldığı
törenlerde de “laiklik uyarısı” içeren mesajlar alkışlanır. YÖK ve üniversite
rektörleri, “iktidara gelince hepsini dize getireceğiz” diyen RP’ye karşı açık
tavır almıştır (Akpınar, 2001).
Daha bir
yılını bile doldurmayan Meclis’in yeni yasama dönemine başladığı 1 Ekim günü
partilerin milletvekili sayıları aynı değildir. RP’nin milletvekili sayısı bir
artarak 159 olmuştur. Ancak DYP’nin milletvekili sayısı 135’ten 121’e, ANAP’ın
132’den 120’ye, DSP’nin 76’dan 73’e gerilemiş, CHP ise 49 olan milletvekili
sayısını korumuştur. Yasama yılı açılış töreninde konuşan Cumhurbaşkanı
Demirel’in “Cumhuriyet’in temel nitelikleri değiştirilemez” sözlerini yalnızca
RP’li milletvekillerinin alkışlamaması dikkati çeker. Açılış töreni tam
anlamıyla laiklik gösterisine dönüşür (Arcayürek, 2003b). Aynı gün Genelkurmay
Başkanı Karadayı’nın “ordudan atılan subaylara mahkeme hakkı tanınması”
girişimine sert tepki gösteren açıklaması da gündemdeki yerini alır.
Hükümet
ortağı ve DYP lideri Çiller ise Karadayı’nın Afganistan benzetmesini isim
vermeksizin yanıtlar. “Afganistan inanılmaz bir kıyaslama. Tüm alternatifler
tükendikten sonra Meclis iradesi ile ortaya çıkan bir hükümeti Afganistan ile
kıyaslamak insafa sığan şeyler değil. Laikliğin teminatı biziz” diye konuşan
Çiller’in “Afganistan’la Türkiye’yi kıyaslayanlar Atatürk’ü anlamamışlardır”
sözleri dikkati çeker (Arcayürek, 2003b). Çiller’e göre laiklik konusunda
protokol dışı uygulama yoktur ve her şey tıkırındadır (Arcayürek, 2003b).
Bedevi
Çadırında Yaşananlar
Yeni yasama
yılına hızlı başlamak niyetindeki Erbakan, Mısır, Libya ve Nijerya’yı kapsayan
ikinci bir dış gezinin hazırlıklarına Meclis açılmadan başlar. Erbakan gezide,
Libya lideri Kaddafi’den bu ülkede iş yapan Türk müteahhitlerin milyonlarca
dolarlık birikmiş alacaklarının ödenmesini istemeyi planlamaktadır. Ancak gezi
planı, hükümetin DYP kanadında çatlağa neden olur. İçişleri Bakanı Mehmet Ağar,
Libya’nın PKK’ya destek verdiğini belirterek, gezi kararnamesini kesinlikle
imzalamayacağını açıklar (Akpınar, 2001, Arcayürek, 2003b).
Bu arada
Ekim ayının ilk günü İstanbul’daki Hava Harp Okulu’nun açılışında ilk ders
laikliğe ayrılır ve duvara da Atatürk’ün “İyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti,
şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar ülkesi olamaz” sözleri asılır. Hava
Yüksek Mimar Kıdemli Albay Dr. Turgut Enginoğlu “Laikliğe dokunulmaya kalkıldı
mı devrimler devrilir, ülke bütünlüğü dağılır. Ne çağdaşlaşma kalır, ne
ilerleme. Atatürk, laikliği son derece önemli buluyordu ve O’na göre laik
olmak, adam olmaktı” diye konuşur (Hürriyet, 2 Ekim 1996).
Diğer yandan
resmi görüşmeler için Mısır’dan istenen randevu talebine ancak beş gün sonra
olumlu yanıt gelir. Gezi sabahı ziyaretin üç saat ertelendiğine ilişkin haber
alınır. Mısır hükümeti, kendisinin terörist ilan ettiği Müslüman Kardeşler
Örgütü’nden övgüyle söz eden Erbakan’a tepkilidir (Akpınar, 2001; Arcayürek,
2003b). Daha gezinin başında, Mısır’da yapılan karşılama töreninde Türk bayrağı
göndere çekilmez ve diplomatik skandallar ve “dış politikada itibar erozyonu”
tartışmaların başlıca konusu olur.
Yılmaz ise
gezinin başladığı 2 Ekim günü, Meclis’teki grup toplantısında “Bir darbe
hareketinin oluşturulmasına ilişkin bazı kadroların çalışma içinde olduklarına
dair sezgilerim, hatta bilgilerim var” diye açıklamada bulunur (Sabah, 3 Ekim
1996). Her yerde darbe söylentileri konuşulmaktadır (Solak, 1996). RP Grup
Başkanvekili Salih Kapusuz darbe söylentilerine yanıt verir. Kapusuz, “Açık
söylüyorum, kimse darbe yapamaz. Kimse gayri hukuki yollara sapamaz. Medya kah
demokratik, kah militarist görünüyor. Türkiye’de hükümet boşluğu yoktur,
istikrar vardır. RP’nin başarmasından korkuyorlar” diye konuşur (Arcayürek,
2003b).
Aynı
günlerde Afganistan’da yönetime el koyan köktendinci Taliban yönetiminin
davranışları gündeme gelmekte ve büyük tepki çekmektedir. Her ne kadar RP’liler
de Taliban yönetimini “vahşi” bulsalar da (Hürriyet, 3 Ekim 1996), ülkede Türkiye’nin
nereye gittiği yönünde tartışmaların önü kesilememektedir. Başbakan Yardımcısı
Çiller, duyduğu endişe üzerine Cumhurbaşkanı Demirel’e bir mektup yazar ve
Demirel’in yanıtı gazetelere konu olur (Hürriyet, 4 Ekim 1996). Bu arada İtalya
ziyaretindeki Demirel de laiklik tartışmalarına katılarak, “Türkiye’de laiklik
zedeleniyor diye kaygı içinde olan ben değilim. Ancak, bu konuda endişe içinde
olanlar var” diye konuşur (Arcayürek, 2003b).
Siyaset
kulisleri kadar cami avlularında da hareketlilik vardır. 4 Ekim Cuma günü,
Ankara ve Konya’da “şeriat yanlısı” gösteriler düzenlenir (Akpınar, 2001).
Yeşil şeriat bayrağı eşliğinde tekbir getiren kalabalığın içinde bir grup RP ve
Milli Gençlik Vakfı’nın pankartlarını taşımaktadır. “Yaşasın Hizbullah, Yaşasın
Şeriat” sloganı atarak TBMM’ye yürüyen kalabalığı Çevik Kuvvet panzerle
durdurur. Artık her Cuma namazı sonrasında benzer eylemler ya da “şeriat
provaları”, Türkiye’nin dört bir yanında tekrar edilmeye başlar (Akpınar,
2001).
Erbakan’ın
Mısır’dan sonraki durağı olan Libya’da Kaddafi ile yaptığı görüşme ise
skandalların en büyüğüne sahne olur. Uygulanan hava ambargosu nedeniyle
Libya’ya Tunus üzerinden karayolu ile gidecek olan Erbakan’ı Tunus hükümeti
karşılamaz. Erbakan’ın Tunuslu rejim muhalifi Gannuşi’yi Türkiye’ye davet
etmesine ülke yönetimi kızgındır. Erbakan, laik hükümetlerce yönetilen Müslüman
ülkelerde itibar görmemektedir (Akpınar, 2001).
Libya
gezisi, Akpınar’a (2001) göre, 28 Şubat sürecinde önemli bir mihenk taşıdır.
Yerleşik devlet bürokrasisinin muhalefetine karşın gerçekleştirilen bir
gezidir. Libya Büyükelçisi’nin üç kez gönderdiği, “bu ülkeye siyasi bir gezi
yapmanın sakıncalı olduğunu” belirten kripto tanınmamıştır.
Libya’da
önce muhatabı Başbakan Abdülmecit El Guad ile görüşen ve Türk müteahhitlerinin
alacaklarının ödenmesini için resmen talepte bulunan Erbakan, “iki ülke
arasında iman bağı ve derin bir muhabbet bulunduğunu” söyler. ABD’nin terörist
ilan ettiği Kaddafi için ise Erbakan, övgü yağdırır ve “Türkiye’nin köylerinde
bile Kaddafi’nin fotoğraflarının asılı olduğunu” dile getirir. Bu ülkeye
uygulanan ambargoyu ve NATO müttefiki Türkiye’nin dış politikasını hiçe sayan
Erbakan, “Libya ile ilişkileri yeniden geliştirmek istediklerini” belirtir
(Akpınar, 2001).
Heyetin
Kaddafi ile buluşması, planlandığı üzere Trablusgarp’ta gerçekleşmez.
Kaddafi’nin Türk heyetini 400 kilometre ötedeki Sirte’de kabul edeceği
öğrenilir. Eski bir uçakla Kaddafi’ye ulaşan heyet, çöl ortasında kurulan
bedevi çadırında 6 Ekim sabahı 02:00’de bir araya gelir (Akpınar, 2001).
Erbakan’ın
sessizce dinlemeyi tercih ettiği Kaddafi, konuşmasında açıkça Türkiye
Cumhuriyeti’ni aşağılar. PKK’ya açık destek veren, Türkiye Cumhuriyeti tarihini
yok sayan ve ülke yönetimine hakaretler yağdıran Kaddafi’nin sözleri Ankara’yı
ayağa kaldırır. Kaddafi’nin söyledikleri “unutulacak gibi” değildir: (Akpınar,
2001; Arcayürek, 2003b)
“Türkiye,
İslam dünyası için büyük fedakarlıklar yapmıştır. İslam tarihini ondan alırsak,
geriye Türkiye’nin tarihi kalmaz. Türkiye’nin tarihinin başlangıcı Birinci
Dünya Savaşı’dır deniyor. Ama Büyük Türkiye, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce de
vardı. Selçuklu, Osmanlı, Birinci Selim, Kanuni Sultan Süleyman.… Bunlar nereye
gittiler? Türkiye, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bunları inkar etmiştir. Türkiye,
tarihini inkar etti. Bir tek Refah Partisi etmedi. Türkiye, Birinci Dünya
Savaşı’ndan sonra kendi iradesini kaybetmiştir. Türkiye, ABD üslerinin işgali
altındadır. Bu üsler, Irak’a karşı kullanılmaktadır. Türkiye’nin iradesi
özgürlüğüne kavuşuncaya kadar mücadele etmemiz gerekiyor. Türkiye’nin geleceği
Araplarladır.... Tek tesellimiz, RP’nin hükümette olmasıdır. Türkiye’de
tarihini inkar etmeyen, tarihine vefa duyan bir tek RP var. RP, Türkiye’nin
bugünü ile geçmişi arasındaki halkayı bağlamak isteyen bir partidir.… Ben
Türkiye’deki bütün vatandaşları RP’ye katılmaya teşvik ediyorum. Tarihine
saygılı olan Türk insanları RP’ye katılmalıdır…. Kürtlerin Libya’da, İran’da,
Irak’ta, her yerde bağımsız olmaları doğaldır.… Kürtlerin de Araplar gibi
özgürlüğe ihtiyacı vardır. Araplar da, Kürtler gibi bölgelerinde böyle bir
savaşa girmiş ve bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır… Ortadoğu güneşi altında bu
millet de yerini almalıdır. Kürtler de Müslüman’dır. İranlılar ve Araplarla
kardeştir. Türkiye’nin geleceği NATO üyeliği, ABD üsleri ve Kürtlere eziyet
çektirmek değildir…”
Kaddafi’nin
sözlerini “suskunlukla” dinleyen Erbakan, Libya liderinin sözlerine laik
cumhuriyetçileri ve askerleri kızdıran şu ifadeyle karşılık verir: “Muhterem
Kaddafi Beyefendi’ye, gösterilen misafirperverlikten dolayı kalpten teşekkür
ediyorum” (Akpınar, 2001). Batılıların Libya’yı “terörist ülke” olarak
tanımlamalarının propaganda olduğunu söyleyen Erbakan, üstü kapalı bir dille
ABD’yi terörist ülke ilan ederek, “Libya terörist faaliyetlerin karşısındadır.
Terörden en büyük acıyı çeken Libya’dır” diye konuşur (Akpınar, 2001).
Ertesi gün
(7 Ekim) gazeteler, Arcayürek’in (2003b) tanımıyla barut fıçısı gibidir.
Hürriyet gazetesi “Küstah Libyalının sözlerini başına tavana çevirerek dinleyen
Erbakan, hiç tepki göstermedi” diye yazar. Milliyet, “Libya faciası” yorumunda
bulunur. Zaman gazetesi başyazarı Fehmi Koru (1996), “REFAHYOL hükümeti en
büyük darbeyi çölün ortasında kurulu bir çadırda, gözlerini sağa sola kaçırarak
konuşan, diplomasi kurallarını tanımayan Kaddafi’den aldı” diye kaydeder.
Türkiye gazetesinin haberinde ise şöyle denilir: “Erbakan Libya lideri Muammer
Kaddafi’nin ‘talihsiz’ potunu düzeltti. Türkiye’de 65 milyon kardeştir.”
Kaddafi’nin
sözlerine ve Erbakan’ın suskunluğuna muhalefetin tepkisi gecikmez. 7 Ekim günü
CHP, Başbakan Erbakan hakkında hazırladığı gensoru önergesini TBMM
Başkanlığı’na iletir. Ülkü Ocakları Derneği Genel Başkanı, 200 gençle birlikte
Mehter Marşı eşliğinde Libya Büyükelçiliği’ne giderek siyah çelenk bırakır. Tepkiler
karşısında Çiller, Nijerya’ya geçen Erbakan’ı haberdar bile etmeden Libya
Büyükelçisi’ni geçici olarak Türkiye’ye çağırır (Akpınar, 2001).
Hükümetin
Gensoru Sınavı
Hükmet
ortağı Çiller ise “Erbakan’ın Libya’ya gitmesi hataydı” diyen Genelkurmay Başkanı
Karadayı ile “sürpriz bir görüşme” yapar (Hürriyet, 9 Ekim 1996; Arcayürek,
2003b). “Siz merak etmeyin Paşam, laiklik konusunda en az sizin kadar hassasız.
Anti-laik hiçbir gelişmeye izin vermeyiz” diyen Çiller, daha sonra kamuoyuna da
“Kimse orduyu tahrik etmesin… Hiç birinin aklında böyle bir şey yok” diye
ortamı yatıştırmaya yönelik açıklamalarda bulunur (Akel, 1998).
Arcayürek’in
(2003b) ifade ettiğine göre RP ile koalisyon kurmadan önce ABD’ye “ben gidersem
şeriatçılar gelir” diyen Çiller, artık “koalisyondan çekilirsem darbe olur”
mesajı vermektedir.
“Libya
skandalı”nın yankıları eşliğinde 10 gün süren gezisini tamamlayan Erbakan,
yurda dönüşünde gensoru tehdidi ile karşılaşır. Muhalefet üç ayrı gensoru
önergesi vermiştir ve laik kimlikleri ile tanınan DYP’li milletvekilleri
gensoruya “evet” oyu kullanma eğilimindedir. Ancak Erbakan, Arcayürek’e (2003b)
göre “inanılmaz bir ikiyüzlülükle”, “Muzaffer Romalı bir kumandan olarak
döndük” açıklamasında bulunur. Libya’nın, PKK’nın terörist örgüt olduğunu kabul
ettiğini söyleyen Erbakan, “Akıllı dostluk, akılsız düşmanlıktan çok daha
iyidir” diye konuşur (Arcayürek, 2003b). Erbakan’a göre hükümet gensoru
sınavından güçlenerek çıkacaktır. DYP içinde ise hükümetten duyulan rahatsızlık
dile getirilmektedir (Hürriyet, 10 Ekim 1996). Kulislerde de “Refahsız hükümet
formülleri” konuşulmaktadır (Hürriyet, 10 Ekim 1996).
Bu arada
Mısır’ın Ankara Büyükelçisi bir açıklamayla skandallar zincirine yeni bir halka
ekler (Arcayürek, 2003b). Kahire, Erbakan’ın gezisini resmi bir ziyaret
saymadığını açıklar. Bu nedenle de karşılama ve uğurlama törenlerinde Türk
bayrağı çekilmediğini belirtir.
10 Ekim günü
CHP lideri Baykal, Libya ile RP’nin para ilişkisini kanıtlayan “önemli” bir
belgeyi kamuoyuna açıklar. “Libya’da faaliyet gösteren Uluslararası İslam’a
Çağrı Cemiyeti’nin yerel seçimlerde kullanmak üzere RP’ye 500 bin dolar
yardımda bulunduğu” iddiasına yanıt, Ankara Cumhuriyet Başsavcısı’ndan gelir.
Ancak Başsavcının, “yeterli delil” isteği, hükümetin tartışmalı icraatları
arasında kaybolup gider (Akpınar, 2001). Öte yandan Erbakan’ın Kaddafi’nin
fahri başkanlığını yürüttüğü, dinci grup ve partilerin içinde yer aldığı
Uluslar arası İslam Halk Komutanlığı’nın bir üyesi olduğu tartışması gündemin
bir başka konusu haline gelir (Akpınar, 2001).
Bu arada
darbe söylentileri daha sesli dile getirilmeye başlanır (Donat, 1999). Çandar,
10 Ekim 1996 günkü yazısında, “Bu koalisyonun hukuken de sona erdirilmesi için
“darbe” sopası altında, TBMM, bir “formül” bulmaya teşvik ediliyor” diye yazar.
Erbakan’ın
yurda dönüşünün ardından hükümet ortağı Çiller’in “Erbakan’ın 20 gündür
imzalamadığı Genelkurmay’ın 5.5 milyar dolarlık projesini” de Erbakan’ın “denge
düzeltme gezisi” sırasında imzaladığı haberleri gündeme gelir. Çiller, “by-pass”
yapmıştır (Hürriyet, 14 Ekim 1996).
16 Ekim günü
TBMM’de yapılan oylamada, hükümet aleyhine verilen Libya gezisi hakkındaki
gensoru önergelerinin gündeme alınması, uzun tartışmaların ardından 257’e karşı
270 oyla, eş deyişle 13 oy farkla reddedilir. Oylamaya 23 milletvekili
katılmamıştır ([14]).
Gensoru
görüşmesi sırasında hareket biçimini soranlara “Ne yapacağımı görürsünüz.
Beğenmezseniz etek, beğenirseniz erkek elbisesi giydirirsiniz” yanıtını veren
DYP milletvekili ve Genelkurmay eski Başkanı Güreş, “ülke çıkarları açısından ağırlıklı buldum”
açıklamasıyla oylamada ret oyu kullanır (Arcayürek, 2003b; Hürriyet 18 Ekim
1996). Küfürlü, yumruklu geçen oylama sonrasında gazeteler, Güreş’in İskoç
etekli fotoğraflarına yer verir. Gensoru lehinde oy kullanan iki kadın
milletvekili; DYP’den Gencay Gürün ile Ayseli Göksoy, “erkekleri sollayan” bu
hareketleriyle gündemin ilk sırasında yer alırlar. Hürriyet gazetesi (18 Ekim
1996) “Eteğin gururu” başlığıyla kadın milletvekillerini kutlar. Güreş ise “Bu
hükümetin yerine başka bir alternatif var mıydı ona baktım. Ben kabul desem ne
olacaktı? Buna vicdanım müsaade etmedi. Kendi bildiğim doğruyu da yaptım”
sözleriyle kendisini savunur (Hürriyet, 18 Ekim 1996).
Bu arada
Yeni Şafak gazetesi, İtalya Cumhurbaşkanı Scalfaro’nun Demirel’le konuşması
sırasında “Türk ve Kürt halkları” deyimini kullanması “rezaletini” gündeme
getirerek, “örtbas edemezsiniz” diye olayı yineler (Arcayürek, 2003b).
Aynı
günlerde hükümetin gündeminde ise “tarihi denk bütçe” konusu vardır (Milli
Gazete, 18 Ekim 1996). Erbakan, 1997 yılı bütçesinin Cumhuriyet tarihinin ilk
denk bütçesi olduğunu vurgulayarak, “ülkenin faiz sarmalından kurtarılacağı
müjdesini” verir. Ancak “devrim niteliğindeki örnek bütçe”, diğer yayın
organlarında Milli Gazete’deki gibi ciddi bir biçimde ve gündemin ilk
sıralarında yer almaz.
Avrasya
İslam Şurası
Akpınar’a
(2001) göre, Erbakan’ın Başbakanlığı, siyasal İslamcılar için bir güven
platformu yaratmış ve din, siyasetin göbek taşına oturmuştur. Bunun bir örneği
olarak, Aczmendiler’in eylemi gösterilebilir. 20 Ekim günü Ankara’da Kocatepe
Camii’nin avlusunda eli asalı, kara cübbeli Aczmendiler, Atatürk’e hakaret eden
bir gösteri düzenlerler. Zikir yaparak, “şeriat” diye bağıran 115 Aczmendi,
polis tarafından göz altına alınır (Akpınar, 2001; Hürriyet, 23 Ekim 1996).
Erbakan’ın
21 Ekim günü İkinci Avrasya İslam Şurası’nda yaptığı konuşma ise o günlerde
Erbakan’ın siyasal duruşu kadar; Akpınar (2001)a göre , “takiyyeci yönünü” de
ortaya koymaktadır. Erbakan, şunları söylemektedir:
“Aspirinin
içinde asit salisilik vardır. Doğrudan verilirse insanın midesini deler. Çocuk
aspirinden acı diye kaçar. Ona çikolata vermeniz lazım. İslam dini Kur’an,
sünnet, hadis ve tefsire dayanır. Sadece tefsir ve hadis öğretmekle görev
yapılmaz. Gerçekler bugün insanlara nasıl tatbik edilecek. İslam’ı insanlara
doğrudan verirseniz, insanlar bundan yararlanamıyor. İnsanlar çocuk gibi
kaçıyorlar. Bunları çikolata ile ikram etmek lazım.”
Şura’nın
dikkat çeken diğer konuğu ise Başbakan Yardımcısı Çiller’dir. Türkiye’nin
çağdaş Batı uygarlığı yolundaki ilerleyişini en önemli simgelerinden biri
olarak gösterilen, Türkiye’nin ilk kadın Başbakanı ve Cumhuriyet kadınlarının
gözdesi Çiller, başörtüsü takarak katıldığı toplantıya “Besmele çekerek” başlar
ve siyasal İslam savunucularının kullandığı terminolojiye sık sık atıfta
bulunur. RP taraftarlarından bu davranışları ile büyük takdir toplayan Çiller,
din ve laiklik istismarını eleştirirken de bir pot kırar ve “siyaset dinin
hizmetindedir” diye konuşur (Hürriyet, 24 Ekim 1996). Çiller’in siyasal
duruşundaki bu değişim, izleyen günlerde kendisini daha da belli eder. Seçim
meydanlarında, “Erbakan’a karşı göğsümü siper ederim. Erbakan’ın Apo’dan ne
farkı var” diyen Çiller, artık TBMM Genel Kurulu’nda tespih çekmekte ve
katıldığı her törende Kur’an-ı Kerim okutmaktadır. (Akpınar, 2001).
Bu arada
“gelişmekte olan ülkeler” ya da “gelişen sekizler” adı verilen ve D-8’ler
(Developing-8) olarak nitelendirilen Türkiye, İran, Pakistan, Malezya,
Endonezya, Mısır, Nijerya ve Bangladeş’ten oluşan grubun temeli İstanbul’da
Çırağan Sarayı’nda gerçekleştirilen zirvede atılır. Medyanın hükümeti eleştiren
kısmının “yoksullar kulübü” adını verdiği zirveye, hükümet yanlısı yayınlar ise
büyük önem verir (Arcayürek, 2003b). 22 Ekim günü Milli Gazete, Erbakan’ın
“şafak söküyor” sözlerini manşetten yayınlar.
Hükümet bu
işlerle meşgul iken, İstanbul’un başka bir köşesinde bir başka tartışma
yaşanır. Sultanbeyli ilçesinin RP’li Belediye Başkanı’na rağmen, İstanbul Batı
Garnizon Komutanı Tuğgeneral Doğu Silahçıoğlu, ilçe meydanına Atatürk heykeli
diktirerek, heykelin bulunduğu caddeye “Atatürk Bulvarı” adın verdirmiştir
(İba, 1999). Olay üzerine RP’li Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı ve eski
sendikacı Necati Çelik’in, Silahçıoğlu’nu “Omzu dolu silahlı adam” sözleriyle
itham etmesi, askerleri öfkelendirmiştir (Akpınar, 2001; Akel, 1998).
Haberlerin yankısı üzerine Bakan, Silahçıoğlu’na hakaret etmediğini savunmuş,
ancak yine de eleştiri içeren “oraya buraya Atatürk heykeli dikmek ve yakaya
rozet takmakla Atatürkçü olunmaz” açıklamasında bulunmuştur (Akpınar, 2001).
Daha sonraları ise askerlerin baskısından rahatsız olan RP milletvekili Mustafa
Kamalak, “Meclis giderek zayıflıyor. Milli Savunma Bakanı Genelkurmay’ın,
hükümet Milli Güvenlik Kurulu’nun, Meclis de askerin gölgesi altında”
sözleriyle tepkisini dile getirmiştir (Akpınar, 2001).
Susurluk
Skandalı
3 Kasım günü
toplam seçmenin binde 3’ünü oluşturan 110 bin kişinin katıldığı yerel ara seçim
gerçekleştirilir. Seçim sonuçlarına göre RP oyların yüzde 30,1’ini, DYP yüzde
27,3’ünü MHP yüzde 16,5’ini, ANAP yüzde 9,4’ünü ve CHP yüzde 9’unu alır.
RP, seçim
propagandasında “üniversitelerde başörtüsü nedeniyle mağdur olan öğrencilerin
mağduriyetlerinin sına ereceği” ve “karayolunun haç için açılacağı” müjdelerini
vermiştir. Erbakan, “ilk defa halkın inancının iktidara geldiğini”
söylemektedir (Arcayürek, 2003b).
Ara
seçimlerin yapıldığı 3 Kasım günü, bagajı silahla dolu, içinde 12 Eylül askeri
müdahalesi öncesinde 7 TİP’li öğrencinin öldürülmesinden sorumlu tutulan kanun
kaçağı Abdullah Çatlı, sevgilisi Ganca Uslu, İstanbul Emniyet Müdürü eski
Yardımcısı Hüseyin Kocadağ ve Bucak aşireti reisi, DYP Şanlıurfa Milletvekili
Sedat Bucak’ın bulunduğu otomobile bir kamyonun çarpması, devlet içindeki
karanlık ilişkileri su yüzüne çıkarır. Bucak’ın ağır yaralı olarak kurtulduğu
trafik kazası, ülkeyi sarsacak gelişmelerin ateşleyici olayı olur. Cumhuriyet
tarihinin en büyük ve yankısı aylarca süren skandalına, Başbakan Erbakan’ın ilk
yorumu “fasa-fiso”, “medyanın abartması” şeklindedir (Hürriyet, 20 Kasım 1996).
Aynı otomobilde seyahat edenlerin kimlikleri, muhalefet partilerini ve
demokratik kitle örgütlerini ayağa kaldırır. Devletin içinde “derin devletin”
varlığı “Devlet, mafya, siyaset üçgeninde” tartışılmaya ve konuşulmaya başlar
(Akpınar, 2001; Hürriyet, 5 Kasım 1996).
Akpınar’a
(2001) göre skandalı “fırsat bilen” Çiller, hükümetin duyarlılığını göstermek
amacıyla kendisine ayak direyen ve Erbakan’ın gezisini imzalamayan İçişleri
Bakanı Mehmet Ağar’dan istifasını ister. Ağar ise “İstifa konusunda kimse bana
bir şey söyleyemez. İstifaya ben karar veririm” diye konuşur (Arcayürek,
2003b). Susurluk skandalına da karışan Emniyet eski Genel Müdürü Ağar,
“Herhalde Kaddafi memnun olmuştur” diyerek 8 Kasım günü istifasını sunar
(Hürriyet, 9 Kasım 1996).
Kazada ağır
yaralanan Bucak’ı hastanede ziyaret eden Çiller, Milletvekili Bucak’ın “teröre
karşı kahramanca mücadele ettiğini” söyler. Kazada ölen kanun kaçağı Çatlı için
ise TBMM Grubunda, “Devlet için kurşun atan da, kurşun yiyen de bizim için
şereftir” diye konuşur (Akpınar, 2001).
İzleyen
günlerde ve aylarda da Susurluk olayına yönelik tartışma devam eder (Arcayürek,
2003b). ANAP lideri Yılmaz daha sonra “Devlet sekiz yıl önce MİT’e alternatif
emniyet içinde bir oluşum yarattı. Ancak bunlar son bir yılda siyasilere hizmet
etmeye başladı. Hükümet olayı örtmesin diye ben de elimdeki belgeleri muhafaza
ediyorum” diye açıklamada bulunur (Hürriyet, 13 Kasım 1996). Ancak söz konusu
belgeler ortaya çıkmaz (Arcayürek, 2003b). Yılmaz, Demirel’in Devlet Denetleme
Kurulu’nu görevlendirmesi önerisi ile gündeme gelir. Demirel ise “sistemin
işletilmesi” gereği üzerinde durur (Arcayürek, 2003b). İzleyen günlerde (24
Kasım 1996) ANAP lideri Almanya gezisi sonrası uğradığı Budapeşte’de kaldığı
otelde kimliği belirsiz bir kişinin yumruklu saldırısına uğrar.
Bu arada
Ağar’dan boşalan İçişleri Bakanlığı koltuğuna ilk kez bir kadın, İstanbul
Milletvekili Meral Akşener atanır. Çiller ailesine yakınlığı ve sadakati ile
bilinen Akşener, medyanın yakından tanıdığı bir isimdir, çünkü bir medya
patronunu ölümle tehdit etmesi nedeniyle mahkemede yargılanmaktadır (Akpınar,
2001). Akşener’in ilk icraatı da beklendiği biçimde, Ağar’ın imzalamadığı
Başbakan’ın Libya gezisi kararnamesini onaylamak olur (Hürriyet, 14 Kasım 1996;
Akpınar, 2001).
Atatürk’ü
Anma Törenleri
Öte yandan
hükümete karşı başlatılan toplumsal muhalefetin “ilk gövde gösterisi”,
Atatürk’ün 58’inci ölüm yıldönümü olan 10 Kasım günü gerçekleşir (Akpınar,
2001). Cumhuriyet tarihinde ilk kez yaklaşık 1 milyon kişi anma törenine
katılır. Başını Atatürkçü Düşünce Derneği ile DİSK, KESK ve TÜRK-İŞ’in çektiği
sivil girişimin 50 bin kişi ile Anıtkabir’e yürüyerek hükümeti protesto etmesi,
“hükümete karşı başlatılan toplumsal muhalefetin örgütlü bir şekilde
kurumsallaşmasının simgesi” olarak yorumlanır (Akpınar, 2001). Erbakan ise bu yürüyüşleri, “Apaçık bir provokasyon bu.
Adalet Bakanımız konu üzerinde duruyor” sözleriyle değerlendirir (Akpınar,
2001).
Aynı gün
RP’li Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Şükrü Karatepe, kent meydanında
düzenlenen törene katılıp çelenk koyduktan sonra partililerine, RP içindeki
rejim ve cumhuriyet karşıtlığını gizlenemez hale getiren şu açıklamayı yapar:
(Akpınar, 2001)
“Süslü püslü
göründüğüme bakıp da, sakın laik olduğumu düşünmeyin. Resmi görevim nedeniyle
bugün bir törene katıldım. Belki Başbakan’ın, bakanların, milletvekillerinin
bazı mecburiyetleri vardır. Ancak sizin hiçbir mecburiyetiniz yok. RP’li olarak
yeryüzünde tek başıma da kalsam, bu zulüm düzeni mutlaka değişmelidir.
İnsanları köle gibi gören, çağdışı bu düzen mutlaka değişmelidir. Ey
Müslümanlar; sakın ha içinizden bu hırsı, bu kini, bu nefreti, bu inancı eksik
etmeyin. İnancımıza saygı duyulmadığı bu dönemde, içim kan ağlayarak bugünkü
törene katıldım…”
Anma
töreninin bir eyleme dönüştüğü 10 Kasım günü, RP’li Konya ve Sivas Belediye
Başkanları anma törenlerine katılmayarak tavırlarının arkasında durur. Akit
gazetesinin (10 Kasım 1996) o günkü manşetinde “Atatürk fakir doğdu, zengin
öldü” başlığının kullanıldığı haberde, “Yetim ve dul bir kadının oğlu olarak ve
hayatının büyük kısmını maaşlı asker olarak geçiren Atatürk, Cumhuriyet’i kurar
kurmaz zengin oldu” yazılıdır.
RP’nin
politik duruşu, 10 Kasım törenlerinin ardından daha net bir şekilde
sergilenmeye ve sistemle açıkça çatışmaya başlar. Hazırlanan “İnsan Hakları ve
Demokrasi Paketi” çerçevesinde, devlet memurlarıyla ilgili “Kılık-Kıyafet
Yönetmeliği”nin değiştirilmesi ve “sakal ve türbana geçit verilmesi” planlanır.
Ancak laik üniversite öğretim üyelerinin tepkileri ile karşılaşılır. RP’nin
yanıtı ise gecikmez. RP Kahramanmaraş Milletvekili Mustafa Kamalak,
üniversitelerin bütçelerinin görüşüldüğü Plan ve Bütçe Komisyonu’nda “Türban,
benim bacımın iffetidir. Ona uzanan eller Yunanın, İngilizin, Fransızın eli
olsaydı kırmasını bilirdik. Nitekim kırdık da. Ama bugün Türk dekanının, Türk
profesörünün ve YÖK Başkanı’nın eli uzanıyor” diye konuşur. Kamalak, askerin
yetkisizleştirilmesi için de bir önerinin sahibidir. Bu doğrultuda Genelkurmay
Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması gerektiğini savunur
(Akpınar, 2001).
Basın’a
“Sansür” Yasası
Susurluk
skandalının gazetelerin gündeminde giderek ağırlığı artarken, hükümetin
gündeminde basın yasası ya da eleştirildiği adıyla “sansür yasası” vardır.
Yorumlara göre (Akpınar, 2001) “medyadan intikam almak için” hazırlanan yasa
taslağında, “yalan haber yazılmaması, devletin siyasi ve mali itibarının
sarsılmaması, halkın telaşa verilmemesi, tezyif olmaması, maksatlı yorum yapılmaması,
yetkili makamları etkileyecek yayın yapılmaması, promosyonla ilgili
düzenlemelere uyulması, cezaların bir günlük gazete toplam maliyet bedeline
ilaveten o günkü reklam gelirine muadil olması” gibi başlıklar dikkati çeker.
Neredeyse yazılan tüm haberleri suç kapsamına alan, muhabirin işini “zabıt
katipliği”ne indiren, “Cumhuriyet tarihinin en ağır para ve hapis cezalarını”
öngören ve gazete kurmayı zorlaştıran yasa teklifi izleyen günlerde giderek
artan boyutta protestolarla karşılaşır (Akpınar, 2001; Hürriyet, 22 Kasım
1996). Avrupa Gazeteciler Birliği ve Dünya Gazeteciler Birliği gibi
uluslararası pek çok basın kuruluşu da sansür girişimine sessiz kalmayarak
tepkilerini dile getirir (Akpınar, 2001).
24 Kasım
günü CHP, İstanbul’da “Haberime dokunma” kampanyası düzenleyerek 2 bin kişiyi
yürütür (Hürriyet, 25 Kasım 1996). Ertesi gün gazete manşetlerinde 1700
gazetecinin imzalı protesto ve uyarı metni vardır. Cumhurbaşkanı Demirel, TBMM
Başkanı Kalemli ve muhalefet partileri gazetecilere güvence vererek teklifin
engelleneceğini ifade ederler.
Gazetecileri,
“Anadolu Basını” ve “Kartelciler” diye ikiye ayıran Çiller’in “Birinci Anadolu
Basın Kurultayı”nda yaptığı konuşma ise, hükümet ile basın arasındaki ilişkinin
geldiği noktayı göstermesi açısından önemlidir. Çiller kendi deyimiyle
kartelciler için, “Bunlar artık birer bağımsız siyasi parti haline
gelmişlerdir. Siyaseti yönlendirmek değil, siyaseti etkilemek değil, siyasi
parti gibi hareket etmişler, hatta bugün de ettiklerini söylemektedirler. ‘Biz
Adnan Menderes’i astık, seni de asarız’ diyorlar” eleştirisinde bulunur. Ancak
hükümet söz konusu yasayı çıkarmakta başarılı olamaz. İç ve dış baskılara
dayanamayan hükümet, teklifi askıya alır. 29 Kasım’da Basın Konseyi, “REFAHYOL
Hükümeti’nin basın için hazırladığı sansür senaryoları, kamuoyu ve medyanın
yoğun tepkisi üzerine uygulamaya sokulamadı” açıklamasını yapar (Akpınar,
2001).
MSB
Bütçesinden Kesinti
Bu arada
REFAHYOL Hükümeti’ni zorunlu kılan unsurların başında gelen Çiller hakkındaki
dosyalar için geri sayım Kasım ayının sonunda başlar. RP’nin iddialarıyla
TBMM’de kurulan soruşturma komisyonlarında oylama günü gelip çattığında, RP bu
kez “hükümetin diyetini ödemeye” soyunur (Akpınar, 2001; Hürriyet, 17 Kasım
1996). Yapılan oylamalarda RP’liler, ellerini Çiller lehine kaldırır. İlk
olarak 25 Kasım’da TEDAŞ Komisyonu’nda ve üç gün sonra TOFAŞ Komisyonu’nda
yapılan oylamada, yediye karşı sekiz oyla Çiller’in Yüce Divan’da
yargılanmasına gerek olmadığına karar verilir. RP, Çiller’in malvarlığını soruşturma
komisyonunda da Çiller’i aklar (Akpınar, 2001). Ancak asıl “diyet”, Genel
Kurul’da yapılacak oylamada ödenecektir.
Aralık ayı
başında günün konusu İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğlu’nun önceki gün
İçişleri Bakanı Meral Akşener tarafından görevinden alındığı haberleridir
(Hürriyet, 7 Aralık 1996).
9-10 Aralık
günleri arasında toplanan YAŞ’nın gündeminde ise, radikal İslamcı eğilimlere
sahip ya da irticacı örgütlerle ilişkisi olan 58 subay ve astsubayın, ayrıca
disiplinsizlik suçuyla da 11 personelin TSK’dan ihracı vardır. Erbakan ilk
günkü toplantıya katılmasa da, ikinci gün, alınan kararı imzalamak üzere önünde
bulur (Hürriyet, 11 Aralık 1996). Hürriyet gazetesinin haberine göre YAŞ
toplantısında “toplam 69 kişinin atılması, son yıllardaki en büyük temizlik”
olarak nitelenir. Toplantıda Erbakan’a verilen brifingde, dış ve iç tehdit
kapsamında irticanın PKK’dan daha öncelikli bir tehlike olduğu ifade edilir.
Genelkurmay Başkanı Karadayı, direnir gibi görülen Erbakan’a “Bu kişiler ordu
komutanlarından değil, tarikat ve örgüt liderlerinden emir almaktadırlar”
açıklamasını yapar (Akpınar, 2001).
Erbakan, Şura’daki 12 orgeneral ve iki amiralin kararlı tutumu
karşısında ihraç dosyalarını imzalar. Yeni Şafak gazetesi “Bunu
imzalamayacaktın Hocam!” manşetiyle yayınlanır.
Şura
kararlarına RP’nin tepkisi, bir kez daha şura kararlarının yargı denetimine
açılması istemi ile gerçekleşir. Milli Gazete (12 Aralık 1996) haberi, “YAŞ
Kararlarına tepki büyük” yorumuyla yayınlar. Gazeteye göre RP’liler “kararların
yargı denetimine tabi olması gerektiğini” savunur. RP Ağrı Milletvekili Sıddık
Altay, “İnsanlar hak ve adalet aramada, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne
müracaat etme konumunda bırakılmamalıdır” diye konuşur. Yargısız infaz
yapıldığını ileri süren RP Şanlıurfa Milletvekili İ. Halil Çelik ise kararları
imzalayan Erbakan’ı da eleştirerek kararları protesto ettiğini açıklar. Erbakan
ise yanıtını, Akpınar’ın (2001) yorumuna göre, Milli Savunma Bakanlığı
bütçesinden 50 trilyon liralık kesinti yaparak verir. Askerlerle doğrudan
çatışmaya girmek istemeyen Erbakan, serin kanlılığını korumaktadır.
Bu arada
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’in “siyasi
kulislere bomba gibi düşen” suç duyurusu üzerine harekete geçerek, RP hakkında
inceleme başlatır (Hürriyet, 11 Aralık 1996). Öte yandan RP milletvekili
Fethullah Erbaş ikinci kez PKK’nın elindeki esir erleri almak üzere Kuzey
Irak’a gitmiş ve geri kalan 6 eri alarak ülkeye geri dönmüştür (Hürriyet, 10
Aralık 1996; Akel, 1998).
12 Aralık
günü Bakanlar Kurulu toplantısına MGK’dan gelen dosyalar sunulur. Doğu
Anadolu’da uygulanan politikaları eleştiren, Kürt nüfusunun önlenemez biçimde
artığına, bunun ileride vahim sonuçlara yol açabileceğine ve silah
kaçakçılığının ardında bazı politikacıların olduğuna dikkat çekilen raporda,
“milletvekillerinin Meclis dışındaki eylemlerindeki suçlar için
dokunulmazlıklarının kaldırılması” tavsiye edilir. Raporun içeriğine kimi
bakanlar tepki gösterir. Bunun üzerine Erbakan’ın emriyle sessizce toplanan
dosyalar, “müsterih olunması” tavsiyesiyle MGK’ya iade edilir. Ancak olayın
medyaya yansıması üzerine Erbakan daha sonra, “MGK’mız ne yaparsa mükemmelini
yapar” açıklamasında bulunur. (Akpınar, 2001).
13 Aralık
günü Sabah gazetesinde “Ordu rahatsız” haberi yayınlanır. “Askeri çevrelere”
dayanarak verilen haberde, “şeriatçı subayların atılmasına İslamcı basın ve
bazı Refahlıların tepkisi orduda öfkeyle karşılandı” diye yazar. İzleyen
günlerde de RP’nin, Genelkurmay’ın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması ve YAŞ
kararlarının yargı denetimine açılması yönündeki yasa değişikliği önerileri
tartışmaların odağını oluşturur (Sabah, 17 Aralık 1996).
Başbakan ve
RP lideri Erbakan ise “birdenbire” YAŞ kararlarını savunmaya başlar (Arcayürek,
2003b). “Bazı çevreler halk ile ordumuzun arasını açmak, karşı karşıya getirmek
istiyorlar. Bu yanlış bir davranıştır. Kahraman ordumuzdan, inancından dolayı
kimse atılmamıştır” diye konuşan Erbakan, şunları söyler: (Arcayürek, 2003b)
“Bir kısım
çevrelerin, kahraman ordumuzun sanki dinine bağlı insanlara karşı bir
karşıtlığı varmış gibi göstermeye kalkmaları fevkalade yanlıştır. Ordumuz
peygamber ocağıdır. Her biri ayrı ayrı dinine bağlı insanlardır. Bu, halk ile
orduyu karşı karşıya getirmek isteyen tefsirler ve davranışlar yanlıştır”
Bu arada
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın yemeğine
katılan Kara Kuvvetleri Komutanı Hikmet Köksal, irticai faaliyetlerden
yakınarak “DYP’nin RP’den farkı olmadığı” görüşünü dile getirir (Arcayürek,
2003b).
İran
Cumhurbaşkanı’nın Türkiye Ziyareti
Kerkük-Yumurtalık
petrol boru hattından Irak petrolünün Türkiye üzerinden ihracına 16 Aralık günü
“Besmele çekerek” başlanır (Hürriyet, 17 Aralık 1996). Milli Gazete’nin aynı
gün “bayram havası” içinde geçtiğini ifade etiği törenle, “altı yıllık haksız
ambargoya besmeleyle” son verilmiştir.
“Dış
gezilerinin meyvelerini almak üzere” Erbakan, İran Cumhurbaşkanı Haşimi
Rafsancani’nin ziyaretini beklerken ordunun ve ABD’nin sert tepkisi ile
karşılaşır. Akpınar’ın (2001) aktardığına göre İsrail ile imzalanan Savunma
Sanayi İşbirliği Anlaşmasını “içine sindiremeyen” RP, İran ile böyle bir
anlaşmanın hazırlığı içine girer. İran’la ortak helikopter üretileceği
açıklanır (Hürriyet, 20 Aralık 1996). Bu arada ABD Ankara Büyükelçisi, Dışişleri
Bakanlığı’na giderek sözlü bir nota verir (Hürriyet, 20 Aralık 1996). ABD’nin
böyle bir anlaşmaya kesinlikle karşı çıkacağını ve İran’ın terörist ülkeler
listesinde olduğunu söyler. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü de benzer bir
açıklama ile hükümeti uyarır. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı ise, İran’ın
PKK’ya maddi ve manevi destek sağladığını vurgular.
Rafsancani,
19 Aralık günü Türkiye’de temaslarına başlar. Ancak, geleneklere aykırı biçimde
Anıtkabir’i ziyarete gitmez (Akpınar, 2001). Cumhurbaşkanı Demirel’in konuk
Cumhurbaşkanı onuruna verdiği akşam yemeğine, İran heyetinin isteği üzerine
kadınlar alınmaz. Ancak Çiller, “Ben Dışişleri Bakanıyım” diyerek yemeğe tek
bayan olarak katılır ve heyettekilerle el sıkışmayarak herkes gibi meyve suyu içer.
Ankara’dan ayrılmadan önce düzenlediği basın toplantısında İranlı bir gazeteci
“Ankara sokaklarında İslam’a bir dönüş gözledik. Türkiye’de İslam’ın geleceğini
nasıl görüyorsunuz?” diye sorunca, Rafsancani şu yanıtı verir: “Doğrudur. Bizce
de Türkiye’de İslam’a dönüş hareketi başlamıştır. Bu Türkiye’de ciddi bir
meseledir ve başlamıştır. Türkiye’nin güneyinde İslami hareketi çok ciddi ve
güçlü gördüm. Ülke halkının yüzde 98’i Müslüman ve bu, İslam ülkeleri arasında
azdır” (Akpınar, 2001).
MGK’nın
“Laiklik” Açıklaması
Komutanların,
hükümeti istemediklerine ilişkin önemli bir açıklama, Hürriyet Gazetesi’nde 20
Aralık 1996 günü gazetenin yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün kaleminden
yayınlanır. “Üst düzey komutanlardan biri”, “Askerler huzursuz. Silahlı Kuvvetler
bir darbe hazırlığı içinde mi?” sorusuna “Bu defa işi Silahsız Kuvvetler
halletsin” yanıtını vermektedir. Artık askerler, hükümetin demokratik kitle
örgütlerinin baskısıyla demokratik yollardan gitmesini isteklerini sesli bir
biçimde dile getirmektedir.
Askerlerin
çağrısına silahsız kuvvetlerin yanıtı izleyen günlerde gelir. 22 Aralık günü
Cumhurbaşkanı Demirel, “gündemdeki sıcak konularla ilgili olarak” liderleri
Köşk’e davet eder (Arcayürek, 2003b). Susurluk Skandalı ile ilgili gelişmelerin
gündeme geldiği toplantı beş saat sürer ama “somut bir sonuç” çıkmaz (Hürriyet
, 23 Aralık 1996). İzleyen günlerde de skandalla ilgili gelişme ve iddialar
yine gündemin en önemli konusudur. 30 Aralık günü gazeteler (Sabah, Hürriyet)
zirvenin zabıtlarını manşetten yayınlar. Milli Gazete (10 Ocak 1997) daha sonra
zabıtların “bu işi Erbakan’ın çözeceği gerçeğini ortaya çıkardığını” yazar.
Dört gün
sonra gerçekleştirilen MGK toplantısında ise ilk kez “laiklik” sözcüğüne yer
verilen bir basın açıklaması yapılır. MGK Genel Sekreterliği’nce Anadolu
Ajansı’na verilen açıklamada toplantıda görüşülen konular ile ilgili olarak
şöyle denir:
“Toplantıda,
ülke genelindeki güvenlik ve asayiş durumu ile bunu etkileyen iç ve dış
gelişmeler gözden geçirilmiş ve değerlendirilmiş, bu değerlendirmeler ışığında
Anayasa ile belirlenmiş demokratik, laik, hukuk devleti esasları çerçevesinde
ülkemizin iç ve dış güvenliğinin sağlanması ve idamesi konusunda alınan
tedbirlerin kesintisiz olarak sürdürülmesi kararlaştırılmış, Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin mevcut bütün meselelerini çözecek güçte olduğu vurgulanmıştır.”
Batı
Çalışma Grubu
Her ne kadar
Aralık ayındaki toplantıda komutanlar irtica konusunun gündeme alınmasını
bekleseler de konunun gündeme gelmemesi üzerine kendi aralarında toplanarak bir
durum değerlendirmesinde bulunurlar. Somut bir eylem planı üzerinde anlaşan
komutanlar, bu planı harekete geçirmek üzere, İba’nın (1999) iddiasına göre,
Batı Çalışma Grubu’nun (BÇG) kurulmasına karar verirler. Ancak BÇG’nin kesin
kuruluş tarihi tartışmalıdır. Emekli Korgeneral Nevzat Bölügiray’ın (1999)
aktardığına göre BÇG, 28 Şubat Kararları sonrasında bu kararlara dayanılarak
kurulmuştur. İba (1999) ise komutanların 28 Şubat toplantısına BÇG’nin
hazırladığı raporlarla girdiklerini ileri sürer.
İba’ya
(1999) göre BÇG adını, çağdaşlığın simgesi olan “Batı” sözcüğünden almıştır.
Genelkurmay Başkanı Karadayı’nın emri ile kurulan ve başında bir Tümgeneral’in
bulunduğu BÇG bünyesinde inceleme, araştırma ve değerlendirme birimleri
oluşturulmuştur. Bu birimler arasında hukuk ve psikolojik harekat gibi
birimlerinin de bulunduğu Bölügiray (1999) tarafından belirtilir. İstihbarat
faaliyetleri çerçevesinde hazırlanan raporlar komutanların bilgisine sunulmuş
ve komutanlar bu raporlarla MGK toplantılarına ve brifinglere katılmışlardır.
İrtica ile savaşımda TSK’nın aldığı önemler zincirinin en önemli halkasını
oluşturan BÇG’nin hedefi, Genelkurmay Başkanlığı’nın açıklamasına göre “Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin temel nitelikleri olan ve Anayasa’da yerini bulan
Atatürk ilke ve inkılaplarıyla, sosyal hukuk devletine karşı her türlü
faaliyeti takip ve kontrol etmek, brifinglerle kamuoyunu bilgilendirmek
(Bölügiray, 1999)” diye tanımlanmaktadır. Ancak bu kurumun darbe hazırlığı
içinde bulunduğu, demokrasi ve hukuk dışı bir kurum olduğu gibi eleştiriler
daha sonra gündemde yerini almıştır.
İlk
Brifing
1996 yılının
son ve yeni yılın ilk günlerinde ülke gündemine Aczimendi lideri Müslüm Gündüz,
imam nikahlı eşi Fadime Şahin ve Ali Kalkancı’nın ilişkileri damgasını vurur
(Hürriyet, 29 Aralık 1996, 6 Ocak 1997, 10 Ocak 1997). Şahin, Gündüz ve
Kalkancı hakkında “Tekke ve Zaviyeler Yasası’na muhalefet”, “hile, tehdit,
baskı ve kandırma yoluyla ırza geçmek” ve “evlenme akti olmaksızın dini nikah
yapmak” suçlarından suç duyurusunda bulunur.
Aynı
günlerde Milli Gazete’nin (3 Ocak 1997) gündeminde ise, “D-8 için tarihi adım”
sayılan sekiz İslam ülkesinin dışişleri bakanlarının İstanbul’daki toplantısı
vardır. Gazete, toplantı için “yeni bir dünya kuruluyor” yorumunda bulunur (6
Ocak 1997). Diğer gazetelerin gündeminde ise demokratik kitle örgütlerinin
düzenlediği “Türkiye’ye Sahip Çık, Demokratikleşme İçin Mücadele Et” mitingi
vardır.
Ankara
Kızılay Meydanı’nda 5 Ocak günü gerçekleştirilen mitinge katılan 200 bin kişi,
hükümet ve irtica karşıtı sloganlar atar. TÜRK-İŞ Başkanı Bayram Meral yaptığı
konuşmada, “Türkiye’nin bir taşını bile kimse oynatamaz. Mollalar laik sistemi
asla değiştiremez. Bu çağdaş ülkenin güvencesi bizleriz” diye konuşur
(Hürriyet, 6 Ocak 1997).
Başbakanlık
Kriz Yönetim Merkezi çalışmalarını düzenleyen yönetmelik 9 Ocak günü Resmi
Gazete’de yayınlanır (Akel, 1998; İba, 1999). Başbakanlık, Genelkurmay
Başkanlığı, Bakanlıklar, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği, kamu kurum
ve kuruluşları ile ilgili özel kuruluşları kapsayan yönetmelikte kriz hali,
“devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü ile milli hedef ve menfaatlere yönelik
hasmane tutum ve davranışların, Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya
hak ve hürriyetlerini ortadan kaldırmaya yönelik şiddet hareketlerinin, tabi
afetlerin, tehlikeli ve salgın hastalıkların, büyük yangınların, radyasyon veya
hava kirliliği gibi önemli nitelikteki kimyasal ve teknolojik olayların, ağır
ekonomik bunalımların ve iltica ve büyük nüfus hareketlerinin ayrı ayrı veya
birlikte vuku bulduğu halleri” biçiminde tanımlanır.([15])
Daha sonra (3 Mart 1997) bu yönetmeliğe göre MGK bünyesinde Kriz Yönetim Birimi
kurulur. Böylelikle MGK, kriz yönetimi ve çözümü konusunda yetkilendirilmiştir
(İba, 1999).
Yeni yılın
ilk günlerinde, 7 Ocak 1997’de DYP’den istifalar sonrasında liderliğini
Hüsamettin Cindoruk’un yaptığı Demokrat Türkiye Partisi (DTP) kurulur
(Hürriyet, 8 Ocak 1997). Bu parti daha sonra REFAHYOL’un ardından kurulacak
yeni hükümetin de ortağı olacaktır.
Bu arada
Adalet Bakanı Şevket Kazan, Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun hazırladığı Susurluk
Raporu’nu açıklar (Milli Gazete, 11 Ocak 1997). Raporda altı ayrı konuda
haklarında soruşturma açılması istenen 35 kişi arasında İçişleri eski Bakanı
Mehmet Ağar, DYP’li milletvekili Sedat Bucak, İstanbul eski emniyet müdürleri
Kemal Yazıcıoğlu ve Necdet Menzir’in adları yer alır.
Gelişmeler
üzerine Genelkurmay Başkanlığı, “ilk kez”, 11 Ocak günü Cumhurbaşkanı’nı davet
ederek kendisine irtica tehdidini konu alan bir brifing sunar (İba, 1999). Bu
brifingin bir başka ilk olma özelliği daha vardır. Sunulan rapor; İba’ya (1999)
göre, BÇG’nin hazırladığı ilk rapordur ([16]).
Brifingde,
RP’nin iktidarı ile gündeme gelen aşırı dinci akımlar, şeriatçı kadrolaşma ve
silahlanma konularına dikkatler çekilir (İba, 1999). Türban yasağının okullarda
ve resmi dairelerde kaldırılması, Taksim meydanına cami yapılması gibi
tartışmalar da gündemin diğer başlıklarıdır (Donat, 1999). Öte yandan
Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak daha sonra; emekli
olduktan sonra, yaptığı bir açıklamada 28 Şubat sürecinin başlangıç tarihini de
bu brifing olduğunu ifade eder (Cevizoğlu, 2001b).
Brifingde
komutanlar Demirel’e, “İrticai faaliyetler bölücülükle eşit ve birinci derecede
öncelikli iç tehdit haline gelmiştir. Genelkurmay tehdit önceliklerinde bu
değişikliğe göre gerekli iç düzenlemelerini başlatacaktır” diyerek, Milli
Askeri Stratejik Konsept’te (MASK) tanımlanan “iç tehdit” tanımının
değiştirilmesi gerektiğine işaret ederler (İba, 1999). “Genelkurmay’ın irtica
tehdidinin etkisiz kılınması için hazırlıklara başlayacağı” sözlerinin ardından
ise Demirel, “Söylediğiniz şeylerin bazıları doğru olmayabilir. Bunları tahkik
etmem gerekir. Doğru olan bölümleri üzerinde muamele yapacağım” diye konuşur
(Ergin, 1997; Hürriyet, 25 Ağustos 1997).
“Bardağı
Taşıran” Olay
Demirel’in
komutanlardan brifing aldığı gün olan 11 Ocak günü, Cumhuriyet tarihinin bir
başka ilkini gerçekleştiren Erbakan, 51 tarikat ve cemaat liderine Başbakanlık
Konutu’nun kapılarını açar (Hürriyet, 13 Ocak 1997). Devlet Kanunları’na inat,
sarıklı, cübbeli, asalı, sakallı laiklik karşıtı cephe iftar yemeğinde bir
araya gelir. Olay, siyaset sahnesinde ve kamuoyunda büyük yankı yaratır
(Akpınar, 2001; Hürriyet, 13 Ocak 1997). Daha sonra Ergin (1997), bu olayın
“bardağı taşıran son nokta” olduğunu ve “askerin sabır çizgisini geçmelerine”
yol açtığını ifade eder.
Susurluk
skandalının gündemde ilk yeri tuttuğu günlerde bir başka “bomba haber”, “Cinci
hoca”nın eşi Emire Kalkancı’nın yaşadıklarını anlatan açıklamalarıdır
(Hürriyet, 19 Ocak 1997, 20 Ocak 1997). Başbakan Erbakan ise, “Ayşe, Fatma
bahane” diyerek, “Bir kısım medya ve rantiyenin rahatsızlığının altında yatan
gerçeğin para musluklarının kesilmesi olduğunu” söyler (Milli Gazete, 22 Ocak
1997).
Gölcük
Toplantısı
Bir askeri
tatbikat nedeniyle 23 Ocak’ta Gölcük’te bir araya gelen komutanlar, durum
değerlendirmesi yaparak hükümeti “yasal ortamlar içinde” uyarma kararı alırlar
(İba, 1999). Genelkurmay Başkanı Karadayı ve kuvvet komutanlarının da bulunduğu
iki oramiral, 12 generalin katıldığı “zirve” üç gün sürer (Hürriyet, 25 Ocak
1997). Gölcük’teki toplantı daha sonra Özkasnak’ın ifade ettiği biçimde 28
Şubat Kararları’nın “çıkış noktası”, “orjini” ya da “merkezi” sayılır
(Cevizoğlu, 2001b). Toplantının ardından ertesi gün Genelkurmay Başkanlığı,
TÜSİAD’ın “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri” başlıklı, sistemin
yeniden yapılandırılması için radikal önerileri içeren, Genelkurmay
Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması ve MGK’nın kaldırılmasının
önerilerinin bulunduğu raporuna karşı sert bir tepki gösterir (İba, 1999).
Bu arada
“Emniyet Müdürleri Kararnamesi” hükümet ortakları arasında “restleşmeye” neden
olur (Hürriyet, 22 Ocak 1997). Başbakan Erbakan, ortağı DYP’ye “karayoluyla
hac”, “müftüler kararnamesi” ve “türban yasağının kalkması” konusunda ödün
vermeyeceklerini açıklar (Hürriyet, 26 Ocak 1997, 28 Ocak 1997). RP’li Devlet
Bakanı Lütfi Esengün, “Bugün İmam Hatip Liseleri’ne destek veren bir zihniyet
iktidardadır. Bunun için iktidar olduk” diye konuşur (Hürriyet, 27 Ocak 1997).
Erbakan ise “Taksim’e de cami ile İstanbul’un fethi tamamlanacak” diye bir
başka tartışmalı konuyu gündeme taşımaktadır (Hürriyet, 27 Ocak 1997).
MGK’nın ocak
ayı toplantısında ise bir kez daha irtica konusu dile getirilir. İlk kez
Ağustos ayında gerçekleştirilen MGK toplantısında irtica konusunun MGK
gündemine alınmasını isteyen Oramiral Erkaya, 27 Ocak 1997 günü yapılan
toplantıda da konuyu gündeme taşımak ister. Erkaya bu kez şöyle konuşur: (İba,
1999; Bölügiray, 1999)
“Bir
partinin temsilcileri açıkça şeriat devletini savunmaktadırlar. Bunun bugün
yönetimde olan bir partinin temsilcileri tarafından yapılmasını laik cumhuriyet
açısından fevkalade tehlikeli buluyorum.... Eğer ülkeyi yönetenler irticayı bir
tehlike olarak görmezlerse… Başbakan, bakanlar, milletvekilleri, belediye
başkanları sabah akşam dini siyasete alet eder ve şeriat devletini
tartışırlarsa… Laik Cumhuriyet, temellerinden sarsılmaya başlar.”
Oramiral,
“Aşırı dinci akımlar bugün, PKK tehdidinden daha büyük bir tehlike haline
gelmiştir. PKK tehdidi ikinci plana düşmüştür” beyanında bulunarak konunun MGK gündemine alınması önerisini
tekrar eder. Diğer komutanların da bu yönde görüş bildirmesi üzerine Demirel,
konunun şubat ayındaki toplantısında gündeme alınmasına şu sözlerle karar
verir: (Ergin, 1997; Hürriyet, 23 Ağustos 1997)
“Bu kurula
gelen herkesin iki şapkası vardır, askerlerin de… Birincisi komutan şapkası,
ikincisi ise MGK üyesi şapkası. Komutanların ikinci şapkalarını taşıyarak
irtica konusundaki görüşlerini bu forumda anlatmaları anayasal bir haklarıdır.
Ancak kimsenin bu aşamada hazır olduğunu zannetmiyorum. Bu konuda kapsamlı bir
hazırlık yapılması gerekir. Önümüzdeki ay konuyu tartışalım.”
Donat (1999)
ise toplantıda ayrıca Başbakan Yardımcısı ve DYP lideri Çiller’in, “siyaset
dinin hizmetindedir” sözlerinin de sert yanıt bulduğunu ifade eder.
30 Ocak günü
MGK Genel Sekreteri İlhan Kılıç, Çankaya Köşkü’ne çıkarak bir sonraki toplantı
gündemi için Taksim’e cami, türban, Ramazan ayı için mesai saatlerinin
değişmesi, kurban derileri ve karadan hacca gidilmesi konularındaki hassasiyeti
dile getirir. Sendikalar, esnaf birlikleri, odalar, dernekler, Esnaf ve
Sanatkarlar Konfederasyonu da yaptıkları açıklamalarla aynı konudaki
görüşlerini kamuoyuna ilan ederler. Eylemin adı, “Konuşan Türkiye”dir (Donat,
1999).
Ergin’in
(1997; Hürriyet, 28 Ağustos 1997) aktardığına göre, gelişmelerden endişe duyan
Yalım Erez’in darbe konusunda Çiller’i uyardığı gün takvimler 1 Şubat’ı göstermektedir.
Marmaris’teki ağaç dikme töreni sonrasında Çiller ile bir araya gelen Erez,
“İhtilali boz. İhtilal olursa bundan en çok zararı gören ülke, ordu ve sen
olursun” diye konuşur. Çiller ise arkadaşını sakinleştirmeye çalışarak, “Merak
etme. Ben Amerika ile konuştum. Endişeye gerek yok. Bu devirde ihtilal olmaz”
yanıtını verir.
Cumhuriyet
tarihinde bir ilke daha şubat ayının ilk günleri ile imza atılır. Susurluk
kazasının yarattığı tartışma ortamının bir uzantısı olarak, dünyada başka bir
örneği bulunmayan “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık Eylemi” Şubat
ayının ilk günü başlar (Hürriyet, 3 Şubat 1997). Geniş yankılar bulan, saat
21:00’da ışıkların bir dakika söndürülmesi biçimindeki eylem, toplumun ve
siyasetin kirletilmesine, Atatürk devrimlerine ihanete ve şeriat özlemciliğine
karşı bir tepki niteliği kazanır. Eyleme katılımın boyutu toplumun
gelişmelerden duyduğu rahatsızlığın eyleme dönük önemli bir göstergesidir.
Bu arada
Bartın Adliyesi Yazı İşleri Müdürü Abdurrahman Güzelgün’ün memurların mesai
saatlerinin Ramazan’a göre düzenlenmesini öngören Bakanlar Kurulu karanının
iptali istemiyle Danıştay’da açtığı dava, 28 Ocak’ta “yürütmenin durdurulması”
kararıyla sonuçlanmıştır (Akel, 1998; Hürriyet, 2 Şubat 1997).
Kudüs
Gecesi ve “Balans Ayarı”
İran İslam
Devrimi’nin lideri Ayetullah Humeyni’nin işgal altındaki Kudüs’ü anmak için
başlattığı gelenek Türkiye’de Sincan’ın RP’li Belediye Başkanı Bekir Yıldız
tarafından 30 Ocak günü sahneye konur. İddialara göre bu gelenek başlatılalı
yıllar olmuştur ama görüntüleri ilk kez kamuoyuna yansımıştır. Başkent
Ankara’nın Sincan İlçesi’nin meydanındaki Atatürk büstünün tam karşısına,
Küdüs’teki Mescid’i Aksa çadırının bir benzeri kurularak içinde düzenlenen
“Kudüs Gecesi”nin konuğu, İran Büyükelçisi Muhammed Rıza Begheri’dir. Radikal
İslamcı Hamas ve Hizbullah örgütlerinin destek verdiği gecede RP’li gençler,
Filistinlilerin, İsrail askerlerine karşı başlattıkları “intifada” mücadelesini
canlandırırlar. Oyun sloganlar ve tekbir sesleri ile devam eder. (Akpınar,
2001; İba, 1999)
Belediye
Başkanı Yıldız, kürsüde yaptığı konuşmada “Yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkenin
zaten şeriatı tanıdığını” söyleyerek resmi ideolojiye meydan okur (Akpınar,
2001). “Biz elbette ki, sancağımızın mücadelesini vereceğiz. Biz, kimliğimizi
Kur’an’dan almak mecburiyetindeyiz. Bizim üzerimize düşen, Allah rızası için
söylediklerimizle yaşadıklarımızın birbirine uyması. Bu konuda büyük
eksiklikler var” diyen Yıldız, Başbakanlık’ın kapılarının tarikat liderlerine
açılmasını överek, bunu eleştirenlere şu yanıtı verir: “Bunlar zannediyorum,
son çırpınışları olsa gerek… Şeriatı bir ilaç gibi şırınga edeceğiz”. ([17])
Gecede, İran
Büyükelçisi’nin diplomatik teamülleri aşan konuşması da şeriat çağrısı
niteliğindedir. İsrail’le imzalanan askeri işbirliği anlaşmasını eleştirerek
“inşallah gençlerimiz her yerde ayaktalar. İnşallah Allah’ın cezasını er geç
Amerika, İsrail ile her gün anlaşma imzalayanlara verecekler” diyen Büyükelçi,
Hamas ve Hizbullah’ı desteklediklerini de belirttikten sonra şunları söyler:
(Akpınar, 2001)
“Fundementalist,
Hizbullahi şeriatçı insanlar en akil, en çağdaş, en mümin insanlardır. Allah
onlara müjde vermiş, zafere ulaşacaklardır. Allahımız, inşallah başka zaferleri
de Müslümanlara verecektir. Zafer Müslümanların olacaktır. İnşallah, güzel ve
yeni ufuklarınızı önünüzde göreceksiniz.”
Olayların ve
konuşmaların kamuoyuna yansımasını sert tepkiler izler. Ankara Cumhuriyet
Başsavcılığı ile DGM Başsavcılığı “Kudüs Gecesi” ve geceyi düzenleyenler
hakkında soruşturma başlatır. Polis, ilçede yoğun güvenlik önlemleri alır.
CHP’nin Sincan İlçe Örgütü yaşananları protesto etmek için şeriat karşıtı
sloganların atıldığı bir gösteri düzenler. Gösterinin sonunda bir grup,
gazetecilere “komünistler” diye saldırır. Gazeteciler yumruklanır, kameralar
kırılır (Akpınar, 2001). Olayları görüntülemek isteyen İnterstar’ın muhabiri
Işın Gürel’e Sincan Belediye Başkanı’nın özel koruması Recep Gülmez tarafından
atılan yumruk gündemin bir başka konusu haline gelir ([18]).
Milli
Savunma Bakanı Turhan Tayan yaşananları, “Tüyler ürpertici” sözleriyle
tanımlar. Çiller ise, “Hepimizin rahatsız olduğu şeyler varsa, ki bu olabilir,
memleketin yasaları vardır, hukuk kurulları, savcısı, hakimi vardır. Onun
kuruları vardır. Herkes ve her şey işbaşında gereğini yapar” değerlendirmesinde
bulunur. Kudüs Gecesi’nin davetlisi İran Büyükelçisi’ne, Dışişleri Bakanlığı
Müsteşar Yardımcısı sert bir nota verir (Akpınar, 2001).
Bu işlerin
olduğu sırada Başbakan Erbakan, türban konusu ile meşguldür. Kamuoyunun tepkilerine
ve DYP’deki kimi bakanların “İmza koymayız” direnişine karşın Erbakan,
“üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakan kararnameyi”, Bakanlar Kurulu’nda
imzaya açar. (Akel, 1998).
Genelkurmay
Başkanlığı’nda 3 Şubat günü kuvvet komutanlarının katıldığı toplantıyı, ertesi
gün tankların Sincan’da yürümesi izler (Akpınar, 2001). Sabahın ilk saatlerinde
Sincan’ın birkaç kilometre dışındaki Etimesgut Zırhlı Birlikler ve Tümen
Komutanlığı’ndan hareket eden 15 tank ve 20 kariyer, tam teçhizatlı bir bölük
piyade eşliğinde Sincan’dan geçerek 10 kilometre ilerideki Yenikent Akıncı
Dördüncü Ana Jet Üssü’nün tatbikat alanına gider ([19]).
İki tank ise “arızalandığı için” olayların yaşandığı Sincan Meydanı’nda akşam
saatlerine kadar bekler. Akşam saatlerinde ise tanklar birliklerine geri döner.
Ergin’e (1997; Hürriyet, 25 Ağustos 1997) göre bu eylem, komutanların aldığı
karar doğrultusunda Fırtına Harekatı’nın “Başla Emri” için uygun bir hedef
olmuştur.
Tankların
geçit yaptığı gün İçişleri Bakanı Meral Akşener, Belediye Başkanı Bekir
Yıldız’ı, “soruşturmanın selameti açısından” görevden alır (Hürriyet, 5 Şubat
1997). Yıldız, ertesi gün savcılığa giderek teslim olur (Hürriyet, 6 Şubat
1997).
Tankların
meydanda bekletilmesi; Akpınar’a (2001) göre, rejim karşıtlarına karşı açık bir
gözdağıdır. Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir, sonraki günlerde bu
olaya açıklık getirerek, 21 Şubat günü Washington’da Türk-Amerikan Konseyi
toplantısında “Demokrasiye balans yaptık” yorumunda bulunur (Akpınar, 2001;
Akel, 1998). Daha sonra DYP Grup toplantısında konuşan Kilis Milletvekili ve
Genelkurmay eski Başkanı Doğan Güreş de, “Tankların Sincan’daki Atatürk
Anıtı’nın önünden geçmesi bir tesadüf değildir. Tankların geçişi, askerin
rahatsızlığını gidermek için bir sübap işlevi görmüştür” diye yorumda bulunur
(Akpınar, 2001).
Darbe
söylentilerinin gündemde yer almasıyla birlikte gazetelerde Demirel’in
Erbakan’a gönderdiği Anayasa’nın temel ilkelerini ve devrim kanunların
hatırlatan mektubu konuşulmaya başlanır (Akpınar, 2001). Demokratik kitle
örgütlerinin temsilcileri TBMM’ye giderek “hükümetin bir an önce işbaşından
uzaklaştırılması ve siyasal atmosferin olağanlaştırılması” önerisinde bulunur
(Akpınar, 2001).
Karşılıklı
Mesajlar
Olaylar
üzerine İstanbul’da bir araya gelen yedi üniversite rektörü ve 1000’i aşkın
öğretim üyesi “Ne şeriat, ne darbe istiyoruz” mesajı verir (Hürriyet, 7 Şubat
1997). Başbakan Erbakan ise “Ordu, köşk, hükümet ilişkilerinde uyum içinde
oldukları” görüşünü tekrar etmektedir (Milli Gazete, 3 Şubat 1997). Milli
Gazete gelişmeler üzerine, olayları CHP’nin ve medyanın körüklediğini ifade
ederek, “ağır tahrik” yorumunda bulunur
(5 Şubat 1997). Ramazan Bayramı nedeniyle yayınlanan mesajında ise
Genelkurmay Başkanlığı, “ilginç” diye yorumlanan şu ifadeye yer verir: “Silahlı
kuvvetlerimiz, her türlü görevi yapacak azim ve kararlılığa sahiptir”
(Hürriyet, 10 Şubat 1997). Ertesi gün RP Genel Sekreteri Oğuzhan Asiltürk
“Bizim en büyük silahımız imanımız” sözleriyle Milli Gazete’ye manşet olur (11
Şubat 1997).
Hükümet
üyelerinin “suni gündem” diye nitelediği (Milli Gazete, 12 Şubat 1997)
tartışmalar giderek sertleşmeye başlar. RP’lilerin “ödün vermeyeceklerini
açıkladıkları” konular büyük tepki çeker. Erbakan’ın Sincan olaylarına yorumu
ise zihinlerden silinmez. “Böyle yamyam dansının, glu glu dansının kimseye
faydası olmaz” diye konuşan Erbakan, şunları söyler: “Mesele laiklik değil,
laikliği din düşmanlığı olarak kullanmak isteyenlerin rahatsızlığıdır. Bunları
yapmak isteyenler de bir avuçtur. Onlar da fosil olmuştur” (Akpınar, 2001). Öte
yandan DYP lideri Çiller, başörtüsü, kurban derisi, karayolu ile hac, Taksim’e
Cami konularında partililerine konuşma yasağı koyar. Sanayi ve Ticaret Bakanı
Yalım Erez buna, “isterseniz görevden alırsınız” diye tepki gösterir (Akel,
1998).
ANAP lideri
Yılmaz ise Türkiye’nin önünde büyük bir tehlikenin söz konusu olduğunu
söyleyerek, “RP’nin tabanı militanlaşıyor, hatta silahlanıyor” açıklamasında
bulunur (Hürriyet, 11 Şubat 1997). Ülkedeki silahlı vatandaş sayısı, TSK’daki
asker sayısını geçmiştir. İçişleri Bakanı’nın açıklamasına göre ülkede 68 bin
22 silah ruhsatı verilmiştir (Akel, 1998).
Ancak
giderek tırmanan gerginliğe her geçen gün bir yenisi eklenir. İran İstanbul
Başkonsolosu Muhammed Rıza Raşit, Ulusal Basın Ajansı’na yaptığı açıklamada
“İslam’ın yayılmasını kimse engelleyemez. Laikler Türk halkı da, Kudüs
gecesinde salonu dolduranlar Türk halkı değil mi?” diye konuşur. Bu sözlerin
ardından Genelkurmay, Dışişleri Bakanlığı’na baskı yaparak, Bagheri’nin
“istenmeyen adam” ilan edilerek, “sınır dışı edilmesi” isteğini bildirir.
Büyükelçi, Başkonsolos ile birlikte Tahran’a döner (Akpınar, 2001).
Silahsız
Kuvvetlerin Harekete Geçirilmesi
Bu arada
Ocak ayında Cumhurbaşkanı’na verilen brifingin ardından, Genelkurmay Başkanlığı
demokratik kitle örgütleri ile temasa geçmiştir. Üç General, Ankara Ticaret
Odası Başkanı Ahmet Çavuşoğlu’nun makamında, Atatürkçü Düşünce Derneği
temsilcilerinin de yer aldığı salonda sendikacılarla bir toplantı yapar.
Genelkurmay Başkanı, 6 Şubat günü Anayasa Mahkemesi Başkanı’nı ziyaret eder.
Görüşmede, “Meselenin TBMM zemininde ve sivil destekle çözümlenmesi üzerinde
durulduğu” açıklanır (Akpınar, 2001).
Ramazan
Bayramı nedeniyle 9 Şubat günü araya giren tatil, gündemin yumuşamasına zemin
hazırlamaz. Antalya’ya tatile giden Erbakan, partililerle yaptığı konuşmada
“Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık Eylemi”ni eleştirerek şunları
söyler: (Akpınar, 2001)
“Bazı
parazitlerin üzerinde durmak istiyorum ve onlara sesleniyorum: Kendinize gelin,
demokrasiyi içinize sindirin. Haseti bırakıp, gıptaya dönün. Türkiye bu kadar
mükemmel bir şekilde gelişirken, fesatlar ‘ışıkları söndürelim’ demişler.
Hasetten çatlarsan, sonunda elektriği sökersin.”
Adalet
Bakanı Şevket Kazan’ın aynı eylem için kullandığı, “Muhalefet çocukça şeylerle
uğraşıyor. Elektrikleri söndürerek mum söndü oynuyorlar. Elektrik anahtarlarını
kapatmakla Türkiye temizlenmez” sözleri, Alevi cemaatinin tepkilerini çeker.
Kazan, gösterilerle protesto edilirken, hakkında suç duyurusunda bulunulur. Kendini
savunmak isteyen Kazan, 12 Şubat’ta Alevileri daha da kızdıran şu açıklamayı
yapar: “Benim mum söndürme lafımı getirip, Alevilerin ananesinde olan bir şeye
bağlıyorlar” (Akpınar, 2001).
Ancak
hükümetin “dalga geçtiği” ya da “eleştirdiği” eyleme, askeri lojmanlardan geniş
bir katılım vardır. Ordunun eyleme desteği, aslında Susurluk Skandalı
sonrasında çetelere karşı başlatılan kampanyanın irtica tehdidine karşı bir
eylem haline dönüşmesini de gündeme getirmiştir (İba, 1999).
Bayramın
ardından gözaltı süresi biten Sincan’ın RP’li Belediye Başkanı Bekir Yıldız ile
birlikte Kudüs Gecesi’nin düzenlenmesinde görev alan Selam gazetesi yazarı
Nurettin Şirin’in de aralarında bulunduğu 10 kişi Devlet Güvenlik Mahkemesi
tarafından tutuklanır (Hürriyet, 14 Şubat 1997). Türk Ceza Kanunu’nun,
“Yasadışı silahlı çeteye yardım ve yataklık” fiilini düzenleyen 169’uncu ve
“Halkı kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek” hükmünü içeren 312’nci maddeye
dayanarak tutuklananlar, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’ne tekbirlerle uğurlanır
(Akpınar, 2001).
Sincan’daki
gelişmelerden sonra ilk kez 14 Şubat günü bir araya gelen komutanlar, Sincan
gösterisinin toplumda “kıpırdanma” yaratması bakımından olumlu bir gelişme
olduğuna dikkati çekerler (İba, 1999). Ertesi gün ise bu “kıpırdanma” büyük bir
gösteriye dönüşür. Ankara’da yaklaşık 20 bin kadın CHP’nin ve demokratik kitle
örgütlerinin düzenlediği “Şeriata Karşı Kadın Yürüyüşü”ne katılır. “Türkiye
laiktir, laik kalacak”, “Ne şeriatın sesi, ne tank sesi” gibi sloganlarının
atıldığı eyleme çok sayıda subay eşinin katılması dikkatleri çeker (Akpınar,
2001; Hürriyet, 16 Şubat 1997). RP Genel Sekreteri Asiltürk ise yürüyüşü
eleştirerek, “halkın inancına karşı yürünmez” diye konuşur (Milli Gazete, 16
Şubat 1997).
Aynı gün
Adalet Bakanı Şevket Kazan ise Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’ne gider ve
Sincan’ın tutuklu Belediye Başkanı’nı ziyaret ederek, kendi deyimiyle “geçmiş
olsun” dileklerini iletir. Kazan’ın bu ziyareti tepki çeker. Hürriyet gazetesi
(17 Şubat 1997) olayı, “Bakan değil, militan” eleştirisiyle manşetine taşır.
Milli Gazete (18 Şubat 1997) ise bu yorum için Kazan’ın “şahsi görüşme yaptım”
sözlerine atıfta bulunarak “malum medyanın Kazan’a komplo kurmakla meşgul
olduğu” yorumuyla, “medya değil iftira makinesi” karşılığını verir.
MGK’nın
“Terörle Mücadele, Sorunlar ve Çözüm Önerileri” başlıklı raporu, 16 Şubat günü
hükümete sunulur. Raporda, milletvekili dokunulmazlıklarının sınırlandırılması,
Kürt nüfusunun giderek Türk nüfusunu geçme tehlikesine karşı Kürt nüfusunun
sınırlandırılması, pompalı tüfeklerin yasaklanması, silah ruhsatı ve silah
kaçakçılığı gibi konular konularda öneriler sıralanır (İba, 1999).
Adalet
Bakanı Şevket Kazan’a önemli bir tepki bu arada hükümet ortağı Devlet Bakanı
Işılay Saygın’dan gelir. Saygın, Medeni Kanun’un Kabulü’nün 71. yıldönümü
dolayısıyla Adalet Bakanlığı’na yapılacak ziyareti iptal ettiğini açıklar
(Akel, 1998).
Bu arada
Çiller de RP’nin son çıkışlarından rahatsız olduğunu dile getirmekte ve
“başbakanı ikaz edeceğiz” diye konuşmaktadır (Hürriyet, 18 Şubat 1997).
Erbakan’ın
“Başbakanlık Diyeti”
RP’nin
hükümet ortağı olmadan önce verdiği “intikam dosyaları” şubat ayında, aynı
partinin oyları ile geri alınır. 18 Şubat günü TEDAŞ ve TOFAŞ oylaması, ertesi
gün de mal varlığı oylaması “RP’nin tam desteğiyle” reddedilir (Hürriyet, 20
Şubat 1997). Çiller’in TEDAŞ önergesinde ihmali olmadığına inanan muhalefetin
ANAP kanadı da bu oylamada “ret” oyu kullanır (Akpınar, 2001) ve ilk gün
Çiller, 257’ye karşı 270 oyla Yüce Divan’a gitmekten kurtulur ([20]).
Mal varlığı konusundaki oylamada da Çiller 262’ye karşı 271 oyla aklanmıştır ([21]).
Bu arada DYP
Kütahya milletvekili Mehmet Korkmaz, “aklanmaya vicdanının elvermediği”
gerekçesiyle partisinden istifasını açıklar (Akel, 1998). Yorumlara göre, RP
hükümet ortaklığının ve Erbakan’ın Başbakanlığı’nın diyetini öderken, DYP
lideri Çiller Yüce Divan’a gitmekten kurtulmuştur (Akpınar, 2001). Oylama
sonrasında Çiller, şunları söyler: “Boğazımda üç tane düğüm vardı. Bunlar
konuşmama ve tavır koymama engel oluyordu. Ama şimdi bunlardan kurtuldum. Bunda
sonra RP’ye taviz yok. Artık RP’nin karşısında daha dikiz, bundan kimsenin
kuşkusu olmasın” (Akpınar, 2001).
Öte yandan
Sabah gazetesi şubat ayında daha 10 gün öncesinden MGK toplantısını manşetine
alır. Fatih Çekirge imzalı, “En kritik MGK” başlıklı haberde, Genelkurmay
Başkanı Karadayı’nın “çok önemli bir konuşma yapmasının beklendiği” yazar
(Sabah, 18 Şubat 1997). Ertesi gün de gazete Erbakan’ın açıklamasını Mehmet Ali
Birand’ın kaleminden manşet yapar. “Paşalara güvence” başlıklı haberde
Erbakan’ın 28 Şubat’taki toplantıda “partisinin rejime yönelik bir art niyeti
olmadığını anlatacağı” yazılır. İzleyen günlerde de Sabah gazetesi yazarları
her gün bir başka siyasi parti lideri ile görüşür. Daha çok Fatih Çekirge ve
Hasan Cemal’in yaptığı bu toplantılarda solda birlik arayışları, DYP ile ANAP
arasında koalisyon tartışmaları gündeme gelir. Solda birleşmeye Ecevit, sağda
birleşmeye ise Çiller karşı çıkar görülür. Çiller ve Demirel ile yapılan
görüşme aynı sayfada yan yana yer bulur (24 Şubat 1997). “Çare demokraside”
ortak başlığı atılan haberde, Demirel ve Çiller tarafından “rejime demokrasi
dışı bir müdahalenin Türkiye’ye büyük zarar vereceğinin ifade edildiği”
belirtilir. Son olarak gazetenin konuğu Başbakan Erbakan olur. 27 Şubat günü
yayınlanan Erbakan görüşmesi “Hoca’nın rakamları” başlığıyla manşet yapılır.
Sabah yazarları ile görüşen Erbakan’a göre Türkiye “baş döndürücü” bir yıl
yaşamaktadır ve rakamlar da bunu göstermektedir. Rejim tartışmaları ve
Erbakan’ın Türkiye’de “faşist laik düzen var” sözleri gazetenin diğer
başlıkları arasındadır.
24 Şubat
(1997) günü Hürriyet gazetesinde yayınlanan Demirel’in gazetenin temsilcileri
ile yaptığı röportajda “sokakta, bu hükümet olmasın, kim olursa olsun
deniyorsa, darbe tartışılıyorsa, bu bir hiddetin eseridir” sözlerine yer
verilir. Röportajda her kesime mesajlar veren Demirel, Erbakan’a “Meclis’te
ettiğin yemini tut” demekte ve “şeriat istiyorum diyenlere” de “namaz kılıp
orucunu tutamıyor musun? Bu ülkede 65 bin camide beş vakit ezan okunmuyor mu?
Her sene 1500 yeni cami yapılmıyor mu? 85 bin cami din adamının maaşını devlet
karşılamıyor mu? Sen cumhuriyete teşekkür borçlusun” karşılığını vermektedir.
“Silahlı Kuvvetler bir siyasi parti değildir ve bir sivil idarenin emrindedir”
diye konuşan Demirel, darbe tartışmalarına da değinerek şunları söylemektedir:
“Darbe tartışmasıyla Türkiye’ye iyilik yapmıyoruz. Bakınız, darbe aslında
TCK’nin 146’ncı maddesine göre cezaya mucip bir olaydır. Türkiye’nin artık
gideceği tek yol var: Demokrasi”.
Dikkatlerin
MGK toplantısına yöneldiği günlerde, TBMM’nin gündeminde 25 Şubat 1997 günü
muhalefetin hükümet aleyhine “cumhuriyetin temel niteliklerini hedef alan ve
rejimi tehdit eden faaliyetlere göz yumdukları ve gerekli tedbirleri
almadıkları iddiasıyla” verdiği gensoru önergeleri vardır. “Laiklik”
tartışmalarının yaşandığı görüşme sonrasında yapılan oylamada, gensoru
önergelerinin gündeme alınması 246’ya karşı 282 oyla reddedilir ([22]).
Oylamanın
ardından RP Grup Başkanvekili Oğuzhan Asiltürk (1997), “Meclis kararını
vermiştir. Başörtüsü takmak laikliğe aykırı değildir” açıklamasında bulunur.
Düzenlediği basın toplantısında bazılarının REFAHYOL Hükümeti’ni yıkmak için
çeşitli senaryolar yaptığını ileri süren Asiltürk, Türkiye’de laikliği din karşıtlığı
gibi tatbik etmenin yararı olmadığını, böyle yapılması sonucunda toplumda büyük
gerginlikler yaşandığını söyleyerek, “Artık laikliğin çağdaş, ilmi tarifine
uymak lazım. İsteseler de istemeseler de Türkiye’deki laiklik batıda tatbik
edildiği gibi edilecek. Meclis de karar vermiştir. İnsanların inandığı gibi
yaşaması engellenemez” diye konuşur. Gazetecilerin “Mesai saatinde namaz
kılınır mı?” şeklindeki sorusuna ise Asiltürk şu yanıtı verir: “Memura çay
saati veriliyor. Bayan memurlara bebekleri için sabah ve öğleden sonra süt izni
veriliyor, kreşteki çocukları için izin veriliyor. Neden? Çünkü daha verimli
çalışılması için. Bir memur da ikindi namazı kılmak istiyorsa o da kılsın.
Böyle dediğimiz zaman ‘din devleti kurma özlemi’ oluyor. Oysa bu bir insan
hakkıdır. Biz böyle söylediğimiz zaman glu glu dansı, tamtamlar başlıyor”.
İşte böyle
bir ortamda Çiller’in “anlaşma evliliği”nin şartlarından biri olan, üzerinde
sallanan Yüce Divan kılıcından kurtulması, “özgürlük” anlamına gelirken, diğer
yandan da kamuoyunun ve ordunun yarattığı hükümet üzerindeki baskılar hükümet
ortağına karşı elini güçlendirir. Ancak tarih 28 Şubat 1997’yi gösterdiğinde
Türkiye için artık geri dönüşü olmayan bir yola girilecektir.
28 Şubat
1997 günü gerçekleşen Milli Güvenlik Kurulu toplantısına gelindiğinde, gündemde
ülke için “birinci tehdit” olarak nitelenen irtica konusu vardır. Devletin
zirvesinde konu ilk kez Ağustos ve ardından Ocak ayında yapılan toplantılarda
Oramiral Erkaya tarafından dile getirilmiş ve MGK gündemine alınması isteminde
bulunulmuşsa da Cumhurbaşkanı Demirel, konuyu Şubat ayının gündemine almak
“zorunda” kalmıştır (Bölügiray, 1999).
Toplantıdan
bir gün önce (27 Şubat 1997), Hürriyet gazetesinin manşetinde “MGK’ya 24 saat
kala… Muhtıra” başlıklı haber vardır. Habere göre Cumhurbaşkanı Demirel,
Başbakan Erbakan’a “tarihi” bir mektup yazarak, rejim konusunda “son defa”
uyarmıştır. Mektubun bir sureti de Genelkurmay Başkanlığı’na gönderilmiştir.
Mektupta, “Eğer hükümet olarak bu tutumunuzda devam ederseniz, rejim tehlikeye
girer. Bunun da ne sonuçlar getireceği kestirilemez. Bugün ordu, üniversite ve
sokak rahatsızdır. Bu rahatsızlığı sürdürecek girişimlerden kaçının”
denilmektedir. Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, “Bu mektup sivil
muhtıradır” başlığıyla bir yazı yazar. Aynı gün Demirel ile görüşen Erbakan,
gazetecilerin soruları üzerine “bizzat Demirel’in bu mektubu tekzip ettiğini”
söyler. Erbakan (1997, 27 Şubat), “Böyle aslı astarı olmayan şeyler yazılmaz.
Bunlar halkın önünde mahcup olmakta ve değer kaybetmektedir. Bunların hepsi
uydurma sözlerdir. Kimse bunlara itibar etmesin. Böyle mektupmuş, yazıymış,
bunlara kulak asmayın. Atılımlara, hamlelere bakın.” diye konuşur. Ancak
Erbakan’ın “normal toplantılarımızdan biri” dediği 28 Şubat MGK toplantısının
yapıldığı gün, söz konusu mektubun tam metni gazetenin manşetinde yer alır
(Hürriyet, 28 Şubat 1997). Daha sonra Demirel, Özkök’e (1997, 3 Mart), söz
konusu mektubu 4 Şubat günü Erbakan’a gönderdiğini açıklar ([23]).
Öte yandan
Hürriyet’in “muhtıra” manşetinden dört gün önce, 23 Şubat günü Sabah
gazetesinde de “Muhtıra gibi” manşetinin olması dikkat çekicidir. Genelkurmay
İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir’in Washington’daki Türk Amerikan Konseyi’nin
balosunda yaptığı konuşma gazetede bu başlıkla haber yapılmıştır. Ancak Milli
Gazete, 28 Şubat günü Erbakan’ın mektupla ilgili “Hepsi yalan” sözlerine
manşetten yer verir. 28 Şubat günü gerçekleştirilen MGK toplantısı ise Hürriyet
gazetesinde, “Tarihi MGK” başlığıyla duyurulur.
28
Şubat MGK Toplantısı
28 Şubat
1997 günü Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel başkanlığında Çankaya Köşkü’nde
gerçekleştirilen MGK toplantısına Başbakan Necmettin Erbakan, Genelkurmay
Başkanı Orgeneral İ. Hakkı Karadayı, Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı
Tansu Çiller, Milli Savunma Bakanı Turhan Tayan, İçişleri Bakanı Meral Akşener,
Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hikmet Köksal, Deniz Kuvvetleri Komutanı
Oramiral Güven Erkaya, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Ahmet Çörekçi,
Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Teoman Koman ve MGK Genel Sekreteri Orgeneral
İlhan Kılıç katılır. Toplantıda, MİT Müsteşarı Sönmez Köksal, Dışişleri
Bakanlığı Müsteşarı Onur Öymen, Emniyet Genel Müdürü Alaattin Yüksel,
Olağanüstü Hal Bölge Valisi Necati Bilican ve Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri
Necdet Seçkinöz, Genelkurmay İstihbarat Başkanı Korgeneral Çetin Taner ile MGK
Genel Sekreter Başyardımcısı Korgeneral Necdet Timur da hazır bulunur (Akın,
2001).
Toplantı
gündemindeki “Türkiye’deki radikal dinci akımların rejime tesirleri” maddesi en
önemli konudur (Donat, 1999). İba’ya göre toplantıya askerler, BÇG’nin
hazırladığı bilgi, belge ve raporlarla; Erbakan ise MİT Müsteşarı Sönmez
Köksal’a hazırlattığı bir raporla gelir ([24]).
Askerlerin kurula sundukları raporda özetle şunların altı çizilir: (Bölügiray,
1999)
·
Demokratik, laik Türkiye Cumhuriyeti’ni düşman
ve hedef gören bu hareketlerin amacı, Türkiye’de şer’i hükümlerle yönetilen bir
İslam Devleti kurmaktır.
·
Kökten dinci hareketler bu amaca üç aşamada
ulaşmayı öngörmektedirler. Tebliğ, cemaat ve cihat. Hedefleri bu aşamalar
sonunda, halkın silahlı savaşıma katılmasını sağlamak suretiyle bir İslam
Devleti kurmaktır.
·
Tarikatlar, çıkarcı çevreler için kullanılan bir
kurum durumuna getirilmiştir.
·
Dini akımlar ise daha çağdaş bir örgütlenmeyi
benimseyerek dernek, vakıf, Kur’an Kursu, özel yurtlar, üniversiteye hazırlık
dershaneleri ve özel kolejlere önem vererek, bu sayede daha geniş kitlelere
hitap etme amacını gütmektedirler.
·
İslamcı terör örgütleri olarak Hizbullah, İBDA-C
(İslami Büyük Doğu Akıncıları Cephesi) sayılmakta, bu örgütler kimi kitapevleri
ve dergiler çerçevesinde örgütlenmektedirler.
·
Kimi demokratik kitle örgütleri dini akımlara
destek vermekte ve parasal kaynak sağlamaktadır.
Saat
15:10’da başlayan toplantı gece yarısına doğru biter. Sekiz saat 45 dakika
süren ve bugüne dek yapılmış en uzun toplantı olarak tarihe geçen 28 Şubat MGK
toplantısında alınan kararlar da en az sürenin uzunluğu kadar önemli ve
tarihidir (Akın, 2000).
Resmi Açıklama
Anadolu
Ajansı’nın daha öncekilerden uzun verdiği toplantı haberine göre MGK Genel
Sekreterliği’nden yapılan resmi açıklamada aynen şöyle denilmektedir: (1 Mart
1997)
“Kurulun
toplantısında, bölücü terörle mücadelede şimdiye kadar alınan tedbirler ve elde
edilen sonuçların genel bir değerlendirmesi yapılmış, bu mücadelenin
devletimizin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne gönülden inanmış, bu
inancı sonsuza dek sürdürmeye azimli halkımızın, basınımızın, devletin bütün
kurum ve kuruluşları ile milli iradenin sembolü olan yüce parlamentonun
destekleriyle çok olumlu bir noktaya ulaştığı müşahede edilmiştir. Elde edilen bu sonuçların bundan sonra
halkımızın huzur ve güvenliğine, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal yaşamına
olumlu olarak yansıması için bu konuda alınacak tedbirlerin bir plan dahilinde
süratle yürürlüğe konulması gerektiği hususunda görüş birliğine varılmıştır.
Alınacak olan bu tedbirlerin güvenlik içinde gerçekleştirilebilmesi bakımından,
halen 9 ilde devam etmekte olan Olağanüstü Hal uygulamasının 30 Mart 1997 tarihinden
itibaren 4 ay daha uzatılması uygun bulunmuş ve bu görüşün Bakanlar Kurulu’na
bildirilmesine karar verilmiştir.
Toplantıda
Kıbrıs sorunu ve Yunanistan ile ilişkilerle ilgili durum değerlendirmesi
yapılmış, bu konuda Türkiye’nin ve KKTC’nin hak ve menfaatlerini korumayı
amaçlayan siyasi, ekonomik ve askeri tedbirler uygun bulunarak, Bakanlar
Kurulu’na bildirilmesine karar verilmiştir.
·
Toplantıda
bilhassa Anayasa ile Atatürk milliyetçiliğine bağlı demokratik, laik, sosyal
hukuk devleti olarak belirlenen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı çağdışı
bir kisve altında zemin oluşturmaya yönelik rejim aleyhtarı faaliyetler de
gözden geçirilmiş,
·
Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını, Atatürk ilke
ve inkılapları doğrultusunda, çağdaş medeniyet yolunda, demokratik sistem
içerisinde ilerlemesini teminat altına alan Anayasa ve Cumhuriyet yasalarının
uygulanmasından asla taviz verilmemesi gerektiği,
·
Anayasa’nın tanımladığı Cumhuriyet’in
demokratik, laik ve sosyal hukuk devlet ilkelerinin sağlıklı bir şekilde
düzenlenmesine imkan sağlayacak güvenlik, huzur ve toplumsal barışın önem ve
öncelik taşıdığı,
·
Cumhuriyet ve rejim aleyhtarı yıkıcı ve bölücü
grupların laik ve anti-laik ayrımı ile demokratik ve sosyal hukuk devletini
güçsüzleştirmeye yeltendikleri,
·
Türkiye’de laikliğin sadece rejimin değil aynı
zamanda demokrasinin ve toplumun huzurunun da teminatı ve bir yaşam tarzı
olduğu,
·
Devletin yapısal özünü oluşturan sosyal hukuk
devleti ve adalet ilkeleri anlayışından vazgeçilmeyeceği, yasalarla belirlenmiş
kuralların göz ardı edilerek yapılan çağdışı uygulamaların da hukukun üstünlüğü
ilkesiyle bağdaşmayacağı,
·
Türkiye’nin 1997 yılı içinde AB’ye tam üye
olacak ülkeler listesine girmeyi öncelikli bir hedef alarak sürdürdüğü, böyle
bir dönemde resmi ve sivil kurum ve kuruluşların bu sürece katkıda bulunmasının
gerekli olduğu, bu sebeple demokrasimiz hakkında kuşkulara yol açacak,
Türkiye’nin yurtdışındaki imajını ve itibarını zedeleyecek, her türlü
spekülasyona son vermek gerektiğini, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik, demokratik, insan
haklarına saygılı, sosyal bir hukuk devleti olduğu yolundaki temel ilkelerin
Anayasamızın ve devletimizin teminatı altında olduğu, rejimin, kendisine ve
geleceğine yönelik tartışmaların, içinde bulunduğumuz ortamda Türkiye’ye
yarardan çok zarar verdiği,
·
Açıklanan bu esaslar aksine davranışların,
toplumumuzda huzur ve güveni bozarak yeni gerginliklere ve yaptırımlara neden
olacağı değerlendirilmiş,
·
Bu konularda alınacak ve alınması gereken
tedbirlerin Bakanlar Kurulu’na bildirilmesine karar verilmiştir.”
Resmi
açıklamanın “yumuşak” diline karşın toplantıda açıkça hükümet ortaklarına,
başbakana ve partisine yönelik “sert” eleştiriler yapılır (Donat, 1999;
Bölügiray, 1999; Akel, 1998; Ergin, 1997). Askerler Başbakanın, bakanların,
milletvekillerinin, belediye başkanlarının “sabah akşam dini siyasete alet
ettiklerini” belgeleriyle ifade ederler. Toplantıda MİT, “Radikal Dinci
Örgütlerin Rejime Karşı Etkileri” başlıklı bir rapor sunar. Askeri istihbarat
ise “İrticai Faaliyetler” başlıklı bir sunuşla doğrudan RP’yi hedef alır.
İslamcı örgütlerin ülkeyi ve rejimi tehdit eder boyutta olduğu vurgulanır.
MGK’nın tavsiye niteliğindeki kararları, toplantından 18 maddelik bir
“Tedbirler Paketi” halinde çıkar (Donat, 1999).
Daha sonra
toplantıda yaşananları aktaran Ergin (1997; Hürriyet, 26 Ağustos 1997),
Erbakan’ın hazırlanan bildiri metnine itiraz ettiğini kaydeder. Erbakan şunları
söyler:
“Bu
önlemlerin bir bölümü bizim tabanımızda rahatsızlık yaratan hususlardır.
Bunların tek tek dökümlü bir şekilde verilmesi bizi müşkül durumda bırakabilir.
Bunları detaylı bir şekilde vermeyelim, genel ifadelerde yetinelim. Biz burada
gereken mesajı aldık. Bu samimi toplantıdan dolayı teşekkür ederim. Bizim
rahatsız olduğumuz husus, Türkiye’de laikliğin din düşmanlığı şeklinde anlaşılmasıdır.
Metinde buna da hassasiyet gösterilmesi gerekir”.
Bu sözler
üzerine Demirel, “Düşünülen bazı önlemler gerçekçi ve pratik olmayabilir.
Ayrıca mülahaza edilen bazı şeylerin metne bu kadar açık bir şekilde konması da
doğru olmaz” diyerek, o gece toplantıdan kuvvetli ve bağlayıcı bir kararlar
dizesi çıkartmak isteyen komutanlarla, karar önerilerine itiraz eden Başbakan
Erbakan arasında bir denge rolü oynar (Ergin, 1997).
Demirel, iki
öneriye müdahalede bulunur (Ergin, 1997). Demirel’in doğrudan müdahale ettiği
bölümlerden biri, TCK’nin “şeriat suçlarını” düzenleyen 163’üncü maddesinin
yeniden gündeme getirilmesini öngören paragraftır. İkincisi ise, “İhtiyaç
fazlası olan İmam Hatip Okulları kapatılmalı ve teknik okullara
dönüştürülmelidir” şeklindeki öneridir. Bu iki öneri, Demirel’in “ağırlığını
koymasıyla” metinden çıkarılır (Ergin, 1997).
Açıklanan
bildirinin sonunda “tavsiye edilir” kelimelerinin yerine “yaptırım” kelimesinin
kullanılması ise “muhtıra” ya da “darbe” yorumlarına neden olur (Bölügiray,
1999; Akel, 1998).
Tedbirler
Paketi
İki maddesi
çıkarılan 18 maddelik tedbirler paketindeki en önemli maddelerden biri
hükümetin toplantıdan sonra direneceği sekiz yıllık zorunlu kesintisiz temel
eğitim konusudur. Erbakan’ın sessiz direnişine karşın, “evet” dediği ve
hükümete “tavsiye edilen”, MGK’nın 28 Şubat tarihli ve 406 sayılı kararına Ek
olarak sunulan 18 maddelik “Rejim aleyhtarı irticai faaliyetlere karşı alınması
gereken tedbirler” şunlardır: (Çiçek, 1997; Akpınar, 2001; Orakoğlu, 2003)
1.
Anayasamızda Cumhuriyetin temel nitelikleri
arasında yer alan ve yine Anayasa’nın 4’üncü maddesi ile teminat altına alınan
laiklik ilkesi büyük bir titizlik ve hassasiyetle korunmalı, bunun korunması
için mevcut yasalar hiçbir ayrım gözetmeksizin uygulanmalı, mevcut yasalar
uygulamada yetersiz görülüyorsa yeni düzenlemeler yapılmalıdır.
2.
Tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf ve
okullar devletin yetkili organlarınca denetim altına alınarak Tevhidi Tedrisat
Kanunu gereği Milli Eğitim Bakanlığı’na devri sağlanmalıdır.
3.
Genç nesillerin körpe dimağlarının öncelikle
Cumhuriyet, Atatürk, Vatan ve Millet sevgisi, Türk milletini çağdaş uygarlık
düzeyine çıkarma ülkü ve amacı doğrultusunda bilinçlendirilmesi ve çeşitli
mihrakların etkisinden korunması bakımından:
a.
Sekiz yıllık kesintisi eğitim, tüm yurtta
uygulanmaya konulmalı
b.
Temel eğitimi almış çocukların, ailelerinin
isteğine bağlı olarak, devam edebileceği Kuran Kursları’nın Milli Eğitim
Bakanlığı sorumluluğu ve kontrolünde faaliyet göstermeleri için gerekli idari ve
yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
4.
Cumhuriyet rejimine ve Atatürk ilke ve
inkılaplarına sadık aydın din adamları yetiştirmekle yükümlü Milli Eğitim
kuruluşlarımız, Tevhidi Tedrisat Kanunu’nun özüne uygun ihtiyaç düzeyinde
tutulmalıdır.
5.
Yurdun çeşitli yerlerinde yapılan dini tesisler
belli çevrelere mesaj vermek amacıyla gündemde tutularak siyasi istismar konusu
yapılmamalı, bu tesislere ihtiyaç varsa bunlar Diyanet İşleri Başkanlığı’nca
incelenerek mahalli yönetimler ve ilgili makamlar arasına koordine edilerek
gerçekleştirilmelidir.
6.
677 sayılı yasa ile men edilmiş tarikatların ve
bu konuda belirtilen tüm unsurların faaliyetlerine son verilmeli, toplumun
demokratik, siyasi ve sosyal hukuk düzeninin zedelenmesi önlenmelidir.
7.
İrticai faaliyetleri nedeniyle Yüksek Askeri
Şura kararları ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nden (TSK) ilişkileri kesilen
personel konusu istismar edilerek TSK’ni dine karşıymış gibi göstermeye çalışan
bazı medya gruplarının silahlı kuvvetler ve mensupları aleyhindeki yayınları
kontrol altına alınmalıdır.
8.
İrticai faaliyetleri, disiplinsizlikleri veya
yasa dışı örgütlerle irtibatları nedeniyle TSK’nden ilişkileri kesilen
personelin diğer kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam ile teşvik unsuruna
imkan verilmemelidir.
9.
TSK’ne aşırı dinci kesimden sızmaları önlemek
için mevcut mevzuat çerçevesinde alınan tedbirler; diğer kamu kurum ve
kuruluşları, özellikle üniversite ve diğer eğitim kurumları ile bürokrasinin
her kademesinde ve yargı kuruluşlarında da uygulanmalıdır.
10.
Ülkemizi çağdışı bir rejimden ve din
istismarının sebep olabileceği muhtemel bir çatışmadan korumak için İran İslam
Cumhuriyeti’nin ülkemizdeki rejim aleyhtarı faaliyet, tutum ve davranışlarına
mani olunmalı, bu maksatla İran’a karşı komşuluk münasebetlerimizi ve ekonomik
ilişkilerimizi bozmayacak, fakat yıkıcı ve zararlı faaliyetlerini önleyecek bir
tedbirler paketi hazırlanmalı ve yürürlüğe konulmalıdır.
11.
Aşırı dinci kesimin Türkiye’de mezhep
ayrılıklarını körüklemek suretiyle toplumda kutuplaşmalara neden olacak ve
dolayısıyla milletimizin düşmanca kamplara ayrılmasına yol açacak çok tehlikeli
faaliyetler yasal ve idari yollarla mutlaka önlenmelidir.
12.
T.C. Anayasası, Siyasi Partiler Yasası, Türk
Ceza Yasasına ve bilhassa belediyeler yasasına aykırı olarak sergilenen
olayların sorumluları hakkında gerekli yasal ve idari işlemler kısa zamanda
sonuçlandırılmalı ve bu tür olayların tekrarlanmaması için her kademede kesin
önlemler alınmalıdır.
13.
Kıyafetle ilgili kanuna aykırı olarak ortaya
çıkan ve Türkiye’yi çağdışı bir görünüme yöneltecek uygulamalara mani olunmalı,
bu konudaki kanun ve Anayasa Mahkemesi kararları taviz verilmeden öncelikle ve
özellikle kamu kurum ve kuruluşlarında titizlikle uygulanmalıdır.
14.
Çeşitli nedenlerle verilen, kısa ve uzun namlulu
silahlara ait ruhsat işlemleri polis ve jandarma bölgeleri esas alınarak
yeniden düzenlenmeli, bu konuda kısıtlamalar getirilmeli, özellikle pompalı
tüfeklere olan talep dikkatle değerlendirilmelidir.
15.
Kurban derilerinin, mali kaynak sağlamayı
amaçlayan ve denetimden uzak rejim aleyhtarı örgüt ve kuruluşlar tarafından
toplanmasına mani olunmalı, kanunla verilmiş yetki dışında kurban derisi
toplattırılmamalıdır.
16.
Özel üniforma giydirilmiş korumalar ve buna
neden olan sorumlular hakkında yasal işlemler ivedilikle sonuçlandırılmalı ve
bu tür yasa dışı uygulamaların ulaşabileceği vahim boyutlar dikkate alınarak,
yasa ile öngörülmemiş bütün özel korumalar kaldırılmalıdır.
17.
Ülke sorunlarının çözümünü “Millet Kavramı
Yerine Ümmet Kavramı” bazında ele alınarak sonuçlandırmayı amaçlayan ve bölücü
terör örgütüne de aynı bazda yaklaşarak onları cesaretlendiren girişimler yasal
ve idari yollardan önlenmelidir.
18.
Büyük kurtarıcı Atatürk’e karşı yapılan
saygısızlık ve Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkında 5816 sayılı kanunun
istismar edilmesine fırsat verilmemelidir.
Toplantıda
ayrıca alınan kararların uygulanıp uygulanmadığının denetimi için, MGK
bünyesinde bir birimin oluşturulmasına karar verilmiş, bu birimin
çalışmalarının MGK Genel Sekreterliği tarafından koordine edilmesi üzerinde
anlaşılmıştır (İba, 1999).
Toplantının
gece yarısına kadar uzaması nedeniyle bildiri metni ve kararlar üzerinde
yapılan rötuşlardan sonra imzalanacak olan metnin son şeklinin, ertesi gün MGK
Genel Sekreteri İlhan Kılıç tarafından kurul üyelerine dolaştırılarak
imzalanması kararlaştırılır (Akpınar, 2001). Ancak ertesi gün beklenmeyen
sürpriz bir gelişme yaşanır.
İmza
Krizi
Toplantıda
sesini çıkarmamış olsa da Erbakan; İba’ya (1999) göre, daha sonra alınan
kararların kendisini köşeye sıkıştırdığının farkına varır. RP’nin dayandığı
ideolojik ve siyasal zeminin yok edilmesi anlamına gelen kararların
uygulanmasında sorunlar çıkacaktır. Bu nedenlerle Erbakan çeşitli çıkış yolları
için arayışlara başlar. Öncelikle partililerine kararları anlatma zorluğu
yaşayan Erbakan, partisinin genel merkezinde 1 Mart günü MGK toplantısını
değerlendirirken, “Bütün konularda tam bir fikir ve görüş birliği içinde
olduğumuzu gördük” diye konuşur (Akpınar, 2001). Ertesi gün ise Genelkurmay
Başkanlığı, “Türk Silahlı Kuvvetleri, Atatürk’ün kurduğu laik cumhuriyete ve
onun temel ilkelerinin hayata geçirilmesine inananlar ve buna gönül verenlerle
uyum içindedir. Bunların dışında kimse ile uyum içinde değildir” açıklamasında
bulunur (Hürriyet, 3 Mart 1997).
Hükümet
ortağı Çiller’e kararların yumuşatılması önerisini getiren Erbakan, umduğu
yanıtı alamaz. Ortağı adına MGK Genel Sekreteri Orgeneral Kılıç’la görüşen
Çiller, kararların toplantıda kabul edildiğini ve kabul edildiği şekliyle
imzalanacağı yanıtını Erbakan’a iletir. Bu kez “demokratik sisteme destek” adı
altında muhalefet liderleri ile görüşen Erbakan, “Ya kararları imzala, ya da
istifa et” yanıtı ile karşılaşır (Hürriyet, 4 Mart 1997). Açıklamalarında suni
krizler yaratıldığını savunan Erbakan, krizin söz konusu olmadığını söyler
(Milli Gazete, 6 Mart 1997). “Madem ki hakimiyet kayıtsız şartsız milletin,
öyleyse bundan sonra milletin dediği olacak” diyen Erbakan, “demokrasiye kim
bağlı, kim değil, açığa çıktığını” vurgular (Milli Gazete, 8 Mart 1997). MGK’ya
karşı bir “siyasal platform” oluşturma çabasına giren Erbakan, “Yasaları TBMM
yapar. MGK ‘şu yasaları yapın’ diye ne Meclis’e, ne de hükümete bir telkinde
bulunamaz” diye açıklamada bulunur ve “bazı ifadelerin çok sert olduğu”
gerekçesiyle kararları imzalamakta direnir (İba, 1999; Akel, 1998).
Demirel
(1997, 3 Mart) ise bu arada, “Kararlar çoğunlukla alınmadığından, eksik imza
olması kararları etkilemez. Ayrıca muhalefet şerhi de konulabilir. Ben sayın
Başbakan’ın imzasını esirgeyeceğini sanmıyorum” diye konuşur.
Türkiye
Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir Başbakan’ın MGK kararlarını imzalamaktan
kaçınması diye tanımlanan kriz, hükümet ortağı Çiller’in “MGK kararlarını
tartışmaya açma” önerisiyle yeni bir boyut kazanır. Çiller şu teklifte bulunur:
(Akpınar, 2001)
“Partimdeki
milletvekillerini dizginleyemiyorum. Ordu ve medya baskısı altında bu
kararların imzalanmasından başka bir seçenek de yok. Başka türlü bu hükümeti
taşıyamayız. Ama siz bu kararları imzalayın daha sonra Meclis’e getirelim… Her
şeyin sahibi olan Meclis’te bir genel görüşme açılsın ve bunların gereği
Meclis’te her şekilde tartışılsın. Çünkü her şeyin üst makamı Meclis’tir.”
Erbakan’ı
rahatlatan bu açıklamalar üzerine imzalar tamamlanır (Hürriyet, 6 Mart 1997).
Ancak yasal olarak gizli olan MGK kararları başta ordu olmak üzere demokratik
kitle örgütleri ile medyanın da baskısı sonucu TBMM’ye getirilemez (Akpınar,
2001). Çiller’in sözünü tutamamasının ardında partisinden gelen tepkilerin de
önemli bir rolü olduğu kaydedilir (İba, 1999). Ancak Meclis Başkanı Kalemli
(2002), MGK kararlarının Meclis’e taşınmasına kendisinin “şiddetle ve anında”
karşı çıktığını belirtir. Kalemli, “Anayasa hükümlerinin açık olduğunu, MGK
kararlarının hükümeti ilgilendirmediğini ifadeyle, eğer bu kararları Meclis’e
taşırsanız işte o zaman yeni bir 12 Mart olayı olur; buna asla müsaade etmem”
demecini verdiğini ve bu şekilde “oyunu bozduğunu” ifade eder.
Öte yandan
Milli Gazete, 28 Şubat MGK toplantısı sonrasında yüksek tirajlı gazetelere
yansıyan haberlere gündeminde yer vermez. 1 Mart günü gazetenin manşeti, “Hizmete
kimse engel olamaz” şeklindedir. 3 Mart günü de gazete, Erbakan’ın “MGK ile
ilgili yayınlanan haberlerin yüzde 90’ının yalan olduğu” sözlerini “Yalanı
bırakın” manşet haberiyle okurlarına iletir. 9 Mart günü “Genelkurmay’dan
açıklama” başlığıyla, “Rantiyenin darbe çığırtkanlığı Ordu’yu rahatsız etti”
haberi yayınlanır. Gazetenin ilk sayfasında yer alan Genelkurmay açıklamasında,
MGK toplantısından sonra TSK’yı hedef alan bazı beyan, yorum ve açıklamalar
yapıldığına dikkat çekilerek, “Türk Silahlı Kuvvetleri’ni siyasi polemiklere
konu etmek veya şu veya bu şekilde Silahlı Kuvvetleri siyasetin içindeymiş gibi
göstermek üzüntü vericidir” denir.
MGK’nın 28
Şubat’ta gerçekleştirilen toplantısı bir anlamda komutanların irtica tehlikesine
ve bu tehlikenin bir numaralı temsilcisi olarak karşılarında duran iktidar
partisi RP’ye karşı başlattıkları mücadelenin açık bir dille ifadesidir.
Komutanlar ne isteyip istemediklerini hükümete en etkili biçimde ifade
etmişlerdir. 28 Şubat sonrasında artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
Silahsız
Kuvvetler Harekatı
Kararların
imzalanmasının ardından “her MGK kararı uygulanmaz” sözleriyle gündeme gelen
Başbakan Erbakan, “MGK her şeyi konuşabilir. Ama MGK ve ben de dahil hiç kimse
‘şu söyle yapılacak’ diye bir dayatmada bulunamaz… Orada birtakım şeylerin
konuşulması, orada her şeyin aynı şekilde kabul edildiği anlamına gelmez” diye
konuşur (Hürriyet, 8 Mart 1997). Erbakan, MGK bildirisine beş gün boyunca imza
koymayıp, sonunda direnişinden vazgeçmesinin gerekçesini ise “MGK bildirisini
kahraman ordumuza halel gelmesin, millet yanlış değerlendirmesin diye geç
imzaladım” diye açıklar (Hürriyet, 8 Mart 1997).
Hürriyet
gazetesi (9 Mart 1997), MGK kararları için RP’li bakanlar Fehim Adak ve Şevket
Kazan ile DYP’li Nevzat Ercan’dan oluşan bir “uygulama komitesi” kurularak,
gerçekleşmesi istenen 18 maddeden hangilerinin nasıl uygulanacağı konusunda
hazırlık yapılacağını ve sonra da bu konunun Bakanlar Kurulu’nda görüşüleceğini
duyurur.
Aynı günlerde
Genelkurmay’ın hükümeti “silahsız kuvvetlerle” işbaşından uzaklaştırma
girişimleri çağrısına ilk ses verenler; işçi kesimi temsilcileri TÜRK-İŞ Genel
Başkanı Bayram Meral ve DİSK Genel Başkanı Rıdvan Budak ile esnaf ve sanatkar
kesimin temsilcisi TESK Başkanı Derviş Günday olur. Cumhuriyet tarihinde ilk
kez sendikalar, çıkar birliği yerine “siyasal bir amaç için” aynı platformda
buluşur (Akpınar, 2001). Sendikalar, 6 Mart’ta tüm milletvekillerine laiklik ve
cumhuriyet adına ettikleri yemine sadık kalmalarını isteyen bir mektup
gönderir. Mektupta, milletvekillerine şöyle denir: (Akpınar, 2001)
“Bizler,
sizleri seçen, demokrasiye gönülden bağlı, demokratik, laik ve sosyal hukuk
devleti ilkelerinden ödün vermeyen, Yüce Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin
çalışan ve üreten halkının sesiyiz. Cumhuriyet tarihinde ilk kez bu amaçlar
doğrultusunda bir araya geldik. Sizlerden beklentimiz, ülkeyi bugünlere getiren
lider baskıları, parti disiplini, dar çerçevelerde alınan; halkın ve ülkenin
beklentilerine ters düşen kararları aşabilecek bir anlayış içerisine
girebilmeniz, ulusumuz ve ülkemiz için yaşamsal önemi olan konularda, parti
farkı gözetmeden bir araya gelmeniz ve iş birliği yapabilmenizdir.
Belki
içinize sindiremediğiniz, hatta nedenlerini aile bireylerine bile
anlatamadığınız haklı gerekçeleriniz olabilir. Bütün bunlara karşın ülkemizin
içinde bulunduğu zor koşullarda, vicdanen almanız gereken özgür kararlar
oluğuna inanıyoruz. Gün, özgür milletvekili olma günüdür. Halkın vekilleri
olarak, Türkiye Cumhuriyeti ve güzel yurdumuz için gereğini yerine
getireceğinize ve yüce ulusumuzun huzurunda TBMM’de ettiğiniz yemine sadık
kalacağınıza yürekten inanıyoruz.”
“Ne şeriat,
ne darbe; yaşasın laik demokratik cumhuriyet” sloganı ile yola çıkan demokratik
kitle örgütlerine daha sonra Atatürkçü Düşünce Derneği ve Türk Tabipler Birliği
de destek verir. Grup ardından siyasi parti liderleri ile görüşmelere başlar.
Çiller’in görüşme sonrasındaki yanıtı, “Bu ülkede laikliğin ve demokratik
Cumhuriyet’in teminatı benim, Doğru Yol Partisi’dir” şeklindedir. İlerleyen
günlerde Türkiye’deki merkez sağ siyasetin sosyoekonomik temelini oluşturan
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) de hükümetin işbaşından
uzaklaştırılması için verilen “sivil mücadele”ye katılma kararı alır (Akpınar,
2001).
“Oyalama
Taktiği”
Ordu ile
arasındaki gerilimi yumuşatma çabasındaki Erbakan, “suni gündemlerle lüzumsuz
gerginliğe gerek yok” derken; ilerleyen günlerde “Temiz Toplum” eylemleri,
Susurluk skandalı, tarikat şeyhlerinin seks skandalları ve ardından RP’li
milletvekillerinin hac ziyareti gündemin geniş yankı bulan önemli başlıklarını
oluşturur. Darbe söylentileri için de Erbakan’ın (1997, 3 Mart) yanıtı
değişmez: “Bunlar Türkiye’nin suni gündemidir”. “Türkiye’de hükümet, TBMM’de
kurulur, MGK’da kurulmaz” diyen Erbakan, “Medya’nın bu davranışı MGK’da kuvvet
komutanları tarafından da kınandı. Medya öyle bir hava meydana getirmek istiyor
ki, sanki bütün hükümetler, MGK’da kuruluyor veya bozuluyor. MGK üyelerinin
hepsi medyanın böyle davranışını kınamışlardır. Bunlar bir kısım medyanın
yanlış davranışıdır” sözleriyle medyayı eleştirir. AA’nın haberine göre Erbakan
(1997, 3 Mart), “basın mensuplarının yönelttiği soruların büyük bölümünün huzur
ve barışın teminine yönelik olmayıp, gazete ve televizyon patronlarını memnun
edecek mahiyette bulunduğunu” söylemektedir.
İddiaya
göre, Erbakan’ın “oyalama taktiği” komutanların dikkatinden kaçmaz (İba, 1999;
Bölügiray, 2000). MGK toplantısı öncesinde bir araya gelen komutanlar,
“anti-irtica” kararlarının uygulanmasında sorunlar yaşandığı noktasında görüş
birliğine varırlar. 18 maddelik kararların her biri için ayrı birer dosya
hazırlanmaya başlanır (İba, 1999). Sabah gazetesinde (12 Mart 1997) yayınlanan
“dört yıldızlı yorum” ise MGK kararları uygulanmazsa hükümetin meşruiyetini
kaybedeceğini söyler. Gazete izleyen günlerde, “Çiller’in koltuk hırsı yüzünden
Refah’la Türkiye Cumhuriyet tarihinin en gergin günlerinin yaşandığını” yazar.
Gazete, “tarihi görev sizi bekliyor” diyerek milletvekillerini istifaya çağırır.
Aynı
günlerde RP’liler ise MGK’nın temel eğitimin sekiz yıla çıkarılmasıyla ilgili
kararını kabul etmeyeceğini açıklar (Milli Gazete, 13 Mart 1997). Bakanlar
Kurulu, MGK kararlarını görüşür (Hürriyet, 13 Mart 1997). Kararların kısa, orta
ve uzun vadede uygulanması kararı alınır (Hürriyet, 14 Mart 1997). Erbakan,
“Bunların çoğu yürürlükteki yasaların uygulatılmasıdır. Kimse tereddüt etmesin,
bu kararların hepsi uygulanacak” açıklamasıyla dikkati çeker (Akel, 1998). 24
Mart günü Cumhurbaşkanı Demirel’in şu açıklaması gelir: “MGK karar almış,
hükümet uygulanacak demiş, bundan sonrası için diyeceğim bir şey olmaz.”
Genelkurmay Başkanı Karadayı ise ertesi gün, MGK’nın anayasal bir kurum
olduğunu belirterek, “Burada alınan kararlar, herkesin riayet etmesi gereken
kararlardır” şeklinde konuşur. Aynı gün Milli Eğitim Bakanlığı, sekiz yıllık
eğitime “bu yıl geçilebileceğini” duyurur (Akel, 1998).
RP’li Hasan
Hüseyin Ceylan ise, Çanakkale Şehitlerini anma gecesinde yapılan “cihat
çağrısı” ile gündeme gelir (Hürriyet, 20 Mart 1997). Gecede konuşan Ceylan
şunları söylemiştir: (Hürriyet , 20 Mart 1997)
“Çanakkale
Savaşı’nda şehit düşen 400 bin kişinin, 200 bini medrese öğrencisidir. Birçoğu,
Bediüzzaman’ın öğrencisidir. Bugün o şehitlerin yerini İmam Hatipler aldı.
Bugün kapatılsın deniyor. Ancak bunları kapatmaya kimsenin gücü yetmez.”
Ceylan’ın
sözlerine karşılık aynı gün Çiller ise MGK kararlarının uygulanacağını
yenilerken, “Kimsenin bu savsaklaması söz konusu olamaz. Ciddiyetle ele
alıyoruz ve hepsinin üzerine gideceğiz” diye kaydeder (Hürriyet, 20 Mart 1997).
Milli
Gazete’nin gündeminde de hükümete yönelik eleştirilere verilen yanıtlar vardır
(14-16 Mart 1997). Gazete ayrıca gazeteci Nazlı Ilıcak’ın “Laikliğin tarifi
yapılmalı” sözlerini gündeme getirir (16 Mart 1997).
Öte yandan
RP, MGK kararlarının altındaki Erbakan’ın imzasını tartışmaya açar. Partinin
Meclis Grup Başkanvekili Oğuzhan Asiltürk, “MGK kararları oy verenleri bağlar,
oy vermeyenleri bağlamaz” açıklamasında bulunur (Hürriyet, 27 Mart 1997).
“Bakanlar Kurulu hiçbir yerden emir alarak çalışmaz” diyen Asiltürk, “Başbakan
karara değil, prosedüre imza attı” diye konuşur. Karaların Erbakan’ı ve
Bakanlar Kurulu’nu bağlamadığını savunan Asiltürk, bir kısım medyanın ‘irtica
ile mücadele edilecekse imam hatipler kapatılsın’ şeklinde bir yaklaşım içinde
bulunduğunu ifade ederek, “Gericilikle mücadele edilecekse devlet okullarında
dini daha fazla öğreterek bu mücadelede başarılı olabiliriz” diye konuşur.
Asiltürk, 28 Şubat Kararları’nda tanımlanan sekiz yıllık zorunlu kesintisiz
eğitim uygulaması konusunda da partisinin “beş + üç” formülünün benimsediğini
söyleyerek, “Eğitimin sekiz yıl kesintisiz olmasını istemek, Türkiye’nin
Tanzanya ile beraber olması için çalışmak anlamındadır” yorumunda bulunur. RP, temel
eğitimin sekiz yıla çıkarılmasını ancak imam hatipleri de kapsayan orta
okulların kapatılmamasını istemektedir.
Sekiz yıllık
eğitimin “uygulanamayacağı” hakkında MGK’yı ikna edecek bir rapor hazırlatan
Başbakan Erbakan, ortağı DYP’den de buna destek geldiğini açıklar. Hürriyet
gazetesi (25 Mart 1997) bu açıklamayı MGK kararlarına yönelik “ilk fire”
yorumuyla ve “MGK’ya iade” başlığıyla manşetten duyurur. DYP içinden ise
“hükümetten çekilelim” sesleri yükselir. Gündemde geniş tabanlı bir hükümet kurulması
tartışmaları vardır (Hürriyet, 31 Mart 1997).
31 Mart günü
gerçekleştirilen MGK toplantısında, hükümete zaman tanınması ve “bekle-gör”
taktiğinin uygulanması nedeniyle 28 Şubat Kararları gündeme getirilmez
(Bölügiray, 2000; Akpınar, 2001). Hükümet üyeleri MGK’nın sakin geçmesinden
duydukları memnuniyeti medya mensupları ile paylaşır. Ancak çok geçmeden, 2
Nisan günü, hükümetin kararları uygulamada gösterdiği tereddüt karşısında
Genelkurmay bir açıklama yapar. Hükümetin “oyalama taktiği” izlediğini ve
giderek sabrın taştığını ifade eden bu açıklamanın ardından ertesi gün,
parlamentoda çeşitli partilere mensup 51 milletvekili, Milli Mutabakat Hükümeti
kurulması için partilere çağrıda bulunur (İba, 1999).
Toplantı
sonrasında hükümetin gündeminde Emniyet Genel Müdürlüğü ataması ve “gece yarısı
operasyonu” vardır (Hürriyet, 2-5 Nisan 1997). 1 Nisan günü görevinden alınan
Emniyet Müdürü Alaattin Yüksel’in yerine Hakkari Valisi Kemal Çelik vekaleten
getirilir. Ancak Yüksel, “görevimin başındayım” diyerek direnir. Cumhurbaşkanı
Demirel de Yüksel’in görevden alınma şeklini tepkiyle karşılayarak kararnameyi
imzalamaz. 4 Nisan günü ise Emniyet Genel Müdürlüğü’nün makam odasının kapısı
İçişleri Bakanı Akşener tarafından saat 03:00’da iddiaya göre “kırdırılarak” açtırır
ve Çelik makama oturtturulur. Ancak izleyen günlerde Ankara Beşinci İdare
Mahkemesi, Yüksel’in açtığı dava üzerine yürütmeyi durdurma kararı alır. Yüksel
ile İçişleri Bakanlığı arasındaki mücadele daha uzun süre devam eder (Orakoğlu,
2003).
Bu arada
TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Başkanı RP’li Mehmet Elkatmış, 300 sayfalık
raporu kamuoyuna açıklar (Milli Gazete, 5 Nisan 1997). Geçirdiği kalp krizi
sonucu 4 Nisan günü vefat eden MHP lideri Alparslan Türkeş için 8 Nisan’da
Ankara’da geniş katılımlı bir cenaze töreni düzenlenir (Hürriyet, 9 Nisan
1997). Aynı gün Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, kurban derisi toplama tekelinin ve
yetkisinin Türk Hava Kurumu’na (THK) ait olduğu kararını açıklar. Hükümet
ortakları arasında kurban derisi konusu tartışmalara neden olur. İçişleri
Bakanı genelge yayınlayarak kurban derilerini sadece THK’nın toplayacağını
bildirirken, RP’li Devlet Bakanı Abdullah Gül, “Herkesin kurbanı kendisinin
mülkündedir. Herkes ne isterse ona karar verir” açıklamasını yapar (Akel,
1998). 11 Nisan günü ise Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu’nun kararı
gelir. Kurul, Adalet Bakanı’nın başörtülü avukata izin veren genelgesine
karşılık, bu avukatların duruşmaya giremeyeceklerine karar verir (Akel, 1998).
Öte yandan
Genelkurmay Başkanlığı MGK toplantısının ardından üç gün süreyle çeşitli kitle
örgütlerine, meslek kuruluşları temsilcilerine ve gazetecilere brifingler
verileceğini duyurur. Brifingin gerekçesinde şöyle denilir: (İba, 1999)
“Türk
Silahlı Kuvvetleri, yapısı gereği kamuoyu ile sürekli iç içe olan bir kurum
değildir. Ancak yapılan kimi çalışmalar hakkında da kamuoyunun bilgisi olması
gereklidir. TSK demokrasiye saygılıdır. Demokrasinin ilkelerinin ödünsüz
korunmasından yanadır. Toplumun çok önemli bir kesiminin de bu konuda herhangi
bir şüphesi yoktur. Ancak TSK’nın bu konudaki kararlılığının tüm kesimlerce
bilinmesi gereklidir.”
Silahlı
Kuvvetler’in silahsız kuvvetler olan demokratik kitle örgütleri, medya
yöneticileri ve yazarlarına Ankara ve İstanbul’da brifingler vermesi tarihte
bir başka ilktir. Konu başlıkları “Ege ve Türk Yunan Sorunları” ile “PKK ve
Terörizm” olan brifinglerde, ilk kez dağınık durumdaki “silahsız kuvvetler
cephesi” bir araya getirilir (İba, 1999; Akpınar, 2001). Bölügiray (2000), adı
“Siyasal İslamın Yayılması” olan bu brifinge, “bizzat irticanın kaynağı ve
destekçisi olduğu için İslamcı medyanın” çağrılmadığını savunur.
Gelişmeler
çerçevesinde hükümet ortağı DYP’de ilk kez “hükümetten çekilelim” sesleri 10
Nisan’da toplanan Genel İdare Kurulu’nda dile getirilir (Hürriyet, 11 Nisan
1997). Artan parti içi muhalefetin de baskısıyla Çiller, Erbakan’a karşı daha
dik başlı bir politika izlemeye başlar (Akpınar, 2001). Ancak 14 Nisan’da il
başkanlarını İstanbul’da buluşturan Çiller’in hükümetin devamı yönündeki isteği
doğrultusunda bir sonuç bildirgesi açıklanır. Bildirgede MGK, “Anayasal statüsü
bulunan güç odağı” olarak tanımlanır. Diğer yandan, toplantıya il başkanlarının
yarıya yakınının katılmamış olması ile birlikte görüş ayrılıkları nedeniyle
açıklanan bildirgede il başkanlarının imzası yer almaz (Akpınar, 2001).
“B
Planı”
Olup
bitenleri ciddiye almayan Başbakan Erbakan 14 Nisan’da Kurban Bayramı’nı da
geçirmek üzere ailesi, torunları, torunlarının bakıcıları, ev hizmetlileri ve
eşleri, koruma ve özel kalem müdürleriyle birlikte yaklaşık 25 kişilik bir
kafileyle hayatında 25’inci kez hacı olmak üzere Suudi Arabistan’a Hac’ca
gider. Cumhuriyet tarihinde bir ilke daha imza atan hac kafilesinde 5 bakan, 53 milletvekili ve
64 bürokrat yer alır. Hacı milletvekilleri arasında RP'liler birinci
sıradadır. Kafilede, DYP ve DSP'den dörder, ANAP'tan beş, BBP'den de bir
milletvekili vardır. (Milliyet, 13 Nisan 1997; Hürriyet, 13 Nisan 1997).
Aynı gün
gündemin bir başka tartışma konusunu, Çiller’in “B Planı” oluştur (Türenç,
1997). İddiaya göre kendisi başbakan olunca askerlerin “susacağını” düşünen
Çiller’in “vuruşarak çekilme” adını verdiği plan, bir kararname çıkarılarak üst
düzey komutanların emekli edilmesini konu almaktadır (Bölügiray, 1999). Medyada
ve siyasi çevrelerde geniş yankı bulan planı komutanların ciddiye almadığı
kaydedilirken, DYP de böyle bir planın olmadığı ve haberlerin asılsız olduğu
açıklamasında bulunur.
Türk
Demokrasi Vakfı’nın düzenlediği toplantıya katılan Cumhurbaşkanı Demirel,
Fransız modeli başkanlık sistemi önerisinde bulunan bir dinleyiciye “Benim
bunları şimdi tartışmaya girmem yanlış anlamalara neden olur, fayda yerine
zarar sağlar. Kendimi bu tartışmaya girecek kadar cesaretli hissetmiyorum” diye
konuşur (Hürriyet, 17 Nisan 1997). Demirel, “Her yerde darbe tartışmasının
yapıldığı bir ortamda, ne demokratik sisteme, ne hukuk devletine; ne hukuka, ne
de parlamento üstünlüğüne güveni muhafaza edemeyiz” sözleriyle dikkati çeker.
Komutan’ın
Sözleri
Erbakan’ın
hac ziyareti sırasında bayramın ilk günü Erzurum Jandarma Bölge Komutanı
Tuğgeneral Osman Özbek’in sözleri siyaset gündeminin ilk sırasına oturur.
Askerin RP’ye ve Erbakan’a tepkisini seslendiren Özbek, kararlı bir biçimde
şunları söyler: (Akpınar, 2001)
“Ama sen
kalkıp da, ‘Hayır efendim, ben bu devleti yıkacağım, ben demokrasi tanımam, ben
laiklik tanımam’ dersen o zaman olmuyor ve ben dediğimi yapacağım. Yap da
görelim o zaman. Hazır Cumhuriyete gel kon. Kalk de ki, ben bu düzeni
değiştireceğim. Değiştiremezsin. Atatürk ve arkadaşlarına, dedelerimize kalkıp
sor. Sana tükürürler. Belki de şimdi kemikleri sızlıyordur. Demokrasiden
istifade ederek, baskıcı, dayatmacı, yerine göre Cezayir’deki gibi keserek
iktidar olmaya çalışıyor. Silahlı Kuvvetler demokrasi ve Türk halkının
emrindedir… Şu anda bir büyüğümüz orada, torunlarıyla beraber misafir.
Türkiye’den gelenlerin eline Mekke’de bir broşür veriyorlar. Diyor ki, bir
ülkede şeriat yasaları dışında bir başka kanun varsa dinden çıkmış olursun. Vay
vay. Kim sana bunları söylüyor. Arap gibi olacaksın. Arabistan gibi olacaksın.
Ulan pezevenk, dinde krallık var mı? Bana söyleyin. Adam olan gidip krala
misafir olmaz. Kusura bakmayın, adam olan sülalesini oraya devletin bilmem
nesini kiralayıp da misafir götürmez. Ben bunu kabul etmiyorum. Başbakan değil
bilmem ne bakanı olursa olsun. 13 sene PKK ile mücadele etmişsem, bunlarla da
mücadele edeceğim.”
Özbek’in
sözlerine RP kulislerinden tepkiler yükselir. Adalet Bakanı Şevket Kazan, Her
kurumun başındakilerin, çizgi dışına çıkanlardan hesap sorması gerekir”
diyerek, Genelkurmay Başkanlığı’nın soruşturma açmasını bekler. Ancak
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Karadayı’nın Brüksel ziyareti sırasında yerine
vekalet eden Orgeneral Köksal, “Kimsenin ağzına fermuar çekecek değiliz”
açıklamasında bulunur (Akpınar, 2001). Genelkurmay’ın soruşturma açılmaması
gerekçesinin arkasındaki bir diğer neden de o güne kadar yaklaşık 400 kadar suç
duyurusunu Adalet Bakanı Kazan’a iletmiş olan Genelkurmay’ın bunların çoğu
hakkında işlem yapılmadığını görmesi diye yorumlanır ([25]).
Akpınar’a (2001) göre “askerlerin sözcüsü gibi konuşan” Milli Savunma Bakanı
Turhan Tayan, bu dosyaların “yüzde 80’nden fazlasının sonuçsuz bırakıldığını”
ifade eder.
Milli
Gazete, “Darbe çığırtkanları yeni bir nöbete yakalandı” yorumuyla 22 Nisan (1997)
günkü manşet haberinde, “Başta ‘geveze medya’ olmak üzere muhalefet liderleri
ve haddini aşan bazı erkan, yem boruları kesilen rantçılarla birleşince tam bir
cunta korosu meydana geldi” diye yazar.
Ertesi gün,
23 Nisan günü Hürriyet gazetesi, “Kuruluşunun 77’inci yıldönümünde, TBMM
üzerinde, rejime ve laik sisteme yönelik tehditlere göz yuman hükümete karşı,
cumhuriyet tarihinin en büyük kamuoyu baskısı oluştu” ifadesini manşetten
yayınlar. Aynı gün (23 Nisan 1997) Milli Gazete ise, Atatürk’ün adını başlığına
taşımadan, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözlerine ilk Meclis’in
fotoğrafıyla birlikte yer verir. Fotoğraf altında “sakallısı-sarıklısı,
cübbelisi-cübbesizi, hacısı-hocası ve paşasıyla bir bütün olan milletin
cumhuriyetin temellerini attığı” ifade edilir.
Meclis’teki
23 Nisan özel oturumunda konuşan DSP lideri Ecevit’in sözleri ise RP’lilerin
tepkisini çeker (Milli Gazete, 25 Nisan 1997). Kimi RP’li milletvekilleri,
Meclis kürsüsünde “Hükümetin RP kanadı, laikliğe karşı ve devlet yönetiminden
büyük ölçüde sorumlu olduğu devlete karşı savaş açmış durumdadır” diye konuşan
Ecevit’in üzerine yürür (Hürriyet, 24 Nisan 1997). Olaylar üzerine Genel Kurul
salonundaki Kara Kuvvetleri Komutanı Hikmet Köksal, salonu terk eder (Hürriyet,
25 Nisan 1997). Aynı gün DYP kanadında ise hükümetten çekilme önerileri yine
gündemdedir ve ANAP lideri Yılmaz yeni bir hükümet formülünü seslendirmektedir
(Hürriyet, 25-26 Nisan 1997).
Birinci
Tehdit: İrtica
Nisan ayının
MGK toplantısının yapılacağı gün, eş deyişle 26 Nisan günü Sanayi ve Ticaret
Bakanı Yalım Erez ile Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna görevlerinden istifa ederek
hükümetin DYP kanadındaki rahatsızlığı açığa vururlar (Milli Gazete, 27 Nisan
1997). Erez, “DYP’deki diğer muhalif arkadaşlar ile bir araya gelip, bu
hükümeti düşüreceğiz. Bu iş bugün yarın biter” açıklamasında bulunur (Hürriyet,
28 Nisan 1997).
Aktuna daha
sonra 28 Şubat’ın beşinci yıldönümünde “Ben (askerler tarafından) uyarıldığım
izlenimi almasaydım bakanlıktan istifa etmezdim. Bu tür durumları siyasiler
çözer, dışarıdan müdahale olmamalıdır. Dolayısıyla biz de istifa ederek
koalisyonun bozulmasını sağladık” diye kararının nedenini açıklayacaktır
(İpekşen ve Tanıktan, 2002).
İşte bu
ortamda Nisan ayındaki MGK toplantısının gündeminde yine irtica konusu vardır
(Hürriyet, 26 Nisan 1997). Toplantıya hazırlıklı gelen askerler, “kararların
uygulanmasında sıkıntı görülüyor” diye konuşur. Söz alan Çiller, “Bu konuda
hiçbir endişe olmamalıdır. Bu kararlar tam olarak uygulanacaktır. Bu konuda kararlılığımız
tamdır” diyerek askerlerin öfkesini yatıştırmaya çalışır (Hürriyet, 28 Nisan
1997). Sekiz saat beş dakika süren toplantı sonrasında “rejim aleyhtarı irticai
faaliyetlere yönelik uygulanması istenen tedbirlerin safhalarının Bakanlar
Kurulu’nca takibi için etkin bir çalışma yapılması” üzerinde görüş birliğine
varıldığı açıklanır (AA., 26 Nisan 1997). Toplantıda askerlerin doğrudan
hükümet üyelerine yönelttikleri eleştiriler ve irtica ile mücadele konusundaki
kararlı tutumları, kamuoyunda büyük yankı yaratır (Akpınar, 2001).
Hürriyet
gazetesi 27 Nisan (1997) günü, sürmanşetten, “Erbakan, Başbakanlıkta birkaç gün
daha fazla kalmak için 8 yıl kesintisiz eğitim konusunda tam anlamıyla kıvırdı”
yorumuyla “8 yıl dansözlüğü” başlığını kullanır.
İzleyen günlerde
askerler, 28 Şubat Kararları’nın uygulamaya konulması konusunda atılan adımları
yeterli bulmadıklarından, rejim sorunu olarak tanımlanan irticanın bir hükümet
politikası olmaktan çıkıp, bir devlet politikası olması yolunda çalışmalara
başlarlar (Akpınar, 2001). 29 Nisan günü Genelkurmay Başkanlığı, medya
yöneticileri ve yazarlara verdiği “PKK Terörü ve Yunan İlişkileri” başlıklı
brifingde MASK’ın değiştiğini ilan eder (Hürriyet, 30 Nisan 1997). Açıklamada,
“Bölücü ve irtica odakları, eylem birliği ve dayanışma içinde Türkiye
Cumhuriyeti’ni bölmek istiyorlar. Bu, devletin parçalanması demektir. Bu
durumda iç tehdit dış tehditten önce gelmekte ve birinci tehdit durumuna
girmektedir” denilir. Üç saat süren brifingde konuşan Korgeneral Çetin Doğan,
“Türk Silahlı Kuvvetleri, laik, demokratik, sosyal hukuk devletini bozmak
isteyen ve içeriden kaynaklanan tehditlere karşı da sorumluluk sahibidir. Bu
tüm yurttaşların sorumluluğudur. Ancak bizim farkımız, elimizde silah
olmasıdır. Silah olduğu için doğru yerde, halkın istediği yönde ve doğru
zamanda kullanma bilincindeyiz” diye konuşur. Burada ilk kez askerler
tarafından “içeriden kaynaklanan tehditler” konusunda silah kullanılmasından
söz edilmesi dikkati çeker (Akpınar, 2001; Eğilmez, 1998).
Brifinge
davet edilmeyen Milli Gazete (1 Mayıs 1997) ise Hürriyet, Milliyet, Sabah ve
Yeni Yüzyıl gazetelerinin brifingde verilen bilgileri “bile” çarpıttığını
yazar.
“Genelkurmay
brifingi”, 2 Mayıs’ta da üniversiteler ile işçi ve işveren kuruluşlarına
verilir. Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin korunması için salondaki bütün örgüt
yöneticileri “hemfikir” olduklarını açıklarlar. Bu arada küçük ve orta sermaye
grupları da hükümete karşı açıkça tavır almaya başlamış, TOBB’ye bağlı 33
sanayi ve ticaret odası başkanı REFAHYOL Hükümeti’ne karşı olduklarını
açıklamıştır (Akpınar, 2001).
2 Mayıs günü
yaşanan bir başka gelişme Flash TV’ye gerçekleştirilen saldırıdır (Hürriyet,
4-5 Mayıs 1997). Banka satışına aracı olunması konusunda “Kumarhaneler Kralı”
Ömer Lütfi Topal ile “yer altı dünyasının ünlü isimlerinden” Alaattin Çakıcı
karşı karşıya gelmiş, Çakıcı Flash TV’de “Çiller ailesi hakkında” konuşmuş ve
ertesi gün İstanbul’da Flash TV baskını gerçekleşmiştir. Yaklaşık 40 kişi 5
silahla toplam 62 el silah sıkılmış, saldırganlardan ikisi kısa bir süre sonra
Emniyet’e kendiliğinden teslim olmuştur (Orakoğlu, 2003).
Ertesi gün
ise Telsiz Genel Müdürlüğü, Flash TV’nin yayınının “izinsiz upling” (uyduya
çıkış cihazı) ve Radyoling cihazlarını yurda sokarak işlettiği gerekçesiyle
“süresiz olarak” saat 17:35’ten itibaren durdurur. Merkezi Bursa’da bulunan
televizyon kanalı, 3,5 saatlik aradan sonra kara linkleri aracılığıyla yeniden
yayına başlar (Akel, 1998). Gelişmeler üzerine Flash TV’ye düzenlenen saldırı
ve kapatma olayları hakkında TBMM’de Meclis araştırması açılmasına ilişkin
öneri kabul edilerek araştırma komisyonu oluşturulur ([26]).
Sekiz
Yıllık Kesintisiz Temel Eğitim Karşıtı Eylemler
Hükümetin
gündeminde ise erken seçim (Milli Gazete, 30 Nisan 1997), kesintisiz temel
eğitim ve imam hatipler (Milli Gazete, 2 Mayıs 1997) konularıyla 2 Mayıs günü
başlayan D-8 Sanayi Çalışma Koordinasyon Grubu toplantısı vardır. Sekiz yıllık zorunlu kesintisiz temel
eğitim konusuna duyulan tepki İstanbul’da Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda
öğrenci ve öğrenci velilerinin katıldığı bir toplantıda ele alınır (Milli
Gazete, 5 Mayıs 1997). Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) Başkanı
Erol Yarar öncüğündeki 142 kuruluş temsilcisi, 8 Mayıs’ta Erbakan’ı ziyaret
ederek “sekiz yıllık zorunlu eğitim dayatmasına karşı” topladıkları imzaları
sunar (Milli Gazete, 7 Mayıs 1997). Görüşmede Yarar, en ideal formülün “5+3”
olduğunu kaydeder. Milli Gazete’ye (8 Mayıs 1997) göre “uzmanlar, siyasi parti
temsilcileri, yabancı okul müdürleri, gönüllü kültür teşekkülleri ve
milyonlarca halk” bu formülde ısrar etmektedir. Başbakan Erbakan, “Türkiye’de
hiç kimsenin çocuğuna küçük yaşta din eğitimi verdirme hakkı engellenemez”
sözleriyle dikkati çeker (Akpınar, 2001). RP’liler, “İmam Hatip Liseleri’ni ve
Kur’an Kursları’nı kapatmaya kimsenin gücü yetmez” açıklamalarında bulunur
(Milli Gazete, 9 Mayıs 1997).
TBMM’de
gazetecilerin sorularını yanıtlayan RP Şanlıurfa Milletvekili İbrahim Halil
Çelik ise “İmam Hatiplerin kapatılması durumunda tavrınız ne olur?” sorusuna
büyük tepkiler çeken şu yanıtı verir: (Akpınar, 2001)
“RP
iktidarında İmam Hatipleri kapatmaya kalkarsanız kan dökülür. Cezayir’den beter
olur. Ben de kan dökülmesini istiyorum. Demokrasi böyle gelecek, fıstık gibi
olacak. Ordu 3500 PKK’lı ile baş edemedi, 6 milyon İslamcı ile nasıl baş
edecek. Rüzgara karşı işerlerse yüzlerine gelir. Bana vurana ben de vururum.
Ben sapına kadar şeriatçıyım, şeriatın gelmesini istiyorum.”
Akpınar’a
(2001) göre, aslında Çelik’in sözleri 13 Nisan 1994’te Meclis Grubu’nda konuşan
Erbakan’ın sözlerini hatırlatır. Erbakan’ın orada söylediği “RP, Adil Düzen
getirecek. Bu kesin, şart. Geçiş dönemi yumuşak mı olacak, sert mi olacak;
tatlı mı olacak, kanlı mı olacak, 60 milyon buna karar verecek” sözlerinin
ardından üç yıl sonra, bir başka RP’li “kan dökülmesi”nden söz eder.
Çelik’in sözleri üzerine, Ankara DGM tarafından “Halkı
açıkça kin ve düşmanlığa tahrik” suçundan dava açılır. Genelkurmay ise “Bu tür
meczuplara ve onların hezeyanlarına cevap vermek durumunda” olmadıklarını
belirten bir açıklama yapar. Ancak RP milletvekillerinin orduyu ve rejimi hedef
alan açıklamaları devam eder. Bu kez RP Bitlis milletvekili Zeki Ergezen şu
açıklamada bulunur: (Akpınar, 2001)
“MGK
Anayasal kuruluş diye milletin arzusunun dışında hareket edemez. İç güvenliği
sağlamak, eğitimi tanzim etmek askerlerin görevi değildir. Ordunun görevi
ülkenin dış güvenliğini sağlamaktır ve hükümetin emrindedir. Komutanlara
sesleniyorum: Görevlerini bilsinler, görevlerini yapsınlar. Milleti huzursuz
etmenin anlamı yok. 28 Şubat’taki MGK’da yapılan yanlışın farkına varılsın ve
ısrarcı olunmasın. Ordu orduluğu, hükümet de hükümetliğini bilsin.”
Gelişmeler
üzerine Hürriyet gazetesi (10 Mayıs 1997), “Kesintisiz eğitimden çark eden
Erbakan fırsat verince, uzun zamandır suskun olan RP milletvekilleri arka
arkaya silahlı kuvvetleri tahrik edici demeçler vermeye başladı” tartışmasını
gündeme taşır.
Sultanahmet
Mitingi
Bu arada
iktidar milletvekillerinin sekiz yıllık eğitim konusundaki sert muhalefeti,
sokak hareketleri için de uygun bir iklim yaratır (Akpınar, 2001). 9 Mayıs’ta
Bingöl’de 500 kişilik bir grup İmam Hatipler’in kapatılmasına karşı yürüyüş
düzenler. Asılan pankartlarda türban konusuna yönelik, “Canımızı veririz,
örtümüzü vermeyiz. Örtümüze dokunmayın” yazmaktadır. Tekbir getirerek yürüyen
grup, “Kur’an’a uzanan eller kırılsın, yaşasın şeriat” sloganları atar
(Akpınar, 2001).
DYP lideri
ve Başbakan Yardımcısı Çiller, 10 Mayıs günü İstanbul’da Sultanahmet Meydanı’na
çıkar. “Demokrasi ve Orta Sağı Bütünleştirme” mitinginde konuşan Çiller,
muhalefetin “kartelci medya” ile anlaşarak “darbe kışkırtıcılığı” yaptığını
halka şikayet ettikten sonra 1980-1994 yılları arasında Doğan ve Sabah Grubu
ile Koç Holding’e verilen teşvikleri açıklar. Nakit teşvikleri kendisinin kestiğini söyleyen
Çiller, ertesi gün gazetelere “medyaya cihat açtı” başlığıyla haber olur
(Milliyet, 11 Mayıs 1997).
Hürriyet
gazetesi (11 Mayıs 1997) ise Çiller’in “halkın gözünün içine baka baka
rakamları tahrif ettiğini” ileri sürer. Habere göre bu para grubun yaptığı
toplam yatırımları ifade etmektedir. Ardından Doğan Grubu, Çiller hakkında
Hürriyet ve Milliyet gazeteleri adına toplam 1 trilyon liralık tazminat davası
açar (Hürriyet, 13 Mayıs 1997).
Ertesi gün
aynı miting alanında sekiz yıllık eğitim karşıtları vardır. “Türkiye Gönüllü
Teşekkülleri”nce İstanbul’da Sultanahmet meydanında düzenlenen ve yaklaşık 30
bin kişinin katıldığı “İmam Hatipler ve Kur’an Kurslarımıza Dokunmayın” adlı
mitingde sarıklı, takkeli, cübbeli ve çember sakallı erkeklerle, kara çarşaflı
ve türbanlı kadınlar arasında Arapça bez afişler ve yeşil şeriat bayrakları
dalgalanır (Hürriyet, 12 Mayıs 1997). “Yaşasın şeriat” diye bağıran kalabalık,
“Millet burada, generaller nerede? Çevik Bir istifa! Kur’an’a uzanan eller
kırılsın” sloganları atar.
Öte yandan
aynı gün Milli Gazete’nin (12 Mayıs 1997) tam sayfa ayırarak, “tarihi miting”
diye nitelediği gösteride milletin, “Okulumu kapatmayın” dediği vurgulanır.
RP’li
milletvekillerinin kalabalığın arasında yer aldığı mitingde konuşan Yeniden
Doğuş Partisi (YDP) Genel Başkanı Hasan Celal Güzel, “MGK eğitimden ne anlar?
Hiçbir tank imamın önüne geçemez” dediğinde, kalabalıktan tekbir ve slogan
sesleri yükselir. RP’li TBMM Başkanvekili Yasin Hatipoğlu ise, “Sen hangi hakla
İmam Hatipleri, Kur’an Kursları’nı kapatacaksın. Sekiz yıl kararı çıkarsa, 160
Refah milletvekili adına söylüyorum; sine-i millete döneriz” diye konuşur
(Akpınar, 2001).
Yaklaşık
dört saat süren miting sonunda bir grup, Sultanahmet Türbesi’nin üzerine
çıkarak, “İçinizdeki Laiklik Canavarını Durdurun” yazıl bir pankart açar.
Türbenin üzerindeki sarıklı ve cübbeli bir grup ise, ellerindeki “cihat
bayrakları”nı sallayarak, “Müslümanlar burada, laikler nerede?” diye slogan
atar (Akpınar, 2001).
Mitingin
ardından ertesi gün Genelkurmay Başkanlığı’nda bir toplantı yapılır ve ardından
Adalet Bakanlığı’na RP’li İbrahim Halil Çelik ve Zeki Ergezen hakkında suç
duyurusunda bulunulur (Akpınar, 2001).
12 Mayıs
günü Hürriyet gazetesine silahlı bir saldırı gerçekleşir (Hürriyet, 13 Mayıs 1997).
Saldırıdan sonra teslim olan Hüseyin Vuran’ın daha önce psikolojik tedavi
gördüğü ve öğrenci olduğu Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’den kaydının
geçen yıl silindiği bildirilir (Akel, 1998). Hürriyet (13 Mayıs 1997) olayı,
“iktidarın medyaya yönelik karalama ve hedef gösterme kampanyalarının ardından
başlayan silahlı saldırıların ikincisi” diye yorumlar ([27]).
İzleyen günlerde de Çiller’in açıkladığı teşvikler konusu ile gazeteye yapılan
saldırı gündemin önemli başlıkları arasındadır.
TSK’nın Kuzey
Irak harekatına başladığı 14 Mayıs günü Sabah gazetesinde DYP milletvekillerine
“açık çağrı” vardır. “Tarihi görev sizi
bekliyor” denilen çağrıda şöyle yazar:
“Sizler
‘Erbakan’ı iktidardan uzak tutmak’ sözüyle oy istediniz ve seçildiniz. Refah
iktidarının sakıncalarını bugün hep birlikte yaşıyoruz. Rejim ve demokrasi
adına daha ağır bedeller ödememek ülkeyi kötü bir maceraya sürüklememek için bu
koalisyona verdiğiniz desteği geri çekin. Tarihi misyonu, ülkeyi çağdaşlık
yolunda büyütmek olan DYP’nin milletvekilleri olarak göreviniz vicdanınızın
sesini dinlemek, milletin isteğini yerine getirmektir.”
İrtica
Karşıtı Eylemler
RP’siz
hükümet formüllerinin bir biri ardına gündeme geldiği izleyen günlerde, Kuzey
Irak’ta yürütülen operasyona yönelik haberler de dikkati çeker. Meclis’te
gensoru önergeleri birbirini izler. “Ülke sorunlarını ağırlaştırdıkları ve
Cumhuriyetin temel ilkelerini sürekli çiğneyerek toplumu iç çatışmaların
eşiğine getirdikleri iddialarıyla”, 16 Mayıs günü muhalefetteki ANAP, DSP ve CHP’ni
birlikte verdiği gensoru önergesi, Cumhuriyet tarihinin ilklerinden bir başkası
olur (Hürriyet, 17 Mayıs 1997).
Bu arada
hükümet ile medya arasında da ipler giderek gerilmektedir. Milli Gazete (16
Mayıs 1997) “ülkenin ayakbağları” yorumunu taşıyan manşet haberinde “medya,
muhalefet, rantiye” sözcükleriyle konuya dikkat çeker.
DYP İzmir
Milletvekili, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Işılay Saygın, “laikliğin
tehlikede olduğunu” belirterek, 17 Mayıs günü istifa eder (Hürriyet, 18 Mayıs
1997). Aynı gün, sekiz yıllık eğitim karşıtı mitinglere karşı yanıt niteliği
taşıyan mitinglerde “Mollalar İran’a”, “Türkiye laiktir, laik kalacak”
sloganları atılmaktadır. CHP’nin, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı başlattığı
Samsun’da düzenlediği mitingin ve Ankara’da Atatürkçü Düşünce Derneği’nin
düzenlediği mitinglerin teması aynıdır (Akpınar, 2001; Hürriyet, 18 Mayıs
1997).
Atatürk’ün
Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak için Samsun’a çıktığı gün, 19 Mayıs’ta tüm yurtta
laiklik yanlısı gösteriler yapılır. 19 Mayıs Stadyumu’ndaki törene katılan
Erbakan, ıslık ve yuhalamalarla protesto edilir. Cumhurbaşkanı Demirel, Meclis
Başkanı Kelemli ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Karadayı, Erbakan ve Çiller
ile el sıkışmaz. Aynı akşam Ankara Hipodrom’da
100 bin kişinin katıldığı Zülfü Livaneli konseri ise irticaya karşı
laiklik mitingine dönüşür (Akpınar, 2001).
Hükümet
aleyhine verilen gensoru oylamasının görüşmesi 20 Mayıs’ta gerçekleşir. ANAP,
DSP ve CHP liderlerinin imzasını taşıyan önergenin gerekçesinde, “Halkın
inananlar ve inanmayanlar diye bölündüğü, kardeş kavgası ortamı yaratıldığı ve
cumhuriyetin temel niteliklerinin tehlikede olduğu” ifade edilir. Hükümet ise
“iddiaların tamamen yanlış ve hilafı hakikat konular olduğu” açıklamasıyla
kendisini savunur ([28]).
Olaylı geçen oturumda önerge, 265’e karşı 271 oyla, eş deyişle altı oy farkla
reddedilir ([29]).
DYP içinde
artan muhalefete karşı koyamadığını söyleyen Çiller, Erbakan’a “Başbakanlık
görevini biz alırsak ülkedeki tansiyon biraz daha düşer. Ekim ayında da erken
seçime gideriz” önerisinde bulunur. Ancak Erbakan, böyle bir sıkıntı
görmediğini ifade eder (Akpınar, 2001).
Kapatma
Davası
Muhalefetin
gensorusunun reddedilmesinin hemen ardından 21 Mayıs 1997 günü Cumhuriyet
Başsavcısı Vural Savaş, “ülkeyi iç savaşa sürüklediğini” söyleyerek, Türkiye’de
ilk kez iktidardaki bir parti için kapatma davası açar (İba, 1999; Hürriyet, 22
Mayıs 1997). Savaş, RP’nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’ne başvurur.
Dava, “Anayasamızın laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı haline geldiği
açıklıkla anlaşıldığından Refah Partisi’nin temelli kapatılmasına” karar
verilmesi istemini taşır. Medya, “davanın Genelkurmay’ın baskısıyla açıldığını”
yazar (İba, 1999). Böylece daha önce
paralel görüşleri savunan Milli Nizam Partisi’nin (26 Ocak 1970-21 Mayıs 1971)
ve ardından kurulan, 12 Eylül 1980 askeri müdahalesine dek devam eden Milli
Selamet Partisi’nin karşılaştığı kapanma süreci, 1983’te kurulan RP için de iktidar olduğu dönemde başlamış olur.
Akpınar’ın (2001) deyimiyle rejim, hukuksal yolları kullanarak RP’yi siyaset
satrancının dışına itmek için düğmeye basmıştır.
TBMM’de
olağanüstü toplanan RP grup toplantısında konuşan Erbakan, partisinin
kapatılamayacağını savunarak, “Bu adamın yaptığı görevi suiistimal ve suçtur.
Bu adam görevini bilmiyor, kime yaranmak istiyor?” diye Başsavcı Savaş’ı hedef
alır (Hürriyet, 23 Mayıs 1997). RP’liler başsavcının iddialarının asılsız
olduğunu savunur (Milli Gazete, 22 Mayıs 1997). RP Grup Başkanvekili Salih
Kapusuz, davayı “eşi görülmemiş hukuk rezaleti” sözleriyle yorumlar (Milli
Gazete, 23 Mayıs 1997). Daha sonra RP
lideri Erbakan, partisine karşı kapatma davası açan Savaş hakkında, “parti
tüzel kişiliğine ve şahsına hakaret ettiği” gerekçesiyle 20 milyar liralık tazminat
davası açar (Hürriyet, 28 Mayıs 1997).
Öte yandan
RP’ye kapatma davasının açıldığı gün “Silahsız Kuvvetler” cephesinde de
hükümetin iş başından uzaklaştırılması için ortak bir bildiri yayınlanır. TİSK,
TOBB, TESK, TÜRK-İŞ ve DİSK Başkanları’nı imzasını taşıyan bildiride “yeşil
bayraklı eylemcilerin cesaretlendirildiğinin” altı çizilerek laik, çağdaş ve
Atatürkçü çizgideki bir hükümet isteği dile getirilir (Akpınar, 2001). Bir de
eylem planı hazırlanmıştır. Hükümetin çekilmemesi durumunda hayata geçirileceği
duyurulan plana göre günde iki saat şalterlerin indirilmesi ve kontakların
kapatılması kararlaştırılmıştır (Akpınar, 2001).
Hükümetin
Çözülmesi
Gelişmeler
doğrultusunda 23 Mayıs’ta DYP Genel Başkan Yardımcısı Necmettin Cevheri olaylı
bir tartışma sonrasında görevinden ayrıldığını açıklar (Hürriyet, 24 Mayıs
1997). Aynı gün iki ve ertesi gün de iki milletvekili daha DYP’den istifa eder.
İstifalarla birlikte DYP’nin sandalye sayısı 117’ye düşer (Hürriyet, 24 Mayıs
1997).
Bu arada
Silahlı Kuvvetler, “ordu içindeki rejim karşıtlarını ve radikal İslamcıları
belirlemek için” özel birimler oluşturur (Akpınar, 2001). Bu birimler
tarafından durumları kuşkulu subay ve astsubaylar hakkında “Personel Durum
Takip Çizelgesi” hazırlanır. Çizelgede, personelin “giyim-kuşam tarzı”, “sosyal
faaliyetleri” ile “propaganda faaliyetleri” yakından izlenir ([30]).
Hazırlıklar
tamamlandığında takvim, 26 Mayıs’ı göstermektedir. Yüksek Askeri Şura bu kez
olağanüstü toplanır. Genellikle yılda iki kez, Ağustos ve Kasım aylarında
toplanan YAŞ’nın Mayıs ayındaki olağanüstü toplantısının gündeminde yine
irticai faaliyetlerle ilişkisi bulunduğu belirtilen subay ve astsubayların
dosyaları vardır (Hürriyet, 27 Mayıs 1997). Üçü albay olmak üzere, 61 subay ve
100 astsubayın ordudan ilişiğinin kesilmesi istenir. İba’ya (1999) göre
bunların yüzde 90’a yakını irtica, geri kalanı ise “aşırı sol” faaliyetlere
karışmıştır. Erbakan, dosyaları “zorluk çıkarmadan” imzalar (Hürriyet, 27 Mayıs
1997). Ancak Radikal gazetesi (27 Mayıs 1997) Erbakan’ın “sayının açıklanmaması
koşuluyla” imzayı attığını yazar.
Erbakan’ın
Başbakanlık koltuğundan çekilmeye niyetli olmayan tavrı DYP lideri Çiller’i
hükümetten çekilme tehdidine zorlar. 28 Mayıs günü toplanan DYP Grubu’nda
konuşan Çiller, hükümetin devam etmesinin mümkün olmadığını açıklar (Akpınar,
2001). Öğleden sonra görüştüğü Erbakan’dan “Bu hükümetin devamı yönünde bir
sıkıntı yok. Malum çevrelerin oyunudur bu. Biz bu hükümeti 2000 yılına kadar
sürdürmek için kurduk. Önümüzdeki yılın Haziran ayında görev sırası size
gelecek. Benim ve partimin görüşü budur” yanıtını alır. Bu yanıt üzerine
Çiller, Genel İdare Kurulu’nu toplantıya çağırır. Toplantının henüz başında
Erbakan, toplantının durdurulmasını isteyerek görüşme talebinde bulunur.
Görüşmeye Genel Başkan Yardımcısı Rıza Akçalı gider. DYP’nin “Başbakanlık
Çiller’e devredilmezse hükümetten çekiliyoruz” mesajı karşısında Erbakan geri
adım atarak, prensipte kabul ettikleri yanıtını verir. Erbakan, “Başbakanlık
görevinin haziran ayı sonunda Çiller’e devredilmesi” teklifini kabul ederken,
partisi hakkındaki kapatma davası nedeniyle Siyasi Partiler Yasası’nda
değişiklik yapılması isteğinde bulunur. İki lider anlaşınca kriz sona erer.
(Akpınar, 2001).
Şevki
Yılmaz Krizi ve MGK’nın Kuruluş Yıldönümü Töreni
29 Mayıs
akşamı Kanal D’deki Arena programında, RP Rize Milletvekili Şevki Yılmaz’ın
1994 yılında yaptığı ve gizli kalmış bir video kaseti yayımlanır (Akpınar,
2001). Kasette devletin dininin Hıristiyanlık olduğunu iddia eden Yılmaz, Konya
Büyükşehir Belediyesi’nin kentteki genelevleri kapatmak istediğini, ancak bunun
TBMM tarafından engellendiğini ileri sürerek, parlamentoya ve milletvekillerine
küfürler savurur. Yılmaz’ın medyada geniş yankı bulan sözleri şöyledir:
(Akpınar, 2001)
“Kanunlar
önümüze çıktı, bu p…’lerin oluşturduğu Türk Parlamentosu’ndan. Türkiye
tehlikededir. Türkiye’nin başı ve parlamentosu ihanet içindedir. Bu ülke
hainlerin elindedir. Alçakların idaresindedir. Bizi idare eden 60 yıllık
iktidarların yüzde 80’inde deve kadar namus yok…” ([31]).
RP’li Şevki
Yılmaz ise kendisini “yargısız infaz yapıldığı” sözleriyle savunur (Milli
Gazete, 31 Mayıs 1997). Yılmaz, televizyonlarda yayınlanan kasetleri “teknik
oyunlardan yararlanarak gerçekleştirilen bir komplo ve oyun” diye
değerlendirir.
Yılmaz’ın
kasetinin yankıları eşliğinde, 31 Mayıs günü MGK’nın kuruluşunun 64’üncü
yıldönümü nedeniyle bir tören düzenlenir (Hürriyet, 1 Haziran 1997; Akpınar,
2001). Törenin başlıca konusu irtica ile mücadeledir. Törende konuşan Genel
Sekreter Orgeneral İlhan Kılıç, bütün İslam alemi içerisinde akıl, bilim ve
çağdaşlaşmayı esas alarak hukuk düzenini ve eğitim sistemini çağın gereklerine
uygun duruma getirmiş, devleti laikleştirme başarısı gösterebilmiş yegane
ülkenin Türkiye olduğunu belirtir. Orgeneral Kılıç, “Herkes bilmelidir ki,
Atatürk’ün kurduğu modern ve laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin nitelikleri
değişmeyecek ve değiştirilmeyecektir” diye konuşur.
Cumhurbaşkanı
Süleyman Demirel ise konuşmasında “seçilmişler ve atanmışlar” tartışmasına
parmak basarak, son günlerde “kimin altında, kimin üstünde olduğu
tartışmalarının yapıldığı MGK’nın hiçbir esrarengiz yanı bulunmadığını, ülkenin
güvenlik meselelerini çok iyi takip eden son derece önemli bir anayasal
kuruluş” olduğunu ifade eder.
Orgeneral
Kılıç’ın değindiği görüş ve değerlendirmelerin tümüne katıldığını söyleyen
Başbakan Erbakan ise konuşmasında gerilimi yumuşatmaya yönelik olarak “MGK
Genel Sekreterliği’nde üretilen her türlü belge ve rapor; titiz, kapsamlı,
akılcı, verimli ve kaliteli olmuştur… MGK ve MGK Sekreteryası, Atatürk ve
Cumhuriyetin bir kurumudur. Bu büyük bir iftihar vesilesidir” diye konuşur.
Erbakan’ın “MGK’nın gündemine aldığı stratejik konulara öncelik verildiği ve
bunların dikkat ve ihtimamla uygulanmasına özen gösterildiği” sözleri ise
salonda ciddiye alınmaz. Çünkü salondaki herkes, 28 Şubat Kararları’nın
uygulamasının bilinçli olarak geciktirildiğini söylemektedir.
Törenin
ardından gerçekleştirilen MGK toplantısı, son üç ayın en gergin anlarına sahne
olur (Hürriyet, 1 Haziran 1997; Akpınar, 2001). Toplantıda asker, Erbakan’a
“Sultanahmet’teki mitingin halkla orduyu karşı karşıya getirme provası”
olduğunu ifade eder. 28 Şubat Kararları’nın uygulanması konusunda “bir arpa
boyu yol alınamadığını” belirten komutanlar, irticai faaliyetlerin önlenmesi ve
laik demokratik cumhuriyetin üzerindeki tehditlerin bertaraf edilmesi
konusundaki kararlılığını sert bir dille belirtirler. Toplantıda Kara
Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hikmet Köksal, “MGK kararlarının uygulanması
konusunda polisiye tedbirler öne çıkıyor. Polisiye tedbirlerle bu iş olmuyor.
İrticai giyim kuşam ve davranışları cezalandırıcı yasalar yeterli değil. Yasal
boşlukların bir an önce giderilmesi lazım” diye konuşur. Genelkurmay Başkanı
Orgeneral Karadayı ise ordunun kararlılığını dile getiren bir konuşma yapar.
Karadayı’nın sözleri üzerine Çiller şu savunmada bulunur: (Akpınar, 2001)
“Biz PKK ile
mücadelede de hemen sonuç alamamıştık. Her şey yapılacak. Yasa dışı Kur’an
Kursları’nı ve yurtları kapatıyoruz. Sarıklıları topluyoruz. ‘Hükümet hiçbir
şey yapmıyor’ denemez. Bir ay içinde önemli işler yaptı. Ben bardağa biraz da
dolu tarafından bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Çalışmalarımız küçümsenemez.”
Akpınar
(2001)a göre toplantıda zaman zaman yükselen tansiyonu düşürme görevi yine
Demirel’e düşer. Demirel, daha önceki tartışmalarda olduğu gibi bu toplantıda
da zaman zaman ara vererek gerginliği “yumuşatmaya” çalışır. Artık, MGK
toplantılarında gündemi de, sonucu da askerler belirlemeye başlamıştır
(Akpınar, 2001).
Bu arada
Erbakan ve Çiller bir kez daha” hodri medyan” sözleriyle, “erken seçim”
konusunu gündeme getirirler (Milli Gazete, 2 Haziran 1997). İki parti arasında
yapılacak “seçim ittifakı” duyumları DYP içinde tepkilere neden olur (Hürriyet,
3 Haziran 1997). Bu arada “solda birlik” arayışları dikkati çeker (Hürriyet, 4
Haziran 1997). Erbakan ve Çiller arasında “başbakanlığın devri” formülü ise
gündeme gelen bir başka konudur (Hürriyet, 5 Haziran 1997). Aynı gün Anayasa
Mahkemesi, “Dağıtım Yasası” ile ilgili süreli ve süresiz yayınların dağıtımını
şartlı yerine getirdiği halde yapmayan kuruluşların faaliyetlerinin üç ay
süreyle durdurulmasına ilişkin yasağı iptal eden kararını açıklar (Hürriyet, 6
Haziran 1997). Mahkeme, yasanın “satış zorunluluğu ve ağır ceza” hükümlerini oy
birliğiyle iptal etmiştir.
Ödenek
Krizi
Kuzey Irak
operasyonunda “helikopter faciası” sonrasında şehit düşen sekizi subay, iki
astsubay ve bir er için Ankara Kocatepe Camii’nde 5 Haziran günü cenaze töreni
düzenlenir (Hürriyet, 6 Haziran 1997). Basın toplantısı düzenleyen Genelkurmay
Genel Sekreteri Erol Özkasnak, faciaya “Rus yapımı PKK füzelerinin neden
olduğunu” açıklar (Hürriyet, 7 Haziran 1997). Toplantıda hükümetin TSK’ya
yönelik olumsuz bir tutum içinde bulunduğunu iddia eden Özkasnak, operasyon
için hükümetten para istenildiğini ancak, bir yanıt alınamadığını söyler.
Özkasnak, 1997 bütçesi yapılırken son sınır ötesi operasyon bilinmediği için
doğal olarak pay ayrılmadığını belirterek, “TSK’nın önceden planlanan
projelerinin aksamaması için paranın ödenmesi gerektiğini” ifade eder.
Gazetelere “Ordunun istediği ek ödeneğin verilmemesi” diye yansıyan olay,
Cumhuriyet tarihinde bir başka ilk şeklinde yorumlanır.
Anlaşıldığına
göre Erbakan, 22 Mayıs’ta gönderilen ek ödeneği derhal imzalamak yerine, “ek
ödenek yok” açıklamalarıyla bekletmiştir. Özkasnak’ın olayı kamuoyuna
açıklamasının ardından Erbakan,
Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir ile Maliye yetkililerini bir
araya getirir. Toplantıdan sonra Bir, “Başbakanımız bizim haklılığımızı tescil
etti” açıklamasında bulunur ve daha sonra Maliye Bakanı Abdüllatif Şener’i
suçlar (Hürriyet, 8 Haziran 1997). Ödenek ertesi gün, ödenir. Başbakan
Yardımcısı Çiller bu olaydan haberi olmadığını söylerken, Milli Savunma Bakanı
ise gecikmenin bürokratik nedenlerden ileri geldiğini savunur ([32]).
Bu arada
Genelkurmay Başkanlığı bir ambargo kararı alarak ordu mensuplarına, irticaya
destek verdiğini duyurduğu, medyada “yeşil sermaye” ya da “İslami sermaye” diye
adlandırılan şirketlerden “alışveriş yapılmaması” çağrısında bulunur (Milliyet,
6 Haziran 1997). Yurt dışından kuryelerle yurda para sokarken yakalanan Yimpaş
ve Kombassan Holding başta olmak üzere, “kara defterde” TGRT Televizyonu ve
Türkiye Gazetesi sahibi Enver Ören’e ait İhlas Holding, Asya ve Ülker Gıda,
Beğendik Mağazaları ve MÜSİAD üyesi kuruluşlar yer almaktadır([33]).
Komutanlar, irtica ile mücadele çerçevesinde cepheyi genişletmekte ve
“irticanın para kaynağını kesme” çabasındadır (Akpınar, 2001).
Genelkurmay
Brifingleri
RP’li Adalet
Bakanı Şevket Kazan’ın “katılmayın” uyarıların rağmen, 10 Haziran günü
Genelkurmay Başkanlığı, savcılara “İslami Sermayenin Finans ve Eğitim
Stratejisi” başlıklı, “cumhuriyet rejimini yıkarak yerine dini esaslara dayalı
siyasi İslam düzenini kurmak isteyen irticai unsurların ulaştığı boyutlarla
ilgili” bir brifing verir (Hürriyet, 9-10 Haziran 1997). Ankara Başsavcılığı
brifinge izinsiz katılmanın suç olduğuna dair bakanlığın sözlü talimatını
yargıç ve savcılara iletse de, brifinge 400 hakim ve savcı katılır ve brifingin
sonunda askerleri büyük bir coşkuyla alkışlarlar (Hürriyet, 11 Haziran 1997).
Kazan’ın tutumuna karşı “bir üst düzey askeri yetkili”, “Brifinge Cumhuriyet’in
savcıları gelir, Meşrutiyet’in savcıları gelmez” açıklamasında bulunur (İba,
1999).
İrticai
faaliyetleri finanse eden şirketlerin gelirlerinin anlatıldığı brifingde,
yargıdaki laiklik karşıtı kadrolaşmaya dikkat çekilir. Ordunun, Atatürk ve
rejim aleyhine işlenen suçlara ilişkin suç duyurularının zamanında işleme
konulmamasından duyduğu rahatsızlık dile getirilir (İba, 1999).
Hürriyet
gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, brifingle ilgili olarak “12
Eylül Brifingi” başlığıyla yazdığı yazısında (11 Haziran 1997), yargı kesimine
ilk brifingin 17 yıl önce 12 Eylül 1980 askeri harekatından hemen sonra
verildiğine dikkati çeker.
Ertesi gün
üst düzey görevlerdeki gazete ve televizyon yöneticilerinin davetli olduğu
brifingde ordunun, irtica ile mücadelede silah kullanmaya hazır olduğu açık bir
dille vurgulanır. TSK içinde Türkiye’de siyasal İslam hareketlerini izlemek
için Batı Çalışma Grubu’nun kurulduğunun resmen açıklandığı brifingde, grubun
asli görevinin “irticanın fotoğrafını çekmek” olduğu kaydedilir. “Atatürk’ün
kurduğu Cumhuriyet ilkeleri doğrultusunda memleketini seven demokratik ve laik
her vatandaşın Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmayı hedef alan irtica ile mücadele
etmesi gerektiğinin” belirtildiği brifingde, bu konuda medyadan yardım istenir.
Brifingi sunan Genelkurmay Başkanlığı İstihbarata Karşı Koyma ve Güvenlik Daire
Başkanı Tümgeneral Fevzi Türkeri özetle şu noktaların altını çizer: ([34])
·
Türkiye Cumhuriyeti devlet yönetiminin İslami
kurallara göre düzenlenmesini esas alan siyasal İslam, bütün irtica ve radikal
unsurların ulaşmak istedikleri nihai hedeftir.
·
Bu hedefe ulaşmak için; Cumhuriyet’in
kurulmasından itibaren, din-siyaset ilişkisine yön vermeye çalışan bu kesim,
laik Türkiye olgusu içinde, başlangıcından itibaren Anadolu’da ortaya çıkan
ayaklanmalardan da istifade etmek suretiyle, her türlü ortamla amaçları
doğrultusunda eylem yapmışlardır.
·
Dün olduğu gibi bugün de, bu kesim, eylemlerini
geliştirerek tüm kurum ve kuruluşlarda taban kadrosu oluşturma gayreti içine
girmişlerdir.
·
Çok partili sisteme geçişe müteakip siyasi
beklentileri nedeniyle Atatürk ilke ve inkılapları aleyhine verilen tavizlerin
sonucu olarak, irticai kesim, demokrasi şemsiyesi altında toplum içinde
teşkilatlanma çabalarına hız vermiş, laik devlet olgusu, yasal bir teminat
olmasına rağmen sulandırılmıştır.
·
Ulu önder Atatürk’ün ortaya koyduğu çağdaş ve
laik Cumhuriyet, tehdit altına girme temayülü göstermiş, T.C.’nin temel
nitelikleri yıpratılarak, irticai hareketler maksatlı bir şekilde desteklenmek
suretiyle ülke ve millet sonu olmayan bir karanlığın içine çekilmeye
çalışılmıştır.
·
Bu durum bireysel kökten dinci faaliyetlerin,
kitlesel veçhe kazanmasına neden olmuş ve bu suretle; T.C.’nin kutsal
bayrağının yerine yeşil bayrak çekenler Atatürk’ün manevi şahsiyetine, T.C.’nin
varlığının temel güvencesi olan ortak değerlerimize saygısızlık yapanların
cesaretlendirildiği ve ödüllendirildiği bir vasat olmuştur.
·
Diyanet’in pasif, yönetmek ve yönetilmekten
yoksun kadrosunun yurtiçinde ve yurtdışında görev yapmamasından ortaya çıkan
boşluk, tarikatlar ve Milli Görüş Teşkilatı tarafından doldurulmakta ve böylece
örgütlenme faaliyetleri hızla artmaktadır.
·
Özellikle son 11 aylık dönemde bazı İslam
devletlerince de geliştirilip desteklenen şeriat düzenine dayalı radikal İslami
tehdit, laik Cumhuriyet’i yıkmaya yönelik faaliyetlerini siyasi, sosyal,
ekonomik ve askeri olaylarla entegreli olarak artırmıştır.
·
Bu artış, toplumun huzur ve güvenini sarsmış,
böylece, Türk ulusu, ümmet kavramı içinde bölünmeye yüz tutmuştur.
·
İç ayaklanmaya doğru ivme kazanan bu irticai
faaliyetler bugün maalesef “suni gündem” söylemleriyle kamufle edilmeye
çalışılmaktadır.
·
Bugünkü koalisyon hükümetinin oluşturulmasıyla
birlikte siyasal İslam daha hızlı ve planlı bir ivme ile tüm alanlarda yoğun
faaliyetlere girişmiştir.
·
Tarikat liderlerine Başbakanlık konutunda yemek
verilerek siyasal İslam taraftarları ve sempatizanlarına kimlik kazandırmak
maksadıyla olumlu mesaj verilmiştir.
·
Okullarda öğrencilerin irticanın simgesi haline
gelen türban ile bulunmaları laiklik ilkesine aykırı iken ve bu Anayasa
Mahkemesi kararıyla belgelenmesine rağmen, siyasal İslamcılar halkı
kışkırtmışlar, eylemler düzenlemişler, hatta üniversitede rektörlerin
başörtüsüne selam duracağını ileri sürebilmişlerdir.
·
Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı “bu düzen
değişmeli” diyebilmiştir.
·
Sincan Belediye Başkanı İranlı diplomatların da
desteğiyle şeriatı enjekte edeceğini söyleyebilmiştir.
·
Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik, laik ve
sosyal hukuk devleti yapısı yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya geldiğinden,
konunun hayati önemine binaen 28 Şubat Kararları alınmıştır.
·
Siyasal İslam, her alanda cephe oluşturarak 28
Şubat Kararları’nı uygulatmamak için dayanışma içine girmiştir.
·
Geçen üç aylık dönem içinde, göstermelik bazı
uygulamalar hariç 28 Şubat Kararları’nın üzerine gidilmemiş, bilakis kararlar,
askerlerin dayatması olarak kamuoyuna yansıtılmış ve TSK hedef gösterilmiştir.
·
TSK, din düşmanı ilan edilmekte ve TSK’ya karşı
cihada hazırlık mesajı verilmektedir.
·
İslamcı 19 gazete, 110 dergi, 51 radyo, 20
televizyon kanalı ile propaganda yapılmaktadır.
·
Siyasal İslam, sahip olduğu 2 bin 500 dernek,
500 vakıf, 1000 şirket, 1200 yurt, 800’ün üzerinde özel okul ve dershaneyle
büyük bir güç haline gelmiştir.
·
Devlet bütçesinden vakıflara yardım adı altında
büyük ölçüde parasal destek sağlanmaktadır.
·
Milli Görüşçüler, MGV vasıtasıyla yasalara ve
İçişleri Bakanlığı genelgesine rağmen kurban derilerini toplama faaliyetlerini
sürdürmüştür.
·
Milli Görüş Teşkilatı, Milli Görüş Vakfı ve
Milli Gençlik Vakfı Avrupa’da etkin bir faaliyet sürdürmektedir.
·
Özelleştirme kapsamındaki ihalelerde irticai
kesim yanlısı şirketlere öncelik verilmiş ve bu şirketler başta enerji olmak
üzere stratejik öneme haiz sektörlerdeki ihalelere ilgi göstermişlerdir.
·
İrtica, PKK ile birlikte çalışmaktadır.
·
İrticai kesim, Doğu ve Güneydoğu Anadolu
Bölgesi’nde devam eden terör sorunlarına ümmetçilik anlayışı ile yaklaşarak,
bölgedeki tabanlarını genişletme çalışmalarını sürdürmektedir.
·
İrticai kesim içinde halen 30 kadar örgüt vardır
ve bu örgütler Suudi Arabistan, İran, Libya ve Sudan gibi ülkelerden her türlü
desteği almaktadır.
·
İrticai kesim, İmam Hatip Okulları’nı İslam
Devleti’nin kalesi olarak görmektedir.
·
Halen 500 bine yakın öğrencisi bulunan İmam
Hatip Okulları’nın amacı siyasal İslam kadroları yetiştirmektir. Bu öğrenciler
bilinçli olarak Hukuk, Siyasal Bilgiler ve Polis Akademilerine
yönlendirilmektedir.
·
Siyasal Bilgiler’in Kamu Yönetimi bölümüne giren
öğrencilerin yarıdan fazlası İmam Hatip Lisesi çıkışlıdır.
·
Kayıtlı Kur’an Kursları’na devam edenlerin
sayısı 1 milyon 685 bini bulmakta ve her yıl bu sayı ikiye katlanmaktadır.
·
Diyanet İşleri Başkanlığı dahil ilgili kurumlar
bu konuda önlem almamaktadır.
·
İrticai kesim, halkın din duygularını istismar
ederek aidat, yardım ve hibe gibi usullerle trilyonlarca lira maddi yardım
toplamaktadır.
·
Ticaret, siyaset, tarikat üçgeni kurulmuştur.
İrtica ile
savaşımın eğitim, ekonomi ve hukuk alanında yapılacağına dikkat çekilen
brifingde, devlet içindeki kadrolaşma ile de savaşmanın önemi vurgulanır.
İrtica tehlikesi karşısında ordunun sessiz kalamayacağı işe şu ifade ile
tanımlanır:
“Buraya
kadar arz edilen iç ve dış gelişmelerin T.C. Devleti’ni hedef alması,
Cumhuriyet’in temel niteliklerine karşı özellikle, laikliği dinsizlik olarak
algılayan Siyasal İslamcı bir zihniyetin hakim olması yönünde gayret sarf
edilmesi; TSK’nın durumdan vazife çıkarmak ve İç Hizmet Kanunu’na göre verilen
ana görevleri doğrultusunda tehdidi yeniden değerlendirmek keyfiyetini ortaya
çıkarmıştır. Bu noktadan hareketle; TSK’nın görevi, 211 sayılı TSK İç Hizmet
Kanunu’nun 35’inci maddesinde Türk Yurdu’nu ve anayasa ile tayin edilmiş olan
Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır. Bu görev ise, TSK iç Hizmet
Yönetmeliği’nin 85/1 maddesinde “lüzumunda silah kullanmak” biçiminde ifade
edilmektedir. Bu nedenle dışarıdan gelebilecek bir tehlikenin bertaraf edilmesi
TSK’nın bir görevi olduğu gibi, Anayasa tarafından belirlenen Cumhuriyet’in
niteliklerini değiştirmeye ve ortadan kaldırmaya yönelik olarak içeriden ve
dışarıdan gelecek tehlikelere karşı Türk yurdunun ve Anayasa ile tayin edilmiş
Türkiye Cumhuriyeti’nin korunma ve kollanması TSK’nın görevidir. TSK, bu görevi
yapabilmek için dış tehdidi olduğu gibi iç tehdidi de değerlendirmek
zorundadır. Bu husus, Türkiye’nin milli askeri stratejisinin vazgeçilmez bir
öğesi olup hayati milli menfaatlerimizin bir neticesidir….
TSK için
durumdan vazife çıkarmak ve gerekli tedbirleri almak da bir görevdir.
Dolayısıyla TC’yi iç ve dış tehdide karşı koruma ve kollama görevini yaparken,
mevcut ve muhtemel tehditleri devamlı olarak izlemek ve değerlendirmek milli
askeri stratejiyi oluşturmanın yanı sıra en kötü senaryoyu tespit etmenin de
temel noktasıdır….
TSK, irticai
faaliyetleri iç tehditte, bölücü terör ile aynı seviyeye, yani birinci önceliğe
yükseltmiş ve bu duruma bağlı olarak yeni bir teşkilatlanma içinde Batı Çalışma
Grubu oluşturulmuş ve faaliyete geçirilmiştir.”
Brifingde
daha sonra bütün kesimler görev şu sözlerle çağrılır: “ Bugün itibarıyla artan
boyutta devam eden irticai tehdidin, T.C.’yi yıkmayı hedef alan fevkalade ciddi
boyutu; Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet ilkeleri doğrultusunda memleketini seven
demokratik ve laik her vatandaşın dikkatle izlemesi ve bu tehdidi her kesime
anlatması, tarafsız kalmaması ve icraatta bulunması ana görevidir.”
Brifing,
“Atatürk’ün kurduğu modern ve laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin nitelikleri
değişmeyecek ve değiştirilmeyecektir. Bunlar tek millet, tek vatan, tek devlet,
tek dil, tek bayrak olarak ifade edilmektedir” sözleriyle son bulur.
Genelkurmay
brifingleri daha sonra üniversite rektör ve öğretim üyeleriyle kamu
yöneticileri ve demokratik kitle örgütlerine de verilir (Akpınar, 2001).
“Havada İkmal” Planı
Brifinglerin
etkisinin daha o gün farkında olan hükümet ortakları Erbakan ve Çiller ile BBP
lideri Yazıcıoğlu darbe söylentilerinin de baskısı altında “REFAHYOL B
Koalisyonu” için bir araya gelir (İba, 1999; Hürriyet, 13 Haziran 1997).
Görüşmede Erbakan, başbakanlığı Çiller’e devretmeyi kabul eder ve liderler
arasında “ittifak zaptı” imzalanır (İba, 1999). Buna göre Çiller’in
başbakanlığında kurulacak hükümete BBP de güvenoyu desteği verecek ve üç
partinin katılımı ile ulaşılan 282 milletvekili sayısı ile 276 olan güvenoyu
sınırı aşılacaktır. Öte yandan Erbakan’ın başbakanlık görevini erken
tamamlayarak Çiller’e bırakmasının ardında RP’yi kapatma davasından kurtarma
şartının olduğu da öne sürülür (İba, 1999).
Görüşmenin
ardından DYP lideri Çiller, “Milletin dışında hiçbir odağa teslim edemeyiz
ülkeyi. Çözüm halktır, halkın iradesidir. Demokraside bütün kurumların kendi
işlevlerini yapma gereği vardır. Her kurum kendi işini bilecek” diye konuşur
(Hürriyet, 13 Haziran 1997). BBP lideri Yazıcoğlu ise Cumhurbaşkanı Demirel’e
“liderler zirvesi yapması” çağrısında bulunur. Silahlı Kuvvetleri “siyasi parti
gibi davranmakla” suçlayan Yazıcıoğlu, “Türkiye, İran olmaz. Olmayacaktır.
Türkiye, Cezayir de olmayacaktır. Ama etnik ve mezhepsel kökenlere dayalı
Suriye de olmayacaktır” sözleriyle dikkati çeker. Yazıcıoğlu’nun bu sözleri
“Genelkurmay’da Alevi cuntası var” iddialarının gündeme geldiği biçiminde
yorumlanır (Hürriyet, 13 Haziran 1997).
Brifinglerin
ardından medyanın “RP Olayı” haberlerine ilgisi daha da artar. Şevki
Yılmaz, Hasan Hüseyin Ceylan ve Halil
İbrahim Çelik gibi RP’li militan milletvekillerinin söz ve davranışlarını
içeren kasetlere her gün bir yenisi eklenir ([35]).
İba (1999), bu kasetlerin MİT arşivlerinden çıkarılarak bazı televizyon
kanalları aracılığıyla kamuoyuna yansıtıldığını ileri sürer. Kasetlerin
Erbakan’ın “Kartelci Medya” diye suçladığı “bir kısım medya” kuruluşlarınca
kamuoyuna duyurulmasının ardından komutanlar bu milletvekilleri hakkında suç
duyurusunda bulunurlar. İlk suç duyurusu 21 generalin imzasıyla Cumhuriyet
Başsavcılığı’na Yılmaz hakkında yapılır ve hemen işleme konulur. RP ise daha
sonra kapatma davasını etkileyebileceği gerekçesiyle bu milletvekillerini
“partinin genel çıkarı için” istifa ettirtecektir (İba, 1999; Hürriyet, 18
Haziran 1997).
Bu arada
ABD’nin en etkin gazetelerinden New York Times, Genelkurmay İkinci Başkanı
Orgeneral Bir’in sözlerine yer verir (Hürriyet, 14 Haziran 1997). “Hükümetle mücadele anayasal görevimiz” diyen
Bir, şunları söylemektedir:
“Ben ve
arkadaşlarım hükümetle mücadele etmeye karar verdik. Çünkü laiklik karşıtı
faaliyetler her geçen gün tırmanıyor…. Parlamento bize Türk vatanını ve
Cumhuriyeti kollama görevi vermiştir. ABD’de ve İngiltere’de ordunun böyle bir
görevi yok”.
REFAHYOL’un
Sonu
DYP’deki “yaprak dökümü”, Turizm Bakanı
Bahattin Yücel ile devam eder. Çiller’in RP ile yeniden hükümet kurmaya
hazırlandığı günlerde istifasını sunan Yücel, istifa mektubunda “Refah Partisi,
demokrasi ve Cumhuriyet’in temel ilkelerini referans almadığını yüksek sesle
ifade ederek, iç barış ve uzlaşmanın ortadan kalkmasına neden olacak tehlikeli
bir gelişmeye adeta önayak oldu” görüşlerine yer verir (Hürriyet, 14 Haziran
1997).
İstifalar
nedeniyle daha sonra “Genelkurmay’ın bazı DYP’li milletvekilleri ile görüşerek
hükümetin düşmesine çalıştığı” iddiaları gündeme gelir (İba, 1999).
Öte yandan,
o günlerde TBMM kulislerinin neredeyse en önemli konusu darbe söylentileridir.
Dönem içinde darbe tartışmalarının en üst seviyelerine çıktığı gün takvim
yaprakları 13 Haziran’ı göstermektedir. Dönemin istihbarat daire başkanı Bülent
Orakoğlu (2003), o gece darbe yapılmasından herkesin endişe duyduğunu kaydeder.
Hatta Orakoğlu kitabında, DYP’li Devlet Bakanı Bekir Aksoy’un o gece gece yarısına
doğru askeri birliklerin etrafında dolaşarak bir hareketlilik olup olmadığını
kontrol ettikten sonra evine gittiğini belirtir ([36]).
Akpınar (2001) da aynı günlerde milletvekili lojmanlarında yaşanan “darbe mi
oldu?” paniğini aktarır. Havai fişek gösterisinin neden olduğu patlama sesleri
üzerine milletvekili lojmanlarında panik havası yaşanmıştır. Milliyet
gazetesinin 14 Haziran’daki (1997) haberinde ise ABD Dışişleri Sözcüsü,
“REFAHYOL bir hafta içinde çekilmezse darbe olasılığı var” diye konuşmaktadır.
Aynı
günlerde Erbakan’ın gündeminde D-8 toplantısı vardır (Milli Gazete, 14 Haziran
1997). Sekiz İslam ülkesinin bir araya geldiği D-8 zirvesinde imzaların
atılması Milli Gazete’nin manşetinde “Tarihi gün” ve “D-8 Hayırlı olsun”
manşetleriyle iki gün üst üste haber yapılır (15 ve 16 Haziran 1997). Diğer
gazeteler bu toplantılara Milli Gazete kadar ilgi göstermez (Milli Gazete, 17
Haziran 1997).
Bu arada
Genelkurmay’ın işaret ettiği “İslami sermaye” yakın takibe alınır. İslami
sermaye listesinde adı bulunan kuruluşlar birer birer gazetelerde kendilerini
aklamaya yönelik ilanlar vermeye başlamışlardır. 18 Haziran günü “Kombassan’a
15 trilyonluk darbe” başlığıyla Hürriyet’e manşet olan habere göre, Sermaye
Piyasası Kurulu, mahkemeye başvurarak Kombassan’ın izinsiz olarak halka arz
işlemleriyle topladığı paralara “ihtiyati tedbir” kararı aldırtmıştır. Şirketin
hesapları bloke edilmiştir.
DYP ve BBP
ile aralarında imzaladıkları anlaşmaya güvenen Erbakan, 18 Haziran günü başka
bir alternatifi olmadığını düşündüğü formüllerini önermek için Çankaya Köşkü’ne
çıkar. Erbakan, bir yılı bile dolduramadığı başbakanlık koltuğundan istifa
ederken, yeni hükümeti kurma görevinin Çiller’e verilmesini isteyerek,
kurulacak hükümetin mecliste çoğunluk desteğine sahip olacağının garantisini,
“RP, DYP ve BBP milletvekillerinin imzalarını içeren noter tasdikli 282 kişilik
liste” ile verir (İba, 1999) ve Köşk’ten iner. Böylece Erbakan’ın 355 gün süren
başbakanlığı sona ermiş olur (Akın, 2000).
Bu arada
siyaset kulislerinde “RP’siz hükümet” formülleri istifadan çok daha önce
gündemdedir. Gazetelerde Yılmaz, Baykal ve Ecevit’in açıklamaları dikkati
çeker. Çiller ise “RP’siz olmaz” diye konuşmaktadır (Hürriyet, 20 Haziran
1997).
Hükümet
ortaklarının “havada ikmal” şeklindeki beklentilerinin aksine, 20 Haziran günü,
“sürpriz bir kararla” Cumhurbaşkanı Demirel; hükümeti kurma görevini Çiller’e
değil, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a verir (Hürriyet, 21 Haziran 1997).
“Ben görevimi yaptım” diyerek kendisini savunan Demirel’in yanında, Yılmaz ise
“Bir devlet krizi yaşanıyor. Hükümet ile ülkenin kurumları savaş halinde.
Türkiye bu sınavı demokrasi içinde ve Meclis çatısı altında aşmalı” diye
konuşur. Görev kendisine verilmeyen Çiller ise bunun bir “Çankaya darbesi”
olduğunu savunur (Bölügiray, 2000). Milli Gazete (21 Haziran 1997) ise “Görev
‘Yıkım Ekibi’nde” diye manşet atar.
ABD Başkanı
Bill Clinton (1997), bir süre sonra, Demirel’i öven açıklamalarda bulunur.
Clinton, Demirel’e şunları söyler: “Ülkenizi güç bir dönemden çıkarmada gösterdiğiniz
liderlikle, örnek bir devlet adamlığı sergiliyorsunuz. Başarınız için
desteğimiz yanınızdadır.”
Hükümeti
kurma görevinin Yılmaz’ın almasının ardından Meclis’te, RP dışında bir
hükümetin kurulması yönünde “geniş bir uzlaşma anlayışı” hakim olur (Hürriyet,
22 Haziran 1997). Meclis aritmetiği içinde ANAP liderliğinde kurulan yeni
hükümet, RP ve DYP’den istifalar sonrasında, üç ortaklı ve dördüncü bir
partinin dışarıdan desteği ile hayat bulur. Milli Gazete o günlerde (29-30
Haziran 1997) “Başkent’te resmen mebus pazarı kuruldu” eleştirisiyle
gelişmeleri yorumlar.
ANAP ve DSP
milletvekilleri ile DYP’den ayrılan milletvekillerinin kurdukları DTP’nin
ortaklığında, CHP’nin de dışarıdan “kerhen” desteği ile kurulan Yılmaz Hükümeti
ya da ANASOL-D hükümeti, 30 Haziran (1997) günü göreve başlar (Hürriyet, 1
Temmuz 1997).
Hükümetin
ilk günlerinde gündeme “son yılların en büyük skandalı” ve “Türk Watergate’i”
diye nitelenen “Köstebek Skandalı”, “bomba gibi” düşer (Hürriyet, 3 Temmuz
1997).
Köstebek
Skandalı
Sonradan
ortaya çıktığına göre, ilk kez MGK’nın Mayıs ayı toplantısında “Köstebek Olayı”
gündeme gelmiştir. Aktarıldığına göre (Ergin, 1997; İba, 1999), Genelkurmay
Başkanı Orgeneral Karadayı toplantıda, polisin Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na
ajan sokarak askeri bilgileri çaldığını söyler. Karadayı, devletin bir
kurumunun bir başka kurumunu gözetlediğini belirterek, bunun kabul edilebilir
bir yöntem olmadığını ifade eder. Ordu, Emniyet Teşkilatı’nı “casusluk”la
suçlarken; Emniyet, orduyu “darbe” hazırlığı içinde olmakla suçlar. Çiller ve
Akşener ise “böyle bir şeyden haberlerinin olmadığını ve derhal soruşturma
açacaklarını” ifade ederler.
İddia
şöyledir: ([37])
Askerlik hizmetini Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda yapan Emniyet İstihbarat
Dairesi mensubu Onbaşı Kadir Sarmusak, MİT İstihbarat Dairesi Başkan vekili
Bülent Orakoğlu’nun görevlendirmesiyle Genelkurmay Başkanlığı ile Kuvvet
Komutanlıklarının faaliyetleri hakkında MİT’e gizli rapor hazırlamış ve BÇG’ye
ait bir “darbe hazırlığı belgesi”ni Orakoğlu’na iletmiştir. Bu belge, iddiaya
göre, önce İçişleri Bakanı Akşener’e, oradan Çiller’e ve oradan da Erbakan’a
“Ordu darbe hazırlığı içinde” diye ulaşmıştır.
Akşener’in,
“TSK içinde belli bir grup cunta oluşturmuş ve darbe hazırlığına girişmiştir.
Bu hazırlık Emniyet İstihbarat Dairesi tarafından ortaya çıkarılmıştır” iddiası
Temmuz ayı başında “darbenin belgesi” tartışmalarıyla gündeme gelir (Sabah, 9
Temmuz 1997). Ardından Genelkurmay Başkanlığı, Akşener hakkında “TSK komuta kademesine
iftira ettiği gerekçesiyle” savcılığa suç duyurusunda bulunur (Sabah, 10 Temmuz
1997). Fatih Çekirge’nin imzasını taşıyan haberde ayrıca “bir askeri
yetkili”nin açıklamalarına yer verilerek Akşener’in iddiasının “yalan” olduğu
ifade edilir. “Darbenin belgesi” diye sunulan belgenin aslında irtica tehdidine
karşı kurulan BÇG’nin EMASYA (Emniyet Asayiş Yardım) Planı çerçevesinde
hazırlanan belge olduğu belirtilir (Çekirge, 1997). Daha sonra Bölügiray (2000)
da bu belgenin EMASYA planı çerçevesinde irtica tehdidine karşı alınacak
önlemlere destek verecek istihbarat gereksinmesinin sağlanmasıyla ilgili bir
çalışma belgesi olduğu ve “yok edilmek üzere” Onbaşı Sarmusak’a verilmiş “ham
bir yazı” olduğu kaydeder.
Asker ve
polis koordinasyonunu düzenleyen EMASYA Planı, polis ve jandarmanın istihbarat
dahil görevleriyle ilgili düzenlemelerini kapsamaktadır (Çekirge, 1997; Ünal,
2001). Plan, devlet birimlerinin eşgüdümünün nasıl sağlanacağını ve bu konuda
TSK birimlerinin ne gibi önlemler alacağını içermekte, bu çalışmalar için MİT
ve İçişleri Bakanlığı ile de eşgüdüm yapılmaktadır (Bölügiray, 1999; Çekirge,
1997).
Gerek
komutanların açıklamaları ve gerekse siyasilerin basın toplantıları, BÇG’nin
faaliyetlerini açığa çıkarması açısından kamuoyunda önemli bulunur. “Gizli” ve
“Kişiye Özel” kimi belgeler medyada olmasa bile Akel’in (1998) “Erbakan ve
Generaller” adlı kitabında yer alır ([38]).
O günlerde
İç Hizmet Kanunu’nun 35’inci maddesine dayanarak “durumdan vazife” çıkaran
TSK’ya karşı, Emniyet’in de 2559 sayılı Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu’nun
Ek-7 maddesine dayanarak, “ülke güvenliği ve savunması” çerçevesinde darbe
olasılığına karşı “durumdan vazife” çıkardığı ileri sürülür (Akel, 1998;
Orakoğlu, 2003). Daha sonra askeri yargıya intikal eden olayın medyaya pek de
yansımayan boyutlarını Orakoğlu, “Darbeyi rapor ettim..” üst başlığıyla
yayınlanan “Deşifre” adlı kitabına konu edecektir.
Ordu’daki
“köstebeğin” açığa çıkmasının ardından siyasiler bu olaydan haberleri
olmadığını ileri sürerler. İçişleri Bakanı Akşener’in bu konunun MGK’da
konuşulmadığını ve olaydan haberli olmadığını iddia etmesi üzerine komutanlar,
MGK zabıtlarını yayınlama tehdidinde bulunurlar. Skandal, polis ve ordu
arasında gerilen iplerin yeniden hükümet ve ordu boyutunda daha da gerilmesini beraberinde
getirir. Darbe söylentileri ise gündemin en önemli konuları arasında yer
almaya devam eder. Daha sonra, hükümetin
yıkılmasının ardından askeri mahkeme tarafından tutuklanan Sarmusak ve
Orakoğlu, aylar süren yargılamadan sonra beraat ederler ([39]).
ANASOL-D
Hükümetinin Güvenoylaması
ANAP lideri
Yılmaz başbakanlığında kurulan ANASOL-D Hükümeti, 12 Temmuz’da 256 ret oyuna
karşın, 281 oyla güvenoyu alır ([40]).
DSP lideri Bülent Ecevit’in “ulusal uzlaşı hükümeti” adını verdiği yeni
kabinede 21 ANAP, 11 DSP, 5 DTP’li milletvekili ile bağımsız Yalım Erez
bulunmaktadır.
Başbakan
Mesut Yılmaz, güven oylamasının ardından yaptığı teşekkür konuşmasında şunları
söyler: ([41])
“Yüce
Meclis, bir defa daha, inisiyatifin kendi elinde olduğunu ve milletin mukadderatına
sahip çıktığını göstermiştir. Yüce Meclisin iradesine ipotek koymak mümkün
değildir. Bugünden itibaren, Türkiye'de yeni bir dönem başlamaktadır. Bu yeni
dönemde atacağımız ilk adım, her şeyin yeniden normale dönmesi olacaktır.
55’inci Hükümet gücünü milletin desteğinden ve Meclis’in iradesinden
almaktadır. Uzlaşma, hoşgörü ve anlayış içerisinde çözülemeyecek sorun yoktur.
Hükümetimizin yolu Büyük Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda çizdiği
yol olacaktır”.
Öte yandan
yeni hükümetin “Genelkurmay’ın isteği doğrultusunda kurulduğunu” ve “MGK
kararlarını uygulayacak güdümlü ve vesayetçi bir hükümet” olduğunu söyleyenler
de vardır. Bunlar da hükümete “MGK hükümeti” ya da “ordu destekli ulusal uzlaşı
hükümeti” adını vermişlerdir (İba, 1999). Milli Gazete (1 Temmuz 1997) ise
hükümete “Çankaya hükümeti” nitelemesinde bulunmaktadır.
Doğan Güreş
ise hükümetin kurulmasının ardından DYP’den istifasını açıklar (Hürriyet, 15
Temmuz 1997). Güreş, başından beri “sorunların ancak ANAYOL artı CHP veya DSP
koalisyonu ile çözülebileceğini” savunduğunu belirterek istifasının gerekçesini
ifade eder. Aynı gün güvenoylamasında TBMM’ye gelmeyen Mahmut Yılbaş ve Mustafa
Zeydan da partilerinden istifalarını sunalar (Hürriyet, 15 Temmuz 1997).
Sonunda
“hesapları tersine dönen”, RP ve DYP olup bitenlere kızgındır. Bir yandan RP
kapatma davası ile yüz yüzedir ve diğer yandan da DYP artık 45 milletvekilinin
istifasının ardından 90 sandalye ile Meclis’te temsil edilmektedir. Erbakan’ın
(1997, 29 Temmuz) yorumuyla ANASOL-D Hükümeti’ndeki D’nin manası “Demirel
takviyesi”dir ve bu hükümet “kartelci medya, kumarhaneciler ve rantiyeciler
tarafından Cumhurbaşkanı’na kurdurulmuştur”.
Kesintisiz
Eğitim Tartışması
Temmuz
ayının ortalarında Ankara’nın gündeminde üç olay konuşulmaktadır. Çiller’in
“CIA hesabına casusluk yaptığı” iddiasıyla Genelkurmay Askeri Savcılığı
soruşturma açmıştır. Emniyet istihbarat Dairesi eski Başkanvekili Bülent
Orakoğlu, Genelkurmay Başkanlığı’nda “casusluk operasyonu yaparak gizli askeri
belge sızdırdığı” gerekçesiyle Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Mahkemesi
tarafından tutuklanmıştır. “Darbe iddiası”nda bulunan İçişleri eski Bakanı
Meral Akşener hakkında da Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma açmıştır
(Hürriyet, 17 Temmuz 1997).
Yılmaz
Hükümeti’nin gündeminde ise, “boşalmış bir Hazine ve cumhuriyet tarihinin en
büyük bütçe açığının gerekli kıldığı zam yağmuru” vardır (Hürriyet, 17 Temmuz
1997). 22 Temmuz günü
“Türkiye’nin 24 yıldır çıkarmaya çalıştığı” sekiz yıllık temel eğitim yasası,
Bakanlar Kurulu’nda kabul edilerek Meclis’e sunulur (Hürriyet, 23 Temmuz 1997).
Yapılan ilk
MGK toplantısında hükümete “irtica ile mücadelenin” devam ettiği anlatılır.
Toplantı sonrasında “Rejim aleyhtarı irticai faaliyetlere karşı alınması
gereken tedbirlerin kararlılıkla uygulanmasının gereği üzerinde tüm kurul
üyelerince görüş birliğine varıldığı” açıklanır (AA., 25 Temmuz 1997). Meclis,
tatili erteleyerek sekiz yıllık eğitim yasasını çıkaracağını açıklar.
Hükümetin
“eğitim reformu” adıyla sunduğu sekiz yıllık eğitim yasasına muhalefet
partileri RP, DYP ve BBP’den sert yanıt gelir. Başbakan Yılmaz’ı “vazife
çıkarmak” ve “güdümlü olmak” nitelemeleriyle suçlayan RP’liler, “İmam Hatip
Liseleri’nin ve Kur’an Kursları’nın kapatılmak istendiğini”, “halkın dini, imanı,
tarihiyle savaşıldığını” ileri sürerek, yasayı “ihanet yasası” diye
adlandırırlar (Milli Gazete, 24 Temmuz 1997).
RP Genel
Başkan Yardımcısı Abdullah Gül, “Türkiye’deki eğitim sisteminin ideolojik
nedenlerle ve İmam Hatip düşmanlığı yüzünden büyük bir çıkmaza sürüklenmeye
çalışıldığını” savunur (Milli Gazete, 26 Temmuz 1997).
Yasanın
Meclis’e gelmesine ilk tepki Üsküdar İmam Hatip Lisesi mezunlarından gelir
(Milli Gazete, 27 Temmuz 1997). Protestocu grup, “İmam Hatipler Kapatılamaz”
yazılı siyah çelenk ve pankartlarını ANAP Üsküdar teşkilatının önüne bırakır.
Ardından eylemler sokaklara ve cami avlularına yayılır.
İlk büyük
protesto eylemi, 29 Temmuz günü başkent Ankara’da gerçekleştirilir. Kesintisiz
temel eğitim yasasına karşı çıkan eylemciler Kızılay Meydanı’nda düzenledikleri
gösterinin ardından TBMM Dilekçe Komisyonu’na ulaşarak “temel eğitimin sekiz
yıl olması, ancak 5+3 şeklinde uygulanması” yönünde taleplerini bildirirler
(Milli Gazete, 30 Temmuz 1997). Olaylı gösteride polisin sakallı, sarıklı, cübbeli
göstericilere “hoşgörülü davrandığı” iddiaları başka bir tartışma başlatır
(Hürriyet, 30 Temmuz 1997). Gazetecilere saldıran bazı polislerin görüntüleri
televizyon ekranlarından kamuoyuna yansır. Kanal D muhabiri, “polis dayağı”
sonucu ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılmıştır (Hürriyet, 30 Temmuz 1997).
Hürriyet
gazetesinin (30 Temmuz 1997) “tehlikeli provokasyon” diye nitelediği eylem
haberinde, “orta çağın karanlıklarından çıkıp gelmiş görüntülerin Ankara
sokaklarında dolaştığı” ifadesine yer verilir. Göstericiler sık sık Başbakan
Yılmaz’a yönelik “Mesut bir gün öleceksin, imamın eline düşeceksin”,
Cumhurbaşkanı Demirel’e yönelik “Çankaya’nın şişmanı, İslam düşmanı”, medyaya
yönelik de “İsrail uşağı şerefsiz medya” ve “satılmış medya” sloganları atar.
“Yaşasın şeriat”, “Kur’an bizim canımız, feda olsun kanımız” gibi sloganlar ise
bundan sonra daha sık duyulmaya başlar. Gösteriye çok sayıda RP’li
milletvekilinin katılması da dikkati çeker.
Aynı gün bir
basın toplantısı düzenleyen RP Genel Başkan Yardımcısı Gül, sekiz yıllık
eğitimin kesintisiz olmasını “basın destekli sivil-asker bürokrasi ve sol
partilerin dayatması” diye niteler. Gül, “Bunu ancak ara rejim ürünü hükümetler
yapar. Yarın halkın karşısına gidecek olan hiçbir iktidar bunu yapamaz” diye
konuşur (Hürriyet, 30 Temmuz 1997).
Hürriyet
gazetesinin katılımcıların sayısının beş bini bulmadığı gerekçesiyle “fiyasko
eylem” diye nitelediği eylem için Milli Gazete, “Demokratik eylem dayatmacıları
sarstı” yorumunda bulunur (30 Temmuz 1997).
Ardından
RP’liler sekiz yıllık eğitim için referanduma gidilmesi önerisini gündeme
getirirler (Milli Gazete, 31 Temmuz 1997). İzleyen günlerde de rutin hale
gelmeye başlayan cami çıkışında düzenlenen kesintisiz eğitim karşıtı eylemler,
yasa tasarısının görüşülmeye başlanması ile ülke geneline yayılır.
Türkiye
Gönüllü Teşekküller Vakfı’na bağlı 75 dernek ve vakıf adına açıklama yapan
ÖNDER, İlim Yayma Cemiyeti ve Ensar Vakfı yetkilileri, Türkiye’nin yedi
bölgesinde Pazartesi ve Salı günleri miting yapma kararı alır. Rize, Erzurum,
Şanlı Urfa, Muş, Kütahya, Kayseri ve Kocaeli’nde yapılacak mitinglerin Türkiye
geneline yayılacağı ve 9 Ağustos’ta Ankara Tandoğan Meydanı’nda ve 40 ilde
yapılacağı ilan edilir (Milli Gazete, 2 Ağustos 1997).
Öte yandan
yurt çapında sekiz yıllık eğitim uygulaması için gereken kaynağın bulunabilmesi
için başlatılan “eğitim seferberliği”ne bütün illerden ve medya büyük destek
gelir. Milliyet gazetesinde kampanyanın adı “Aydınlık Yarınlara Bir Işık”tır
(Milliyet, 7 Ağustos 1997).
PİAR-GALLUP’un
25-28 Temmuz günleri arasında 11 yerleşim merkezinde Türkiye seçmen nüfusunu
temsil eden 1028 kişi ile gerçekleştirdiği anketin sonuçları o günlerde sekiz
yıllık eğitim konusunda halkın düşüncelerini ortaya koyması açısından dikkat
çekicidir (Sabah, 30 Temmuz 1997). Ankete göre, halkın yüzde 58’i sekiz yıllık
eğitimi desteklemekte, yüzde 35’i karşı çıkmaktadır. sekiz yıllık eğitimi
destekleyenlerin yüzde 39,1’i bunu dünya standartlarına ulaşabilmek için, yüzde
33,3’ü İmam Hatip Liseleri’nin orta kısımlarının kapatılması için, yüzde 9,5’i
MGK kararlarının uygulamak için, yüzde 6,5’i de irticai faaliyetleri önlemek
için istediğini ifade etmektedir.
Komutanların
Veda Zamanı
28 Şubat
Kararları’na imza atan komutanlar için Ağustos ayı veda zamanıdır. YAŞ’nın 1
Ağustos günü Başbakan Yılmaz başkanlığında başlayan toplantısında Kara
Kuvvetleri Komutanı Hikmet Köksal, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven
Erkaya, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Teoman Koman ve Hava Kuvvetleri
Komutanı Orgeneral Ahmet Çörekçi emekliye ayrılır. Kara Kuvvetleri
Komutanlığı’na 1. Ordu Komutanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, Deniz Kuvvetleri
Komutanlığı’na Donanma Komutanı Oramiral Salim Dervişoğlu, Hava Kuvvetleri
Komutanlığı’na MGK Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç, Jandarma Genel
Komutanlığı’na Üçüncü Ordu Komutanı Orgeneral Fikret Özden Boztepe atanır.
Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir ise aynı görevde kalır
(Hürriyet, 4 Ağustos 1997). Toplantıda ayrıca, 73’ü “irticacı” olmak üzere, 76
subay ve astsubayın da ordu ile ilişiği kesilir (Hürriyet, 3 Ağustos 1997).
Emekliye
ayrılan Oramiral Erkaya, daha sonra Yavuz Donat’a verdiği röportajında
(Milliyet, 13 Ağustos 1997; Donat, 2001) bir durum değerlendirmesi yaparak
şunları söyler:
“Son aylarda
biz grup olarak, yani komuta kademesi olarak bir misyon üstlendik… Bizim
üstlendiğimiz misyonun iki ayağı vardı: Birincisi, irticanın bir tehlike
olduğunun Türk toplumu farkına varmalıydı. İkincisi, bu işi asker değil,
siviller çözmeliydi. Sivil toplum… Örgütler… Siyaset … Yani silahsız
kuvvetler.”
Dizi yazı
biçiminde yayınlanan röportajda Erkaya, 28 Şubat MGK toplantısı öncesi ve
sonrasını Donat’a ayrıntıları ile aktadır. Aynı günlerde Hürriyet gazetesinde
ise Sedat Ergin’in (1997) kaleme aldığı “Fırtına Dosyası”, dizi yazı halinde
yayınlanır.
Sekiz
Yıllık Zorunlu Kesintisiz Temel Eğitim Kanunu
28 Şubat
Kararları’nın en önemli maddesi sayılan sekiz yıllık zorunlu kesintisiz temel
eğitim “maratonu”, TBMM’de 15 Ağustos (1997) günü başlayan ve gece yarısına
sarkan görüşmelerden sonra yapılan oylama ile son bulur ([42]). İlköğretim ve Eğitim Kanunu,
Millî Eğitim Temel Kanunu, Çıraklık ve Meslek Eğitim Kanunu ile Millî Eğitim
Bakanlığının Teşkilât ve Görevleri Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun Tasarısı; tasarının tümü üzerinde yapılan oylamada 244’e
karşı 275 oyla, kanunlaşır ([43]).
Tasarının yalnızca “din eğitimini düzenleyen” hükmü olan dördüncü maddesi
reddedilmiştir (Hürriyet, 16 Ağustos 1997).
Türkiye
Cumhuriyeti tarihinde eğitim sisteminde yeni bir döneme işaret eden “eğitim
reformu” yasa tasarısı 12 gün ve 9 gecelik bir çalışmanın sonunda kabul edilir.
Oylamada iktidar 12, muhalefet 16 “fire” vermiştir. 29 milletvekili ise
oylamaya katılmamıştır (Hürriyet, 17 Ağustos 1997). İlköğretimi, kesintisiz sekiz
yıla çıkaran yasayla; İmam Hatipler’in, Anadolu Liseleri’nin, Meslek Teknik
Okulları’nın ve özel okulların orta kısımları kapatılır. RP’lilerin yasaya
tepkileri ise, “16 Ağustos cehalet bayramı kutlu olsun, 16 Ağustos yarasa
bayramı kutlu olsun” diye Meclis’te slogan atmak olur (Milliyet, 17 Ağustos
1997). Milli Gazete (17 Ağustos 1997) yasanın çıkışını “İnanca set çektiler”
sözleriyle manşetine taşır.
Bu arada
yasayı protesto eden gruplar, Meclis’te görüşme ve oylamaların sürdüğü 15
Ağustos günü Ankara, Konya, Elazığ, Samsun, Bursa ve Erzurum’da Cuma namazı
çıkışında gösterilerde bulunmuş, İstanbul’daki olaylarda üçü kadın 21 polis ve
beş gazeteci yaralanmış, toplam 66 kişi gözaltına alınmıştır (Hürriyet, 16
Ağustos 1997). Radikal gazetesinin (16 Ağustos 1997) haberine göre, “Akit ve
Milli Gazete’nin yasayı protesto etmek için eyleme çağırdığı” gruplar, camiden
çıkıp polisle çatışmaya girmiştir.
Başkanlık
Sistemi Tartışması
Meclis’in
tatile girmesinin ardından gündemin en önemli konusu, ekonomik sorunlar ve
Güneydoğu Anadolu sorunu olur. IMF ile görüşmeler başlar. RP ise kapatma davası
sorunuyla meşguldür. Ancak Eylül ayının ilk haftasında medyanın gündemine
Prenses Diana’nın sevgilisi Dodi El Fayed ile paparazilerin takibinden kaçarken
uğradıkları trafik kazasında ölümleri oturur (Hürriyet, 1 Eylül 1997).
Eylül ayı
başında Genelkurmay Başkanı Karadayı’nın sözleri yine gündeme damgasını vurur
(Hürriyet, 10 Eylül 1997). “İrtica endişemiz aynı dozda sürüyor” diyen
Karadayı’ya Başbakan Yılmaz, “Daha da zorlarsak, şişe alttan patlar” yanıtını
verir (Hürriyet, 10 Eylül 1997). Yılmaz, “BÇG’nin artık gereksiz olduğunu”
söylemektedir (Hürriyet, 11 Eylül 1997).
Yılmaz’ın
Susurluk Skandalı’nı “aydınlatmak” için geniş yetkilerle görevlendirdiği
Başbakanlık Takip Kurulu Başkanı Kutlu Savaş, izleyen günlerde günün adamı olur
(Hürriyet, 16 Eylül 1997). Skandal yeniden gazete manşetlerini bir numaralı
konusu haline gelir.
Cumhurbaşkanı
Demirel (1997, 18 Eylül) ise, “başkanlık
sistemi” önerisiyle dikkatleri çeker. Ülkenin içinde bulunduğu durumu ifade
ederken, “yaşadığımız olaylar Meclis hükümetini tartışmalı hale getirmiştir”
diyen Demirel şunları söyler:
“65
milyonluk Türkiye daha iyi yönetilmelidir. Bu da Türkiye’yi başkanlık sistemi
arayışına götürüyor. Ben, Cumhurbaşkanı’nı halkın seçmesinden yanayım.
Başkanlık ve yarı başkanlık sistemi olabilir”.
Demirel’in
“bizi başkan yönetsin” şeklindeki açıklamalarına, siyasi parti liderleri
“mesafeli” yaklaşır (Hürriyet, 29 Eylül 1997). Ancak izleyen günlerde de
Demirel, başkanlık sistemini tartışmaya devam eder (Hürriyet, 29 Eylül 1997).
Yurttaş
Girişimi’nin öncülük ettiği ve bir ay devam eden “Sürekli Aydınlık İçin Bir
Dakika Karanlık” eylemi, Eylül ayının son günü yeniden başlar. Ekonomi ile
ilgili yeni yasa ve düzenlemeler gündemin diğer başlıklarıdır. Kıbrıs sorununda
yaşanan gelişmeler ise bir anda gündemi değiştirir. Ekim ayının ilk haftasında
da Meclis, yeniden mesaidedir.
RP’nin
Savunma Süreci
Cumhurbaşkanı
Süleyman Demirel, Ekim ayının ilk günü TBMM’nin yeni yasama yılının açılışı
nedeniyle yaptığı konuşmada, “devlette reform” isteğini tekrarlar (Hürriyet, 2
Ekim 1997). “Demokratik rejim tartışmaları ve Cumhuriyet’in temel
niteliklerinin tartışılması ülke gündeminde artık yer almamalıdır” diyen
Demirel, şöyle konuşur: “Ordumuz; demokrat bir ülkenin, demokrat bir milletin
ve demokrat bir devletin ordusudur. Türk milleti kendi özü olan silahlı
kuvvetlerine her zaman güvenmiş ve onu her zaman kucaklamıştır. TSK, milletin
birlik ve bütünlüğünü perçinleştiren bir unsurdur.”
İzleyen
günlerde mitingler düzenleyen Çiller ise, Ordu’ya ve hükümet ortaklarına
eleştirilerini sürdürür. Yılmaz için “siyasi onbaşı”, Ordu için de
“Cumhuriyetin hamisi kesilmesin” suçlamasında bulunan Çiller, sekiz yıllık
eğitim konusunda da meslek okullarının, İmam Hatipler’in kapatıldığını, Kur’an
Kursları’nın, ezanın ve hafızlık müessesesinin ise kısıtlandığını belirterek,
“Devletin yaptığını yasaklarsanız, o zaman yerin altına girer, o zaman tehlike
olur. İmam Hatipler’i Atatürk önerdi,
Adnan Menderes açtı, Mesut Yılmaz geldi kapadı diyecek millet” diye konuşur
(Hürriyet, 8 Ekim 1997).
Bu sırada
kapatma davasının savunma hazırlıkları ile meşgul olan RP ise, Anayasa
Mahkemesi’ne ekleriyle birlikte beş bin sayfayı geçen dosyasını sunar (Akel,
1998). Savunmada ağırlıklı olarak davayı açan Başsavcı Savaş’a yüklenilerek
Atatürk’ten övgüyle söz edilir. Gözler RP’nin kapatılmasıyla ilgili davaya
çevrilmişken, REFAHYOL dönemindeki açıklamaları nedeniyle dava açılan RP’lilere
ilk ceza 10 Kasım törenleri nedeniyle gelir. Ankara DGM, Şükrü Karatepe’yi, 10
Kasım’daki açıklaması nedeniyle “halkı din farkı gözeterek kin ve nefrete
tahrik”ten bir yıl hapis cezasına çarptırır (Hürriyet, 10 Ekim 1997). Çok
geçmeden ikinci karar “Kudüs Gecesi” için çıkar (Hürriyet, 16 Ekim 1997). Bekir
Yıldız, “Hizbullah’a yardım ve yataklıktan” üç yıl dokuz ay, “halkı din ve
mezhep farkı gözeterek düşmanlığa tahrik”ten 10 ay hapis cezasına çarptırılır ([44]).
Öte yandan
Ekim ayında üniversitelerin açılmasıyla birlikte türban sorunu gündeme gelir.
“Başörtüsüne özgürlük” eylemleri İstanbul başta olmak üzere pek çok ilde
dikkati çeker. Kesintisiz eğitim uygulamasının protestolarını da içeren
eylemler, şubat ayına dek RP’nin kapatma sürecine yönelik haberler ile birlikte
Milli Gazete’deki ağırlığını korur.
Kanal
7 Olayı
Gündeme bir
ara yine Kıbrıs konusu ve Susurluk davası girdikten sonra CHP lideri Baykal’ın
21 Ekim’de (1997) açıkladığı Kanal 7 dosyası; iddiaya göre, kapanma sürecindeki
RP ile ilgili “önemli” belgeleri ortaya koyar (Hürriyet, 22 Ekim 1997). RP’li
belediyelerin kamu kaynaklarını “cihat amacıyla her ay Kanal 7 televizyonuna
parasal yardım yaparak kullandığı” açıklaması medyada büyük yankı bulur. Kanal
D’de yayınlanan “Söz Fato’da” programının yapımcısı Fatma Girik ve ekibinin CHP
grup toplantısında gerçekleştirdikleri sinevizyon gösterisinde Erbakan’ın “TV
olmadan cihat olamaz. Ölümden sonra o zifiri karanlıkta bir şeyin size yol
göstermesini istiyorsanız o, bugün inançla Kanal 7 için vereceğiniz para
olacaktır” sözleri yayınlanır. Daha sonra belgelerle hangi belediyenin Kanal
7’ye ne kadar kaynak aktardığı açıklanır. Milli Gazete ise haber üzerine “yine
iftira, yine yalan” açıklamasında bulunur. Gazete bunun bir “çamur kampanyası”
olduğunu yazar (23 Ekim 1997).
Gazete manşetlerine
artık belediyelerle ilgili “yolsuzluk” iddiaları birbiri ardına girmeye başlar.
Usulsüz ihale ve krediler hakkında soruşturmalar açılır. Öte yandan Çiller’in
de başı, malvarlığı konusundaki iddialarla ağrımaktadır.
Cumhuriyet
bayramı kutlamaları 29 Ekim 1997 günü bir başka renkte yaşanır. Kutlama
coşkusuyla ilgili olarak “Komplo Teorisi” başlıklı bir yazı kaleme alan Ilıcak
(2001b), kutlama törenlerinin arkasında MGK Genel Sekreterliği’nin varlığına
ortaya atar. Ilıcak şöyle yazar: “29 Ekim kutlamalarının nasıl olacağına dahi,
MGK Genel Sekreterliği karar veriyor ve bakanlıklara, TRT’ye, YÖK’e talimat
gönderiyor…. 29 Ekim’de Boğaz Köprüsü’nün ışıklandırılmasını, TRT kanallarında
Atatürk ve Kurtuluş Savaşı ile ilgili belgesellerin yayınlanmasını, Sivas’tan
Ankara’ya cumhuriyet treninin kaldırılmasını, havai fişek gösterilerinin
düzenlenmesini MGK istiyor; bu konuda emri MGK veriyor. Hükümet de buna ses
çıkarmıyor. Çünkü hükümet, varlığını bir kısım basına ve onların arkasındaki
büyük sermayeye borçlu.”.
MASK
Değişikliği
Değişen
bölge ve dünya koşullarına göre yeniden düzenlenen Milli Güvenlik Siyaseti
Belgesi (MGSB) Ekim ayında yapılan MGK toplantısının başlıca gündem konusudur.
Belge ile siyasal islamın Türkiye için tehdit olduğu ve mücadele edilmesi
gerektiği resmi devlet politikası haline getirilir. Toplantıda ayrıca OHAL
uygulaması, Ege ve Kıbrıs konusunda meydana gelen son siyasi ve askeri
gelişmeler değerlendirilir (AA., 31 Ekim 1997).
İba’nın
(1999) ifadesine göre, Genelkurmay Başkanlığı tarafından sürdürülen MASK
çalışmaları iki kitapçık ve 10 adet ekten oluşmaktadır. Ocak ayında
hazırlıklarına başlanan konseptin oluşmasından sonra yapılan iç düzenlemeler,
Ekim ayındaki MGK toplantısında MGSB’nin kabulü ile sonuçlanmıştır. Böylece 17
Eylül 1992 tarihli belgede tanımlanan birinci öncelikli tehdit unsuru olan
“bölücülük” ile yeni belgede “irtica tehdidi” eşdeğer kabul edilmiştir.
MGK’nın MGSB
başlıklı kararıyla iç ve dış konularda belirlenen ve Bakanlar Kurulu’na
bildirilen ilkeleri 4 Kasım 1997 günü Hürriyet gazetesinde yayınlanır. Üçüncü
ilkeyi gazetenin, “Bu maddeyi devletin hassasiyet yaratan çok gizli bir kararı
olması dolayısıyla yazamıyoruz” diye açıkladığı toplam 14 ilke şöyle
sıralanmaktadır:
1.
Bölücü ve irticai faaliyetler eşit ve birinci
derecede önceliklidir.
2.
Siyasal İslam, Türkiye için tehdit unsuru olmaya
devam etmektedir.
3.
Türk Milliyetçiliği bazı kesimlerce ırkçılığa
dönüştürülmek istenmektedir. Ülkücü mafya bundan yararlanmak istemektedir. Bu
da bir tehdit unsuru oluşturmaktadır.
4.
Aşırı sol yine tehdit unsuru olmakta devam
etmektedir. Ancak bir yumuşama içinde olduğu görülmektedir.
5.
Türk Cumhuriyetleri’yle ilişkiler daha da
güçlendirilmeli ve bu ülkelerin yönetimlerinin gücünün korunmasına destek
olunmalıdır.
6.
Yunanistan ile ilişkilerde tehdit algılanmasına
dikkat edilmelidir. Türkiye’nin bir tercihi olmamasına karşın, Yunanistan ile
bir çatışmanın çıkabileceği gözden kaçırılmamalıdır.
7.
Yunanistan ile çıkabilecek bir çatışma haline,
Suriye de Türkiye ile çatışmaya girebilir.
8.
Türkiye’nin komşusu olan ülkelerle ilgili önceki
değerlendirmeler aynen korunmalıdır.
9.
Kamusal alana kaymamak koşuluyla mahalli ve
kültürel özelliklerin geliştirilmesine yönelik düzenlemeler yapılmalıdır.
10.
Adalet ve devletin yönetim sitemindeki eksiklik
ve aksaklıklar acilen giderilmelidir.
11.
Türkiye’nin Batı’ya dönük yüzünde hiçbir
değişikliğe gidilmemelidir.
12.
Türkiye’nin AB’ye tam üyelik konusundaki hedefi
korunmalıdır. Ancak bazı Avrupa ülkelerinin bu konudaki olumsuz tutumları göz
ardı edilmemelidir.
13.
Türkiye’nin dünya ile bütünleşmesine yönelik,
özelleştirme de dahil ekonomik çabalar artırılmalıdır.
Belgenin
kabulünün ardından Başbakan Yılmaz belgenin önemine işaret eden şu açıklamada
bulunur: “Belgenin bütün bakanlıklar için bağlayıcı bir niteliği var. Bu gizli
bir belge. Herhangi bir kanun ya da kararname çıkarırken, herhangi bir
uluslararası anlaşma yapılırken eğer bu belge ile bir çelişki varsa, aykırılık
varsa, mutlaka gideriliyor” (Hürriyet, 3 Kasım 1997). Ancak belge için “gizli
anayasa” eleştirileri yapılır (İba, 1999). İba’ya (1999) göre de belgenin
onaylanması, “Fırtına Harekatı’nın ikinci evresi” sayılmaktadır.
Devletin tüm
kurum ve kuruluşlarının politika ve icraatları üzerinde bağlayıcılığı bulunan
belgenin onaylanmasının ardından Genelkurmay Başkanlığı devletin üst düzey
bürokratlarına “Türkiye’nin Jeopolitik Yapısı, İç ve Dış Tehditler” adıyla
brifingler vermeye başlar. 10 Aralık 1997 günü Başbakanlık müsteşar
yardımcıları, genel müdürleri ve daire başkanlarından başlayan brifingler diğer
bakanlıklar düzeyinde daha sonra devam eder. MGK’nın yapısı, işlevi ve
tarihçesinin de anlatıldığı bu brifinglerde, MGSB’nin hazırlanmasının önemi
vurgulanarak “Devletin milli güvenlik siyasetini içeren resmi belge” diye
tanımlanmaktadır (İba, 1999). Belge bundan sonra kurulacak hükümetleri ve
devletin geleceğini bu ilkelere uyma şartına bağlamaktadır.
Öte yandan,
ANASOL-D Hükümeti döneminde, “Rejim aleyhtarı irticai faaliyetlerle mücadele”
için Başbakanlık bünyesinde “Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon
Kurulu” ya da kamuoyunda bilinen adıyla “Sivil Çalışma Grubu” da kurulmuştur
(Akpınar, 2001).
Temiz
Toplum Eylemleri
Susurluk
Skandalı’nın birinci yıl dönümünde “devlet, mafya ve siyaset” üçgeninde “bir
arpa boyu bile yol alınamadığı” gazete manşetlerine çıkar (Milliyet, 2 Kasım
1997). Skandal kazanın yıldönümünde 17 bin nüfuslu Susurluk’ta 25 bin kişi
“Temiz Toplum” yürüyüşüne katılır (Hürriyet, 3 Kasım 1997).
Bu arada
Yunanistan ile “Ege Krizi” gündemin bir diğer başlığıdır. Başbakan Yılmaz, “her
an savaş patlayabilir” diye açıklamalarda bulunmaktadır (Hürriyet, 3 Kasım
1997).
Bir yıl
aradan sonra 10 Kasım Atatürk’ü anma törenlerine yine büyük bir katılım
gerçekleşir. Törende Cumhurbaşkanı Demirel “Laik devleti Müslümanlığa karşı
göstermek, Cumhuriyet’e yapılacak en büyük sabotajdır. Bırakın, halkın
duygularını istismar etmeyin. Girmeyin camiye, okula” diye konuşur (Hürriyet,
11 Kasım 1997).
İzleyen
günlerde yolsuzluk iddialarıyla Şişli Belediye Başkanlığı’ndan istifa eden
ANAP’lı Gülay Aslıtürk, “Temiz Toplum” sloganı altında işlenen temalardan bir
diğerinin kahramanı olur (Hürriyet, 14 Kasım 1997). Gündemin “vazgeçilmez”
konusu haline gelen Susurluk Skandalı çerçevesinde ise, DYP milletvekilleri
Mehmet Ağar ve Sedat Bucak’a yargı yolunun açılması tartışmasıyla birlikte,
“milletvekili dokunulmazlıklarının sınırlandırılması” konusu sokaklara ve
Meclis’e taşınır (Hürriyet, 21 Kasım 1997). TÜRK-İŞ, DİSK ve TOBB gibi
demokratik kitle örgütleri, “Beyaz Kurdele Kampanyası” başlatır. Eyleme
milletvekilleri ve sanatçılardan destek gelir (Hürriyet, 23 Kasım 1997).
MHP’de ise
Alparslan Türkeş’in ölümünden sonra başlayan “olaylı genel başkanlık yarışını”,
Devlet Bahçeli kazanır (Hürriyet, 24 Kasım 1997). Hükümetin ilk gününden beri
gündemde olan “enflasyonla mücadele” başta olmak üzere ekonomik sorunlar,
alınacak önlemler ve açılacak paketlerin içerikleriyle gündemdeki yerini korur.
AB ile üyelik görüşmeleri ise gündemdeki bir diğer konu başlığıdır.
Özel radyo
ve televizyon kuruluşlarına frekans tahsisi, Kasım ayının MGK toplantısında
masaya yatırılır. Toplantıdan sonra yapılan açıklamada, “devletin Anayasamızda
belirtilen vazgeçilmez, temel niteliklerine ve konudaki uyulması zorunlu
hükümlerine aykırı yayın yapan kuruluşlara karşı gerekli her türlü önlemin en
kısa sürede alınmasının uygun olacağı konusunda görüş birliğine” varıldığı
ifade edilir (AA., 26 Kasım 1997). Açıklamada rejim karşıtı yayın yapan radyo
ve televizyon kuruluşların bulunduğu ve bunlara karşı en kısa zamanda önlemler
alınması gerektiğinin altı çizilir.
Kasım ayının
son pazar günü, nüfus tespiti ve seçmen yazımı nedeniyle sokağa çıkma yasağı
uygulanır (Hürriyet, 30 Kasım 1997).
“Minareler
Süngümüz”
Kapatma
tehlikesi ile sancılı günler yaşayan RP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye
Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ise o günlerde medyanın pek de dikkatini çekmeyen
bir konuşma yapar. 6 Aralık 1997 günü Siirt’te toplanan kalabalığa seslenen
Erdoğan, daha sonra Ziya Gökalp’e ait olduğunu söylediği şiiri okur ([45]).
Erdoğan’ın konuşması özetle şöyledir: (Hürriyet, 24 Eylül 1998)
“Türkiye’de
düşünce özgürlüğü yok ve ırk ayrımı yapılıyor. Referansımız İslamiyet. Bizi
hiçbir zaman sindiremezler. Batı insanının bile inanç hürriyeti var. Türkiye’de
neden buna saygı gösterilmiyor? Minareler süngü, kubbeler miğfer, camiler kışlamız,
müminler asker. Okunan ezanı kimse susturamayacak. Türkiye’deki ırk ayrımına
kesinlikle son vereceğiz. Çünkü Refah Partisi diğer partilerle zıt fikirde.
Bizi hiçbir zaman sindiremezler. Gökler, yerler açılsa, üzerimize tufanlar,
yanardağlar saçılsa yolumuzdan dönmeyiz. Benim referansım İslamiyet’tir. Bunu
yerine getiremiyorsam, yaşamanın ne anlamı var. Batı insanının bile inanç
hürriyeti var. Avrupa’da ibadete, başörtüsüne saygı duyuluyor. Ama, Türkiye’de
engelleme getiriliyor. Türkiye’de neden buna saygı gösterilmiyor. Okunan ezanı
kimse susturamayacak. Çünkü, ezanın sustuğu yerde insanların huzuru olmaz.
Kürt, Arap, Çerkez ayrımı yapılamaz. Çünkü bütün insanların birleştiği çatı
İslam’dır. Türkiye’deki ırk ayrımına kesinlikle son vereceğiz. Bunu bu hale
getirenler utansın.’’
Bu konuşma
üzerine Diyarbakır DGM, TCK’nın
“"Halkı sınıf, din, ırk, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve
düşmanlığa açıkça tahrik etmek" suçunu tanımlayan 312’nci maddesinden soruşturma başlatana kadar
konu medya gündemine gelmez. Yargılama sonunda Erdoğan, 10 ay mahkumiyet kararı
alır (Hürriyet, 22 Nisan 1998). Karar, Yargıtay tarafından 23 Eylül 1998’de
onaylanır ve dört ay hapis yatmak üzere Erdoğan, 27 Mart 1994 seçiminin
ardından oturduğu İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğundan ayrılır
(Hürriyet, 24 Eylül 1998). Altı yıl sonra ise Erdoğan’a milletvekilliği ve
başbakanlık yolunu, mahkumiyet kararı aldığı konuşmayı yaptığı Siirt’te
yenilenecek genel seçim açacaktır.
Dış
İlişkilerde Son Durum
Susurluk Skandalı ile ortaya
çıkan devlet içindeki yasadışı oluşumla ilgili birçok suçlamayla karşı karşıya
kalan, ancak hakim önüne çıkarılamayan, İçişleri eski Bakanı ve DYP
milletvekili Mehmet Ağar ile DYP milletvekili Sedat Bucak'ın yargılanmaları
önündeki engel, 11 Aralık (1997) günü Meclis’te yapılan oylama ile kalkar
(Hürriyet, 12 Aralık 1997). Genel Kurul’da görüşülen iki milletvekilinin
dokunulmazlıklarının kaldırılmasına ilişkin Anayasa ve Adalet Karma
Komisyonu raporları kabul edilerek, Ağar'ın dokunulmazlığı 190 ret'e karşı 274, Bucak'ınki 160
ret'e karşı 282 evet oyuyla kaldırılır.
Aynı gün tamamlanan YAŞ toplantısında
ise “aşırı dinci” 55 subay ve astsubayın yanı sıra “uyuşturucu ve adam kaçırma,
çek-senet tahsiline karışan” yedi subay ve astsubayın ordu ile ilişiği kesilir
(Hürriyet, 12 Aralık 1997).
Ardından gündemde AB’nin Lüksemburg
zirvesi vardır. Türkiye’nin AB üyeliğine verilecek yanıt konusunda AB’de iki
farklı görüş ortaya çıkar (Hürriyet, 13 Aralık 1997). Üyelik kapısının,
Türkiye'ye açık tutulması için bastıran İngiltere, Fransa, İtalya ve
Hollanda’ya karşı çıkan Almanya, Yunanistan ve Lüksemburg'a karşı ortak bir
cephe oluşturur. Gelişmeler üzerine “umduğunu bulamayan” Yılmaz, “tam üyelik
kararının geri çekilebileceği” açıklamasını yapar (Hürriyet, 19 Aralık 1997).
İlişkiler kopma noktasına gelir.
Zirvenin
ardından Başbakan Yılmaz, 17 Aralık (1997) günü dört günlük ziyarette bulunmak
üzere ABD’ye gider. Yılmaz, ABD Başkanı Bili Clinton ve yardımcısı Al Gore'la
görüşecek, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası başkanlarıyla bir
araya gelecektir (Hürriyet, 17-18 Aralık 1997).
ABD yolunda gazetecilere AB
ile ilişkileri değerlendiren Yılmaz, şunları söyler: (Hürriyet, 18 Aralık 1997)
"Lüksemburg zirvesini Hıristiyan
Kulübü kazandı. Beni Çiller'le karıştırmayın; ben Başbakan olduğum sürece
Avrupa Konferansı'na katılmayız. Onlara sonuç felaket olur demiştim. Blöf
yapıyoruz sandılar, bu tepkimizi beklemiyorlardı. Türkiye muz cumhuriyeti
değil."
Aynı günlerde Genelkurmay Başkanı
Karadayı da, Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek ile bir araya gelir (Milliyet,
19 Aralık 1997). Devlet Başkanlığı Sarayı'nda bir saat süren görüşme
sonrasında Karadayı, özetle şu açıklamayı yapar: (Milliyet, 19 Aralık 1997)
"Bölgemizde
istikrarın temini ve idamesinde terörizmle mücadele de dahil olmak üzere daha
fazla işbirliği yapabileceğimizi, daha ileri adımlar atabileceğimizi gördük ve
bunda mutabık kaldık. Türkiye ve Mısır, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu'da birbirine
en eski tarihi ve kültürel bağlarla bağlı Müslüman ve demokratik, ayrıca
birbirini en iyi şekilde tanıyan ve saygı duyan iki kardeş ülke. Ziyaretimde
çok faydalı sonuçlar elde ettim. Yanlış anlamalara, başkalarının kasıtlı yanlış
yönlendirmelerine meydan vermeyecek şekilde daha fazla askeri temas, diyalog
tesis etme konusunda görüş birliğine vardık. Gelecek kuşaklar bizleri
suçlamamalı. Bize düşeni yerine getirmeli, iki kardeş ülkeyi birbirine daha
fazla yaklaştırmalıyız."
Karadayı,
daha sonra Başbakan Kemal al Ganzuri tarafından da kabul edilir.
“RP’nin
Yedeği”
Kapatma
davası süren RP cephesinde ise “Refah’ın yedeği” nitelemesiyle suçlanan Fazilet
Partisi’nin (FP) kurulması çalışmaları vardır. Partinin kurucularından İsmail
Alptekin, " Naylon parti iddialarının muhatabı değiliz. Biz hizmet azmiyle
yola çıkmış bir partiyiz. Halkın beklentilerine cevap vermek istiyoruz. Yarışta
birinci olmayı hedefliyoruz. RP'yle hiçbir ilgimiz yok. RP'yi kendimize rakip
görmüyoruz. Hizmette RP'yle beraber kucaklayan, kol kola bir kurum olacağımızı
görüyoruz" açıklamasında bulunur (Milliyet, 19 Aralık 1997). RP Grup
Başkan Vekili Lütfü Esengün, ise FP'nin kuruluşunu değerlendirirken,
"Türkiye'de fazilet mücadelesinin sürdüğü bir dönemden geçiyoruz. Böyle
bir dönemde kurulan FP'nin oluşumundan mutluluk duyarız. RP dimdik ayakta
dururken bir partinin RP'nin devamı olduğunu söylemek mantıksızlıktır"
diye konuşur (Milliyet, 19 Aralık 1997).
Yılın son
MGK toplantısında ise terörle mücadele kapsamında ekonomik, kültürel, sosyal önlemler alınması
gerektiği konusu gündeme gelir. MGK Genel Sekreterliği’nin gündeme getirdiği
bir rapor çerçevesinde de İslami sermayeye kayıt dışı para akışını sürdüğüne
dikkat çekilir (Milliyet, 24 Aralık 1997). Resmi açıklamada ise toplantıda
“Türk boğazlarının seyrüsefer güvenliği”, “AB ile ilişkiler” ve “Kıbrıs
konusundaki son gelişmelerin değerlendirildiği” ifade edilir (AA, 23 Aralık
1997).
Yılın son günlerinde ise gündeme
Cumhurbaşkanı ile Devlet Denetleme Kurulu'nun aylar süren çalışmasıyla ortaya
çıkan devlette reform raporu damgasını vurur (Milliyet, 28 Aralık 1997).
Demokrasi, Çankaya, Meclis, hükümet, siyasi partiler ve yerel yönetimlerin
yeniden yapılanması, halkın devlete güveninin artırılması ve adil seçim sistemi
tekliflerini kapsayan projeye göre, Cumhurbaşkanı’na meclisi fesih yetkisi tanınmakta,
Cumhurbaşkanı, Meclis ve belediye seçimlerinin dört yılda bir aynı gün
yapılması öngörülmektedir.
Yeni yılın
ilk günlerinde bir araya gelen hükümet ortakları
Başbakan Yılmaz, Başbakan Yardımcısı Ecevit ve hükümetin üçüncü ortağı DTP'nin Genel Başkanı Cindoruk’un gündeminde, "Vergi reformu, işsizlik sigortası, sosyal güvenlik gibi önemli yasaların Meclis'teki önceliği. IMF ile ilişkiler. AB politikası" konuları vardır (Milliyet, 3 Ocak 1997).
Başbakan Yılmaz, Başbakan Yardımcısı Ecevit ve hükümetin üçüncü ortağı DTP'nin Genel Başkanı Cindoruk’un gündeminde, "Vergi reformu, işsizlik sigortası, sosyal güvenlik gibi önemli yasaların Meclis'teki önceliği. IMF ile ilişkiler. AB politikası" konuları vardır (Milliyet, 3 Ocak 1997).
Ardından
gündeme “bomba gibi” Meclis inşaatıyla ilgili iddialar düşer (Milli Gazete, 7-9
Ocak 1998). ANAP’lı Mustafa Kalemli'nin Meclis Başkanlığı döneminde açılan
Genel Kurul Salonu'nun yenilenmesi ihalesinde usulsüzlük yapıldığı iddiaları
üzerine, ANAP'ın isteğiyle toplanan TBMM Danışma Kurulu, Meclis eski Başkanı
Kalemli'yi de kapsayan araştırma önergesinin Genel Kurul'da görüşülmesini
oybirliğiyle kabul eder (Milliyet, 8 Ocak 1998).
Bu arada, Enerji dağıtım
hatlarının ihalesinde “medya holdingleri”, Doğan ve İhlas gruplarının pay
almaları ise bir başka tartışma konusudur (Milli Gazete, 3-9 Ocak 1998).
Başbakan’ın
talimatıyla Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’ın hazırladığı “Susurluk
Soruşturması Raporu” 11 Ocak (1998) günü gazetelerin manşetlerindedir. İzleyen
günlerde medyada tartışılan raporda dikkati çeken satır başları şunlardır:
(Hürriyet, 13 Ocak 1998)
“Bazı kanun
kaçakları hem MİT, hem emniyet tarafından özel amaçlarla kullanılmıştır. 15
dolayında ülkücü, bazı operasyonlarda kullanılmak üzere yurtdışına
çıkarılmıştır. PKK’ya maddi destek sağlayan bazı kişiler, emniyet içindeki
birimlerce öldürülmüştür. Devletin güvenliği için kullanılan bu kişiler daha
sonra bazı kanunsuz işlere girişmişlerdir. Azerbaycan’daki darbe girişiminde
bazı devlet görevlilerinin de kullanıldığı anlaşılmaktadır. Örtülü Ödenek’ten
kullanılan 45 milyon dolarlık paranın kaydı bulunamamaktadır”.
RP’nin
Kapatılması
Anayasa
Mahkemesi, sekiz aylık yargılama sonunda RP hakkında merakla beklenen kararını
16 Ocak 1998 günü açıklar (Hürriyet, 17 Ocak 1998).
Yekta Güngör
Özden’in yaş haddinden emekliye ayrılmasının ardından yerine seçilen Ahmet
Necdet Sezer’in başkanlığında kapatma davasını görüşen mahkeme, ikiye karşı
dokuz oyla, “Refah Partisi, laik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri
saptandığından kapatılmıştır” kararını alır. Milli Gazete’nin (17 Ocak 1998)
karar hakkındaki yorumu, “tarihe geçecek hukuk cinayeti” şeklinde olur.
Toplam yedi
ay 25 gün süren yargılama sonunda alınan karara göre RP, “laik Cumhuriyet
ilkelerine aykırı eylemleri nedeniyle anayasanın 68 ve 69. maddeleriyle, 2820
sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 101. maddesinin (b) bendi ve 103’üncü
maddenin birinci fıkrası gereğince” kapatılmıştır. Bununla birlikte beyan ve
eylemleri nedeniyle partinin kapatılmasına neden olan Necmettin Erbakan, Şevket
Kazan, Ahmet Tekdal, Şevki Yılmaz, Hasan Hüseyin Ceylan ve İbrahim Halil
Çelik’in milletvekillikleri, anayasanın 84’üncü maddesinin son fıkrası hükmü
gereğince sona erdirilir. Ayrıca bu milletvekilleri ile Kayseri Büyükşehir
Belediye Başkanı Şükrü Karatepe’nin anayasanın 69’uncu maddesinin sekizinci
fıkrası gereğince beş yıl süreyle bir başka partinin kurucusu, üyesi,
yöneticisi ve denetçisi olamayacaklarına da karar verilir (Cumhuriyet, 17 Ocak
1998; Hürriyet, 17 Ocak 1998; Milli Gazete, 17 Ocak 1998, İba, 1999). Kararın gerekçesi
daha sonra Resmi Gazete’nin 21 Şubat 1998 tarihli sayısında yayınlanır ([46]).
Dünya basını
karara geniş yer ayırır. The New York Times, “Türkiye demokrasisini yaraladı”;
Belçika basını, “RP bu kez zor toparlanır”; Rusya Moscow Times, “Laiklerin geçici
zaferi”; İngiliz The Independent, “Erbakan’ın siyasi yaşamını bitiren karar”;
İran gazeteleri ise “Karar İslamiyete baskı” yorumlarında bulunur. (Milliyet,
18 Ocak 1998). Dış tepkiler genel olarak, “Türkiye’de parti kapatılmasının çok
partili demokratik sisteme olan güvene zarar verdiği” şeklindedir (İba, 1999).
Genelkurmay
Karargahı’nda bir araya gelen üst düzey generallerin katıldığı değerlendirme
toplantısına ise Radikal gazetesi (18 Ocak 1998) yer verir. Toplantıda
komutanlar bir ülkede yasaların hakim olduğunu ve onların uygulandığını
belirterek, şunları ifade eder:
“Eğer
Türkiye bir hukuk devletiyse, RP Anayasa ve yasalara karşı bir dizi suç
işlemiştir. Verilen karar da bunun doğal sonucudur. Zaten siyasal islamın
uygulandığı bütün ülkelerde kan gövdeyi götürmektedir. Bu ülkenin her zaman
sahibi vardır ve sonuçta beklenen olmuştur. Bu Atütürkçüler’in zaferidir.”
22 Ocak 1998
günü yılın ilk MGK toplantısının gündeminde ise resmi açıklamaya göre “AB’nin
Lüksemburg Kararları karşısında Türkiye ile KKTC arasındaki özel ilişkilerin
geliştirilmesi yolunda hükümetçe başlatılan çalışmaların her alanda
sürdürülmesi üzerinde görüş birliğine varıldığı” ifade edilerek, “Hazar-Kafkas
enerji havzasının petro-stratejik analizi ve enerji nakil hatları projesi hakkındaki
çalışmaların Türkiye’nin menfaatleri doğrultusunda geliştirilmesi ve
gerçekleştirilmesi için gerekli tedbirlerin alınması uygun bulunarak, bu
görüşün Bakanlar Kurulu’na bildirilmesine” karar verildiği vurgulanır.
Toplantıda ayrıca, Türkiye üzerinden Avrupa ülkelerine insan kaçakçılığı
olaylarında Türkiye’nin üs olarak kullanılması ve bu olaylar bahane edilerek
Türkiye aleyhine başlatılan siyasi amaçlı kampanyaların önlenmesi için gerekli
önlemlerin alınması üzerinde görüş birliğine varıldığı belirtilir (AA, 22 Ocak
1998).
RP’nin
kapatılmasının ardından milletvekillikleri sona eren RP’li milletvekilleri
hakkında hızla dava açma süreci başlar. Partinin malvarlığının tasfiyesi
konusunda da inceleme başlatılır. Yeni kurulan FP, bağımsız milletvekillerinin
katımlıyla Meclis’in ana muhalefet partisi haline gelir (Milli Gazete, 28 Şubat
1998). Milli Gazete (27 Şubat 1998), FP’nin “umut çınarı” olduğunu yorumunu
manşetten yayınlar.
Parsadan
Davası
RP’nin
kapatıldığı gün gündemdeki bir başka konu “Örtülü Ödenek Davası”nın
sonuçlanmasıdır. Selçuk Parsadan’ın kendisini Emekli Orgeneral Necdet Öztorun
olarak tanıtıp DYP yararına çalışma yapacağını açıklayarak Başbakan Çiller’den
Örtülü Ödenek’ten ödenmek üzere para almasından dolayı açılan dolandırıcılık
davası, Yargıtay Altıncı Ceza Dairesi’nde onaylanır. Kararda şöyle denilir:
(Cumhuriyet, 17 Ocak 1998; İba, 1999)
“Sanıklardan
Selçuk Parsadan, Hüseyin Cahit Parsadan ve Mukadder Balkan’ın yasa maddesinde
öngörülen haksız menfaati hangi amaç ve usulle sağladığı dosya içeriğine göre
kesinlikle tespit edilememiş ise de sanıkların PTT işletmesinin haberleşme
araçlarını vasıta olarak kullanıp kandıracak nitelikte hile ve desiseler
yaparak hataya düşürmek suretiyle kamu kurumu zararına dolandırıcılık suçunu
işledikleri, sanıkların ve tanıkların ifadeleri, Türk Telekom ile Emlakbank ve
Halkbank şubelerinin cevabi makaleleri, kayıt ve belgeler karşısında temyiz
itirazları yerinde görülmemiştir”
Örtülü
ödeneğin dolandırılması olayında Çiller’in Yüce Divan’a gitmesine ise “haksız
menfaatin hangi amaç ve usullerle sağlandığının kesinlikle tespit edilememiş
olması” engel olur. Konu daha sonra Yargıtay Genel Kurulu gündemine gelir ve
Kurul, ilki 24 Şubat’ta ve ikincisi 17 Mart’ta olmak üzere iki duruşma sonunda
Çiller lehine karar verir.
Değişen
ve Değişmeyen Gündem
Yeni yılla
birlikte MGK’nın tansiyonu düşmüştür. Yeni yılın ilk toplantısında artık başka
konular ve özellikle dış konular gündemdedir. Ocak ayı toplantısının konusunu,
“Hazar-Kafkas enerji havzasının petro-stratejik analizi ve enerji nakil hatları
projeleri hakkında çalışmaların ve projelerin Türkiye’nin milli menfaatleri
doğrultusunda geliştirilmesi ve gerçekleştirilmesi için gerekli tedbirlerin
alınması” oluşturur. (AA., 22 Ocak 1998). Terörle mücadele, AB ile ilişkiler ve
Kıbrıs konusundaki son gelişmeler diğer gündem maddeleridir. Toplantıda ayrıca
Türkiye üzerinden İtalya ve diğer Avrupa ülkelerine yasadışı yollarla yapılan
insan kaçakçılığı olayları değerlendirilir.
28 Şubat
Kararları’nın yıldönümünde, “Bakanlar Kurulu’na bildirilen tedbirlerin uygulama
durumu” MGK gündemine gelir. Toplantıda bir kez daha 28 Şubat Kararları’na
dönük kararlılık ifade edilir. Türk milletini çağ dışı bir yaşam tarzına mahkum
etmek isteyen azınlık bir grubun temsil ettiği zihniyetle mücadele için gerekli
iyi niyet ve iradenin mevcudiyetinin memnuniyetle müşahede edildiğinin
bildirildiği MGK açıklamasında, din ve vicdan hürriyetinin inanç sahibi
vatandaşlar tarafından en geniş anlamda kullanılmakta olduğu, bu hürriyetlerin
kısıtlanmasının söz konusu olamayacağı belirtilir. Açıklamada şu görüşlere yer
verilir: (AA., 27 Mart 1998)
“Ancak,
halen bazı kişi ve kuruluşların, halkımızın kutsal din duygularını istismar
ederek, şahsi nüfuz ve siyasi çıkar sağlama çabalarını sürdürdükleri, rejim
aleyhtarı irticai faaliyetlere karşı alınan yasal tedbirleri istismar ederek
İslam dinine karşı alınmış gibi göstermek istedikleri ve bu yönde çeşitli
faaliyetler içinde bulundukları saptanmıştır… Demokrasinin temeli olan laiklik
ilkesinin gereği olarak dini inançların devlet işlerine ve politikaya
kesinlikle karıştırılamayacağı konusunda da tam bir görüş birliğine
varılmıştır… Bazı kişi ve kuruluşlar tarafından açık veya kapalı bir şekilde,
yasaları hiçe sayarak, rejime yöneltilen faaliyetlerin hoşgörü ile
karşılanmasının bu kişi ve kuruluşları cesaretlendireceği, bu nedenle öncelikle
mevcut yasaların kararlılıkla uygulanması, ayrıca yasalardaki değişikliklerin
ve bu mücadele ile ilgili hazırlanan yeni yasaların Meclis’ten süratle
çıkarılmasının önem taşıdığı hususlarında görüş birliğine varılmıştır”.
Bu arada
Genelkurmay yine boş durmaz. 16 Mart’ta yapılan YÖK toplantısında, hükümeti
atlayarak rektörlere bir brifing verir (İba, 1999). Türban yasağının devamı sağlanır. Ertesi gün
Demirel’e irtica konulu bir brifing daha verilir (İba, 1999).
20 Mart’ta
komutanlar bir bildiri açıklarlar. “Komutanlar toplantısı sonucu alınan
kararlar” başlığıyla Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreterliği’nce duyurulan
açıklamada, Başbakan Yılmaz’a atfen, basında yer alan, komutanları suçlayıcı
savlar “kişisel menfaatler ve siyasi ihtiras uğruna yapılan talihsiz beyanlar”
olarak nitelendirilir (Cumhuriyet, 21 Mart 1998). Komutanların açıklamalarını
“demokratik bir tavır” şeklinde değerlendiren Yılmaz’ın sözlerine karşın,
silahsız kuvvetler yine harekete geçerek TÜRK-İŞ, DİSK, TİSK, TOBB ve TESK’ten
oluşan sivil girişim, ordunun, laik ve demokratik cumhuriyetin teminatı
olduğunu ve onun yıpratılmasına izin verilmeyeceğini açıklar. 46 demokratik
kitle örgütü 28 Mart günü Ankara’da “İrticaya karşı omuz omuza” sloganıyla bir
miting düzenler (İba, 1999).
“28
Şubat Ruhu”
CHP’nin
dışarıdan desteklediği ANASOL-D Hükümeti bir yanda iplerin ordu ile gerilmesi
ve diğer yanda yolsuzluk tartışmaları arasında bir buçuk yıllık iktidarından
sonra, 25 Kasım 1998’de Türkbank ihalesine fesat karıştırdığı iddiasıyla
Başbakan Yılmaz hakkında verilen gensoru karşısında hükümetten desteğini çeken
CHP’nin oylarıyla düşer (Akpınar, 2001).
Yerine
kurulan DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit Başbakanlığındaki azınlık hükümeti, 18
Nisan 1999’da Erken Genel Seçim’e kadar iktidarda kalır. Seçimler sonrasında
RP’ye oranla daha yumuşak bir siyasal çizgi izleyen ve RP’nin yerine kurulduğu
gerekçesiyle daha sonra kapatılacak olan FP yüzde 15, DYP yüzde 12 ve ANAP
yüzde 13 oy alırken, MHP (yüzde 18) ve DSP (yüzde 22) “oy patlaması” yapar
(Akpınar, 2001). Rejimin en köklü partilerinden CHP ise aldığı yüzde 8’lik oyla
barajın altında kalarak parlamentoya giremez. Seçimlerden sonra DSP-MHP ve ANAP
koalisyon hükümeti kurulur.
28 Şubat
sürecini başlatan generaller ya görev sürelerini doldurdukları için emekli
olurlar ya da YAŞ tarafından zamanı geldiğinde emekliye sevk edilirler.
Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, o güne kadar “16 yıldır kimseye
verilmeyen” Devlet Şeref madalyası ile onurlandırılır. Madalyayı veren
Cumhurbaşkanı Demirel, Karadayı’ya nişan verilmesinin demokrasiye olan
inancından kaynaklandığını söyler (Hürriyet, 7 Ağustos 1998). Sedat Ergin’e
verdiği demeçte Demirel, “Sayın Karadayı, Türk Ordusu’nun bütün kademelerinde
görev yapmış çok değerli bir kumandandır ve Genelkurmay Başkanı olarak Türk
demokrasisinin zor bir döneminde görev yaptı. Bu dönemde görev yaparken ordunun
kendisine olan inancını korudu. Aynı zamanda demokrasiye olan inancında hiçbir
zaaf göstermedi. Onun içindir ki kendisine devlet nişanı veriyoruz” diye
konuşur.
Öte yandan
ordudaki “28 Şubat ruhu” devam eder. Genelkurmay eski Başkanı Orgeneral Hüseyin
Kıvrıkoğlu’nun, “28 Şubat gerekirse bin yıl sürecek” sözleri (Cumhuriyet, 28
Şubat 2002), bu sürecin Türk Silahlı Kuvvetleri’nde yerleşik bir politika
olarak benimsendiğini ortaya koyması açısından dikkat çekicidir.
Cumhurbaşkanı
Demirel ’in TGRT’de yayınlanan Alternatif programında (11 Mart 1998) söylediği
şu sözler de bu yargıyı destekler niteliktedir: (Demirel, 1998)
“Zaten bu
(28 Şubat) bir süreçtir. Bunları bir defada uygulayıp bitirmek mümkün değil.
Çünkü, 18 maddelik bu tedbirler dediğimiz kararların önemli bir kısmı mevcut
kanunların uygulanmasını öngörmektedir. Mevcut kanunların uygulanması bir günde
yapılıp, ondan sonra bitecek cinsten değil ki…”
Diğer
Gelişmeler
24 Aralık
genel seçiminden RP’nin kapatılmasına dek geçen süre içerisinde ön plana çıkan
siyasal olaylar kadar gündeme gelen diğer önemli olayları da özetlemek,
toplumsal yaşamın diğer boyutlarına ilişkin birer ipucu vererek fotoğrafın
tamamlanması anlamına gelebilir. Neredeyse bütün gazetelerde aşağıda belirtilen
tarihlerde söz konusu habere rastlanmaktadır.
Bu anlamda
1996 yılının ilk dikkati çeken olayı, Sabancı Holding Otomotiv Grup Başkanı
Özdemir Sabancı, Toyoto-Sa Genel Müdürü Haluk Görgün ve Sakıp Sabancı’nın
sekreteri Nilgün Hasefe’nin 9 Ocak günü Sabancı Center’da düzenlenen bir
suikastla hayatlarını yitirmeleridir. 19 Ocak günü ise, gündemde Avrasya
Feribotu’nun kaçırılması vardır. Feribotu Trabzon’da basan eylemciler 72 saat
sonra İstanbul’da güvenlik güçlerine teslim olmuşlardır. 29 Ocak günü Türkiye
ile Yunanistan arasında Kardak Krizi patlak vermiştir. Yunanistan’ın Ege
Denizi’ndeki Kardak adasına asker çıkarması iki ülke arasındaki ilişkilerin
gerilmesine neden olmuştur. Ünlü işadamı Vehbi Koç, Antalya’da geçirdiği kalp
krizi sonucu şubat ayının son günlerinde yaşamını yitirmiştir. 29 Temmuz
gününün haberi, Kumarhaneler Kralı Ömer Lütfi Topal’ın öldürülmesidir. Ağustos
ayının ilk günlerinde Kıbrıs’ta zorla sınırı geçmeye çalışan Rumlar ile Türkler
çatışması gündemdedir. 27 Ağustos günü ise Tevfik Ağansoy’un öldürülmesi, mafya
hesaplaşması söylentilerini gündeme taşır. Eylül ayının ilk günlerinde Kuzey
Irak’ta hareketli günler yaşanır. Doğu Anadolu bölgesinde kanlı eylemler
dikkati çeker. 24 Eylül gününün haberi ise Zeki Müren’in ölümüdür.
Afganistan’da şeriat yanlısı Taliban güçlerinin iktidarı ele geçirdikleri
haberi 27 Eylül’de manşet olur. Ekim ayında PKK’nın intihar saldırıları gündeme
gelir. 5 Kasım günü işadamı Nesim Malki suikasta uğrar. 6 Kasım’da ABD
Başkanlığına Bill Clinton yeniden seçilir.
Yeni yılın
ilk gündem konusu ise Kıbrıs Rum Kesimi’nin Rusya’dan almak istediği S-300
füzeleridir. Füzeler, Türkiye ile Yunanistan arasında diplomatik krize neden
olur. Ardından Nisan ayına dek gündem siyasete kilitlenir. MHP lideri Alparslan
Türkeş’in kalp krizi sonucu 4 Nisan’da yaşamını yitirmesinin ardından MHP
liderliği tartışmaları gündemdeki yerini alır. Nisan ayının sonlarında ise
Bergama köylülerinin siyanürle altın çıkarılmasına karşı eylemi dikkati çeker.
9 Mayıs’ta İstanbul’da gerçekleştirilen bir operasyonda Hollanda’ya götürülmek
üzere hazırlanan 122 kilogram eroin ele geçirilir. 18 Mayıs günü
gerçekleştirilen MHP kongresinde olaylar çıkar. Mayıs ayında PKK’ya karşı sınır
ötesi operasyon düzenlenir. 19 Mayıs günü askeri helikopterin düşmesi sonucu
iki üsteğmen; 4 Haziran günü ise Kuzey Irak’taki Çekiç Harekatı’na katılan bir
diğer askeri helikopterin düşmesi sonucu sekiz subay, iki astsubay ve bir er
şehit olur.
Yıllar
Sonra…
Zaman içinde
28 Şubat sürecini konu alan pek çok yazı yazılır ve kitap yayınlanır. Dönemin
komutanlarının pek çoğu köşesine çekilir. Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral
Güven Erkaya, emekli olduktan sonra 25 Haziran 2000 günü yaşamını yitirir
(Hürriyet, 27 Haziran 2000). Dönemin ünlü isimlerinden bazıları parti kurma
çalışmaları ile anılır, bazılarının adı ise Cumhurbaşkanlığı’na aday adaylığı
ile duyulur (Milliyet, 28 Şubat 2002). Ülkede yeniden seçimler yapılır ve
iktidarlar değişir.
30 Haziran 1997 günü kurulan
üçüncü Yılmaz Hükümeti, Türkbank ihalesindeki yolsuzluk iddialarıyla birlikte
11 Ocak 1999 günü görevinden ayrılır. DSP lideri Ecevit, 59. azınlık hükümetiyle
Başbakanlık koltuğuna oturur (Hürriyet, 11 Ocak 1999). Bu sırada PKK
terörünün “ele başı” Abdullah Öcalan, Kenya’da ele geçilerek ülkeye getirilir
(Hürriyet, 16 Şubat 1999).
18 Nisan
1999 günü gerçekleştirilen genel seçimde DSP yüzde 22,19 oranında oy alarak
birinci parti olur (Hürriyet, 19-21 Nisan 1999). Ecevit; yüzde 17,98’lik oy
oranı ile seçimden ikinci parti olarak çıkan, MHP lideri Devlet Bahçeli ve
yüzde 13,22’lik oy oranına sahip ANAP lideri Yılmaz ile birlikte 57’inci
hükümeti kurar. Seçim sonuçlarına göre, daha sonra laiklik ilkesine aykırı
faaliyetlerinden dolayı kapatılacak olan Fazilet Partisi (FP), yüzde 14,41
oranında oy alırken, DYP yüzde 12,01’lik oy oranı ile Meclis’e girmeyi başarır.
Seçim barajını aşamayan CHP ise, Meclis’e temsilci gönderemez.
Dokuzuncu
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 16 Mayıs 2000’de sona eren görev süresi
nedeniyle bu göreve 10. Cumhurbaşkanı olarak Ahmet Necdet Sezer seçilir
(Hürriyet, 16-17 Mayıs 2000).
Anayasa
Mahkemesi, 22 Haziran 2001 günü FP'nin temelli kapatılmasına karar verir. Eylem
ve beyanlarıyla partinin kapatılmasına neden olan Nazlı Ilıcak ve Bekir
Sobacı'nın milletvekilliklerinin düşürülmesi de kararlaştırılır (Hürriyet,
22-23 Haziran 2001). Merve Safa Kavakçı, Bekir Sobacı ve Mehmet Sıla'ya ise
siyasi yasak getirilir. Mahkeme, partinin RP’nin devamı olma iddiasını oy
çokluğuyla reddeder, ancak laiklik ilkesine aykırı faaliyetlerden dolayı
temelli kapatılmasına oy çokluğuyla karar verir. Gerekçeli Karar, 5 Ocak 2002
tarihli Resmi Gazete'de yayımlanır.
3 Kasım 2002
günü gerçekleştirilen seçim ise koalisyon hükümetleri dönemine son veren bir
tabloyu ortaya koyar. RP ve daha sonra kurulan FP kökenli önemli isimlerin ön
plana çıktığı yeni kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP ya da AK Parti),
girdiği ilk seçimde aldığı yüzde 34,28’lik oy oranı ile birinci parti olma
başarısını gösterir. Meclis’te yer alabilen tek muhalefet partisi ise yüzde
19,39’luk oy oranı ile CHP’dir ([47]).
Seçim sonrasında Meclis’e temsilci gönderemeyen ANAP, DYP ve MHP liderleri
siyasetten çekilir.
18 Kasım 2002 günü
başbakanlık görevini, siyasi yasağı nedeniyle seçime katılamayan parti lideri
Recep Tayyip Erdoğan yerine, parti üyelerinden Abdullah Gül devralır.
Yasaklılık süresinin sona ermesinin ardından Erdoğan, 9 Mart 2003 günü yapılan
Siirt Milletvekili Yenileme Seçimi ile milletvekili olmaya hak kazanır. Bunun
üzerine 14 Mart günü Gül, görevi Genel Başkanı Erdoğan’a devreder ([48]).
Siyaseten
yasaklılık süresi son bulan, kapatılan RP’nin lideri Erbakan ise, 20 Temmuz
2001’de FP’nin kapatılmasının ardından “Milli Görüş çizgisinde” kurulan Saadet
Partisi’nin, 11 Mayıs 2003 günü gerçekleştirilen ilk Genel Kurul’undan sonra
partinin Genel Başkanı olarak siyaset sahnesindeki yerini yeniden alır ([49]).
Bütün bu
gelişmeler yaşanırken Susurluk Skandalı, türban tartışması, yolsuzluklar ve
ekonomik kriz konuları dönem dönem ve tekrar tekrar gündeme gelmeye devam eder.
AB’ye tam üyelik yolunda hazırlıklarını sürdüren ülkede, 2001 yılı içinde
Anayasa’nın MGK’yı düzenleyen 118’inci maddesi ve ardından da AK Parti Hükümeti
döneminde 2003 yılı Temmuz ayında da MGK ve MGK Genel Sekreterliği Kanunu, daha
sonra üzerinde durulacak olan “reform” ya da “devrim” niteliğindeki
düzenlemelerle günümüzdeki şekline kavuşmuştur.
Sonuç olarak
bu bölümde, öncesi ve sonrasıyla 28 Şubat sürecinde yaşananların literatür
taramasına bağlı olarak genel seçim ve RP’nin yükselişi, REFAHYOL Hükümeti
dönemi, “tarihi” MGK toplantısı ve toplantı sonrası yaşanan gelişmeler ile
ANASOL-D Hükümeti dönemindeki gelişmeler bağlamında ortaya konulmuştur. Bir kez
daha özetle ifade edilecek olursa, ülkenin içinde bulunduğu durum RP’nin önemli
oranda oy alarak TBMM’ye girmesini sağlamış, RP’yi hükümet dışında bırakan
hükümet formülünün işe yaramaması ve iddialara göre DYP lideri Çiller’in
soruşturma dosyaları ile “köşeye sıkışması” sonrası bu iki parti iktidara
gelmiş, ardından irticanın ülkenin bir numaralı tehdidi haline geldiği
tanımlanmış, rejime yönelik irtica tehdidini önlemek amacıyla 28 Şubat
Kararları imzalanmış, ancak uygulamanın istenildiği biçimde
gerçekleştirilmediği ifade edilmiş, darbe söylentileri gündemden düşmemiş ve
“baskılara dayanamayan” hükümet, istifa etmek durumunda kalmıştır. Gelişmeler
üzerine Meclis’te RP ve DYP’yi muhalefette bırakan yeni bir koalisyon hükümeti
kurulmuş, 28 Şubat Kararları’nın en önemli maddesi olan sekiz yıllık kesintisiz
zorunlu temel eğitim uygulamasına başlanmış, RP Anayasa Mahkemesi tarafından
kapatılmış ve liderine de siyaset yasağı gerilmiştir.
[1]
1991 seçimlerinde DYP oyların yüzde 27,03’ünü, ANAP yüzde 24,01’ini, RP yüzde
16,88’ini, CHP yüzde 20,75’ini ve DSP de yüzde 10,75’ini almıştır. Buna göre
1995 seçimlerinde DYP, ANAP ve CHP oy kaybederken, RP ve DSP oylarını
artırmışlardır.
[2] Arcayürek (2003), “Görev RP’ye verilmeli” diyenlerin
Rahmi Turan, Güngör Mengi, Necati Doğru, Cengiz Çandar, Melih Aşık, Metin Toker
ve Oktay Ekşi olduklarını belirtir. Akel (1998) de hükümet kurma planlarına
yönelik farklı görüşleri aktarır.
[3] “Suna Abla emaneti iade etti” başlıklı
haberde Çiller’lerin Suna Ablası Gönül Pelister’in iki yıl önce bir milyar 400
milyon liraya aldığı arazi ve üzerine yaptırılan çiftlik evinin yasal çerçevede
tapu kaydının iki milyar lira ödenmiş gösterilerek Tansu ve Özer Çiller çiftine
devredildiği anlatılır.
[4] Hürriyet gazetesi (25 Nisan 1996), Çiller’i
“sarsan” TEDAŞ dosyasını ilk kez beş ay önce “TEDAŞ’ta trilyonluk dosya”
haberiyle Çiğdem Toker’in ortaya konulduğunu ifade eder. Haber, 23 Kasım
1995’ten 17 Nisan 1996’ya kadarki dönemde gündemde tutulmuştur.
[5] Muharrem Sarıkaya’nın imzasını taşıyan haber
“İşte 500 milyarın belgesi” başlığıyla yayınlanmıştır. Gazetede olayı ortaya
çıkaran isim olarak Emin Çölaşan’dan söz edilir.
[6] 1 Temmuz 1996 günü TGRT’de Mehmet Barlas’ın
sorularını yanıtlayan DYP lideri Çiller, kendisini savunur (Aktaran: Arcayürek,
2003b). Çiller, seçim sonuçlarına dayanarak “eğer” ANAYOL koalisyonu işlemezse,
“ondan sonra kaçınılmaz olan RP koalisyonudur” dediğini kaydeder. Çiller’e göre bu durum, “demokrasinin ve
Meclis aritmetiğinin gereği”dir.
[7] Akpınar’ın (2001) aktardığına göre protokolde
yer alan maddeler özü itibarıyla şöyledir: Başörtüsü konusu hükümet tasarısı ya
da yasa teklifiyle hiçbir şekilde TBMM’ye indirilmeyecek. Hükümet kanadında
türban konusunda tartışma yapılmayacak. Toplumda tartışma yaratacak konuların
üzerine gidilmeyecek. Ayasofya ibarete açılmayacak, Cuma namazı saatlerine
uygun mesai düzenlemesi kesinlikle yapılmayacak. Bu yönde TBMM’de önerge
verilmeyecek. RP ve DYP birbirleriyle ilgili yeni soruşturma ya da araştırma
önergeleri vermeyecekler. TBMM’deki önergelerde RP, DYP’ye, DYP de RP’ye destek
olacak. Basına karşı önlemler alınacak. Kişileri karalayıcı yayınların
engellenmesi ve promosyon yasağı konusunda yeni yasal düzenlemeler yapılacak.
Meclis Başkanı Kalemli’nin yerine bir DYP milletvekilinin başkan olması
sağlanacak. Faruk Bildirici (1996) de RP-DYP pazarlığını Hürriyet gazetesinde
“Türkiye’yi titreten pazarlık” adlı yazı dizisine konu ederek anlatır.
[8] Güvenoylamasında DYP Antalya Milletvekili
Emre Gönensay’ın yumruklanmasıyla başlayan olaylar Meclis kulislerine taşınmış;
BBP’liler Yazıcıoğlu’na hakaret eden ANAP’lı Eyüp Aşık’ı; DYP’li Necmi Hoşver,
hükümete ret oyu veren Mehmet Köstepen’i yumruklamışlardır (Akpınar, 2001).
Olaylar medyaya “güvenoyuna kan bulaştı” yorumuyla yansımıştır (Arcayürek,
2003b).
[9] Oylamaya milletvekilleri Hayri Kozakçıoğlu,
Aydın Menderes, Doğan Güreş ve Meclis Başkanı sıfatıyla Mustafa Kalemli
katılmamıştır. Oylama için bkz. TBMM Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem, 1. Yasama
Yılı, 73. Birleşim, 8 Temmuz 1996, http
://www.tbmm.gov.tr/develop
/owa/tutanak_g_sd.birlesim_baslangic?P4=115&P5=B&PAGE
1=1&PAGE2=22.
[10] Koalisyon hükümeti kurarak bir araya gelen
iki liderin seçim kampanyası döneminde birbirleri hakkında söyledikleri sözler
dikkat çekicidir. Erbakan’ın Çiller hakkında söylediklerinden bazıları şöyle
sıralanabilir: “Çiller, gavur aşığıdır, başını eteği ile örtüyor”, “Çiller
Amerikalı ve ABD’den emir alıyor. Çiller besmeleyi kaldırdı”, “Çiller hasta,
teşhisim isterik”, “Merih’ten gelen uzay mahluku”, “Gavurla evlenen geline benziyor.
Kötü, bereketsiz, firavun.”. Çiller’in Erbakan hakkında söylediklerinde
bazıları da şöyle sıralanabilir: “Erbakan’ın Apo’dan ne farkı var?”, “Erbakan,
Atatürk’ün açtığı yolu kapatıyor. Buna izin vermem.”, “Erbakan’a karşı göğsümü
siper ederim”, “Erbakan, siyasi tarihin en büyük oportünistidir”, “Erbakan
hükümet için her ödünü verir. Siyaset tarihinin en parlak fırsatçısıdır.
Bunlara inanarak ülkeyi teslim etmek mümkün değildir.”, “Refah Partisi ile hükümet kurmak vatana
ihanettir. Sistemin sonu ve Türkiye’nin karanlığa gömülmesidir”, “Erbakan’la
işbirliği yapmak isteyenler, Cumhuriyet’i yıkmak isteyenlerdir.”, “RP, PKK
gibi… Ellerinde harita, Türkiye’yi bölmüşler.”, “Refahla koalisyon yapmak
Türkiye’ye ihanettir”. (Bölügiray, 2000; Akpınar, 2001).
[11] Hükümetin değişik zamanlarda gündeme
getirdiği “YAŞ kararlarına yargı yolu açık olsun” isteği karşısında Demirel’in
Arcayürek’e (2003b) verdiği şu yanıt not düşülmeye değerdir: “Ordudan bundan
evvel alakaları kesilenler Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gittiler. Mahkeme,
‘Ordu, bu muameleyi yaparak insan haklarını ihlal etmiyor. Ordu bir kurumdur.
Bu kuruma girerken bir insan, o kurumun şartlarını kabul ederek giriyor. Bunun
şarlarından biri, dini cereyanları orduya sokmayacaksınız. Diğeri ise ordunun
yaptığı şey; bu şartları ihlal ettiğiniz için yani bir ahdivecibedir, bunu
ihlal ettiğiniz zaman sizinle irtibatını keser. Ordunun yaptığı şey doğrudur”.
[12] Cumhurbaşkanı Demirel, PKK’nın elinde “böyle”
31 kişinin bulunduğunu ve bunların 10’unun PKK kadrosuna geçtiğini Arcayürek’e
(2003b) ifade eder. Arcayürek de kendisinin “iltica eden adamı PKK niçin iade
etsin” diye konuştuğunu yazar. Daha sonra ise Arcayürek (2003b) “PKK’nın tutsak
diye adlandırdığı askerleri ‘devleti ayağına getirmek’ amacıyla kullandığı ortaya
çıktı. Daha doğrusu, PKK ile ‘barış yapmayı’ ilk planda görenler için bu olay,
bir fırsat gibi değerlendiriliyor” diye kaydeder.
[13] Karadayı’nın Çekirge’ye anlattığı olay şöyle
özetlenebilir: (Sabah, 1 Eylül 1996)
“Ben o zaman Çubuk’ta tugay komutanıydım. İranda Humeyni devrimi
gerçekleşmiş ve Şah’ın yüksek düzeydeki komutanları Türkiye’ye kaçmış.
Aralarında kuvvet komutanları var. Bana verilen görev bu komutanları orada
ağırlamak… Ancak bir gece kuvvet komutanlarından birisiyle bir sohbet imkanı
doğdu. Akşam yemeğinde beraber olduk…
Bana öyle şeyler anlattı ki dayanamayıp sordum: Peki siz hiç böyle bir
irticai gelişmenin farkında olmadınız mı? Şu cevabı verdi: Sayın general
devamlı bir çiçeğe bakarsanız o çiçeğin büyüdüğünü göremezsiniz. Örneğin bir
gülün nasıl açtığını bile fark edemezsiniz. İşte bize de böyle oldu! Bu
sözlerine karşılık susmak istedim ancak üsteleyince sordum: Peki hiç mi
kavramadınız; algılayamadınız mı? Bu kez şöyle bir cevap verdi: Biz onları her
gün hiç fark ettirmeden ama yavaş yavaş, santim santim sanki yeni bir şeyleri
halkımızın temiz duyguları diye düşündük. Hiç sonunda böylesine bir durumla
karşılayacağımızı tahmin edemedik. Ama baktık ki, o her geçen gün halkımızın
temiz duygularından kaynaklandığını zannettiğimiz dini ve malum istekler gibi
görünen şeyler irticanın ta kendisiymiş.
Komutan böylesine tarif edince ‘Demek ki siz görevinizi yapmamışsınız’
dedim. Ardından da sordum, ‘Peki fark ettiğinizde, yani Humeyni için Tahranda
500 bin kişiyle miting yapılmaya başlandığında da mı fark etmediniz?”…
Komutanın verdiği o cevap hiçbir zaman kulaklarımdan silinmedi. Bana şöyle
dedi: “Sayın general fark ettik fark ettik ama iş işten geçmişti.”
[14] TBMM Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem, 2.
Yasama Yılı, 8. Birleşim, 16 Ekim 1996, http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_g_sd.birlesim_baslangic?P4=136&P5=B&PA
GE1=1& PAGE2=50.
[15] Yönetmelikte kriz yönetimini gerektiren
haller şöyle ifade edilmiştir: (Akel, 1998; İba, 1999)
a) Yurt dışında; Türkiye’nin
toprak bütünlüğüne, egemenlik haklarına, milli hedef ve menfaatlerine yönelik
tehdit emarelerinin belirmesi ve gelişme göstermesi,
b) Yurt içinde; Anayasa ile
kurulan hür demokrasi düzenini, temel hak ve hürriyetlerini ortadan kaldırmaya
yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait ciddi belirtilerin ortaya çıkması ve
şiddet olayları nedeniyle kamu düzenin bozulması; 1. Terör olayları, 2.
Kanunsuz grev, lokavt ve iş bırakma eylemleri, 3. Etnik yapı, din ve mezhep
farklılıklarından kaynaklanan olaylar.
c) Tabi afetler: (Deprem, sel
baskını, çığ düşmesi, toprak kayması)
d) İltica ve büyük nüfus
hareketleri,
e) Tehlikeli ve salgın
hastalıklar,
f) Büyük yangınlar (Bina ve
tesis yangınları, orman yangınları, gemi yangınları),
g) Radyasyon ve hava kirliliği
gibi önemli nitelikli kimyasal ve teknolojik olaylar,
h) Ağır ekonomik bunalımlar,
i) Diğer haller.
[16] İba’nın (1999) iddiaları başka bir kaynaktan
daha doğrulanamamıştır. Çekirge’nin (1997) “bir askeri yetkili”ye dayanarak aktardığına
göre ise BÇG’nun hazırladığı bir dizi rapor ve bilgi Genelkurmay Başkanlığı’nda
değerlendirildikten sonra brifinglere ilk olarak “20 Mart günü İzmir’de Ege’li
sanayici ve işadamlarına verilen brifingle” başlanmış ve brifingin BÇG
tarafından yürütüldüğü de açıklanmıştır.
[17] Bekir Yıldız daha sonra 17 Ekim 1997 günü
Hulki Cevizoğlu’nun “Ceviz Kabuğu” programına, “Tankların yürümesine neden olan
adam” sıfatıyla çıkar ve Kudüs Gecesi’yle ilgili soruları yanıtlar. Bu tarihte
kapatılma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış RP’den ihraç edilmiş olan Yıldız,
“Pişman değilim” açıklamasına bulunarak, kendisini savunur. (Cevizoğlu, 2001a).
[18] Gülmez daha sonra 40 gün hapis yatarak çıkar.
16 Temmuz 1997 günü Hürriyet gazetesine tekrar konu olan Gülmez, bu kez “RP tarafından
‘iktidardan giderken’ 1 Temmuz günü ‘tepeden inme kadroyla’ Kocaeli Tarım İl
Müdürlüğü’ne ‘inek bakıcısı’ olarak tayin edilmiş ve lojmana yerleştirilmiştir.
[19] Tank ve kariyerlerin sayısı konusunda farklı
bilgi vardır. Bu sayı her biri için farklı kaynaklarda 5 ile 20 arasında
değişmektedir.
[20] TBMM Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem, 2.
Yasama Yılı, 57. Birleşim, 18 Şubat 1997, http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_g_sd.birlesim_baslangic?P4=187&P5=B&PA
GE1=1& PAGE2=140.
[21] TBMM Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem, 2.
Yasama Yılı, 58. Birleşim, 19 Şubat 1997, http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_g_sd.birlesim_baslangic?P4=188&P5=B&PA
GE1=1& PAGE2=45.
[22] Görüşmede partisi adına konuşan DSP lideri Ecevit
özetle şunları söyler: “Bu Hükümeti, laik demokrasi ve toplumsal huzur için,
milletimizin büyük çoğunluğu, ciddî bir tehlike olarak görüyor. Bu Hükümetten
bir an önce kurtulmak, milletin büyük çoğunluğunun ortak isteğidir. Bu
Hükümetin işbaşında kalması rejimimiz için ciddî bir tehlikedir, ulusal birlik
açısından tehlikedir…. Rejim sorununun çözüm yeri de Türkiye Büyük Millet
Meclisidir. Milli Güvenlik Kurulu, iç ve dış güvenliğimiz açısından çok önemli
ve değerli bir kuruluştur; ama, siyasal sorunlara çözümü Büyük Millet
Meclisinde aramak gerekirken, Millî Güvenlik Kurulundan bekler duruma gelinmiş
olması, demokrasimiz açısından bir talihsizliktir ve bunda askerlerin kusuru
yoktur. Türkiye'yi, bu duruma, sekiz ayda, Refahyol Hükümeti getirmiştir… Şu aşamada, Türkiye'nin gereksinmesi erken
seçim değil, sağ ile solun, Hükümet ile toplumsal örgütlerin ve millet ile
Millet Meclisinin el ele verecekleri bir çözüm hükümetidir.” Partisi adına
konuşan DYP milletvekili Rıza Akçalı ise hükümetin “sekiz aylık icraatı”
çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini belirterek, bu dönem içerisinde
“ülkenin rejimine yönelik, cumhuriyetin temel niteliklerine yönelik, onu,
bırakın tehdit etmeyi, bırakın ortadan kaldırmayı, ona en ufak bir gölge, bir
leke düşürecek bir icraatı göstermeniz mümkün değildir” diye savunmada bulunur.
Akçalı, “bir takım fiiller” ile ilgili olarak da şöyle konuşur: “Bu fiillere
karşı ne yapılmış; hukuk devleti işletilmiş mi; işletilmiş. Suç unsuru tespit
edilen kişiler adalete sevk edilmiş mi; sevk edilmiş. Sevk edildikten sonra,
Türkiye'nin meri hukuk düzeni içerisinde işlemler devam ediyor mu; ediyor.
Hatta, Dışişleri, bu konuyla ilgili görevini de yerine getirmiş mi; böylesine
bir toplantıda, orada görev alan bir yabancı ülkenin dışişleri yetkililerinin
Türkiye'yle ilişkisini kesecek şekilde bir işlemi gerçekleştirmiş mi;
gerçekleştirmiş. Yani, başka ne isteniyor; oraya birkaç poster asıldı diye,
birkaç adam asılması mı isteniyor, gerçekten böyle bir şey mi isteniyor, hukuk
devletinde böyle bir yol mu isteniyor?!. Bunu anlamak mümkün değil”. RP adına
da hükümeti Bülent Arınç savunur. Laiklik konusunda partisinin görüşlerini
aktaran Arınç, daha sonra “Türkiye, bir hukuk devletidir. Savcısıyla,
hâkimiyle, bağımsız yargısıyla, suç işleyenlere mukabelesini gösterecek
makamlar vardır; kimse kendini bu makamların yerine koymasın…. Doğru Yol Partisi
ve Refah Partisi Hükümeti, laiklik konusunda aynı düşünceleri paylaşan,
milletimizin değerlerine sahip bir koalisyon hükümetidir” diye kaydeder. (TBMM
Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem, 2. Yasama Yılı, 60. Birleşim, 25 Şubat 1997, http://www.
tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanakg_sd .birlesim_
baslangic?P4=189&P5=B&PAGE1=1& PAGE2=119).
[23] Ergin (1997; Hürriyet, 25 Ağustos 1997) daha
sonra mektup konusuna farklı bir açıklama getirir. Ergin, Ocak ayındaki MGK
toplantısı sonrasında Demirel’in Erbakan’ı uyarmayı kararlaştırdığını ve bunun
için özel sekreterine dört ayrı mektup dikte ettirdiğini ifade eder.
Mektuplardan birincisinde laikliğe aykırı tutumlar konu edilmektedir. İkinci
mektup, doğrudan eğitim alanındaki sorunları, Milli Eğitim Bakanlığı’nın içinde
bulunduğu durumu, üçüncü ve dördüncü mektuplar ise Yargı’nın durumunu ve Adalet
Bakanlığı’ndaki uygulamaları konu almaktadır.
[24] Toplantıda neler olduğu ve konuşulduğu
konusunda bkz. Akpınar, 2001; Bölügiray, 1999; İba, 1999.
[25] Öte yandan 10 Kasım 1998 günü yayınlanan
Cumhuriyet gazetesinde “Genelkurmay’ın 35 siyasi için suç duyurusu” başlığıyla
yayınlanan haberde Genelkurmay Başkanlığı’nın 1995 seçimlerinden beri 35
milletvekili ve siyasetçi, 3 hakim ve savcı olmak üzere toplam 286 suç
duyurusunda bulunduğu ve bunlardan 146’sı hakkında dava açıldığı ifade
edilmektedir. Genelkurmay, 28 Şubat sürecinin devreye girdiği 1997 yılında 25,
1998 yılının ilk 9 ayında da 8 siyasi ve milletvekili hakkında suç duyurusunda
bulunmuştur. Genel toplamda Genelkurmay Başkanlığı 1996 yılında 74, 1997
yılında 148, 1998 yılında ise 64 olmak üzere toplam 286 suç duyurusunda
bulunmuştur. Suç duyurularına bağlı olarak 1996 yılında 37, 1997'de 91, 1998'de
18 dava açılmıştır. Haklarında suç duyurusunda bulunulan kişiler arasında
gazeteciler de bulunmaktadır.
[26] TBMM Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem, 2. Yasama Yılı,
92. Birleşim, 13 Mayıs 1997, http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_ss.birlesim_baslangic?P4=236&P5=B&web
_user_id=488670&PAGE1=
41&PAGE2=61.
[27] İlk saldırı daha önce Flash TV’ye
yapılmıştır.
[28] TBMM Başkanlığı’na sunulan önergede özetle şu
görüşlere yer verilmektedir: “Bugünkü Hükümet, ülkemizin her alandaki
sorunlarını görülmemiş ölçüde ağırlaştırdıktan başka, halkımızı bir kardeş
kavgası ortamına sürüklemiştir. Siyasal İktidar, vatandaşlarımızı da
"inanan-inanmayan" gibi ayırımcı tanımlarla kamplara bölmüştür;
ülkemizdeki kurumları yıpratıcı tutum ve davranışlarıyla devletimizin
sarsılmasına neden olmuştur. İktidar partileri mensubu milletvekillerinin ve
yetkili temsilcilerinin, devletin anayasal düzenini ve cumhuriyetin temel
niteliklerini sarsıcı yöndeki söylem ve eylemleri, bazı bakanlarca da
desteklenen bir iktidar politikası haline sokulmuştur…. İktidar, iki kanadının
mensuplarıyla ilgili suç iddialarını örtbas etmeyi veya şantaj aracı olarak
kullanmayı metot haline getirmiştir; devletin içine sızdırılmış çeteleri himaye
eden bir tutum içine de girmiştir…. Hükümet, tarafsız basın ve televizyonların
haber ve eleştirilerine karşı tahammülsüzlüğünü, sadece hukukî ve ekonomik
baskı önlemleriyle değil, gazetelere ve televizyonlara fiilî saldırıları
özendirerek de göstermiştir. Flash-TV'ye karşı İstanbul'daki silahlı
saldırıyla, aynı amaca yönelik olan Bursa baskını bunun son örnekleridir.
Hürriyet Gazetesine silah zoruyla girip, çalışma odalarını kurşun yağmuruna
tutan saldırgan da bu fiilî, besbelli ki, tarafsız medyaya Hükümetçe yöneltilen
saldırı kampanyası teşviki altında işlemiştir…. Sonuç olarak, ülkemizin her
alandaki sorunlarını ağırlaştıran, bunlara yeni sorunlar ekleyen,
cumhuriyetimizin temel ilkelerini sürekli olarak çiğneyen, toplumumuzu iç
çatışmaların eşiğine getiren Koalisyon Hükümetine olan güveni, hem milletimiz
hem de yeminine sadık milletvekilleri nezdinde ortadan kaldıran ve Bakanlar
Kurulu olarak toplanıp sorunları görüşme yeteneğini kaybetmiş bulunan Başbakan
ve Bakanlar Kurulu hakkında…. gensoru açılmasını arz ve teklif ederiz.”
Görüşmede RP grubu adına konuşan Necmettin Aydın ise
şunları söylemektedir: “Bu Hükümet, gerçek laikliğin de en büyük teminatıdır.
Bu topraklarda bundan böyle hiçbir kimsenin gücü, din düşmanlığını, laiklik
diye tatbike yetmeyecektir…. (Bu hükümet) Başta ordumuz olmak üzere,
devletimizin tüm kurum ve kuruluşlarını büyük bir muhabbetle kucaklamıştır….
Aksi düşünceler tamamen uydurmadır; bilakis, halkı tedirgin edici, devletin
düzenini sıkıntıya sokacak görüntü ve söylemler, maalesef, bir kısım medyanın
uydurmalarıdır…. Bu gensoruya "evet" demek, sunî gündeme, baskıya
"evet" demektir; hürriyetçiliğe "hayır" demektir”.
Daha sonra söz alan Devlet Bakanı Abdullah Gül de
konuşmasında özetle şunları dile getirir: “Şayet hukukun üstünlüğü zaman zaman
tartışılır hale getirildiyse, bunu, Hükümet değil, tam tersine, ibretle
seyrettiğimiz gibi, muhalefet anlayışıyla, halktan kopuk bir avuç sözde aydın
geçinen insan yapmaktadır; yanlarına da, maalesef, bazı sorumsuz medya ve
gazeteleri alarak yapmaktadır…. Basının yanlışlarını, Türkiye'yi sürüklediği
mecrayı ve Hükümete karşı, millete karşı güç gösterisini; kendisini, milletin
iradesi yerine koyucu yapmalarına, şantajlarına hiçbir zaman boyun
eğmeyeceğimizi de, burada, açıklıkla ilan etmek istiyorum. Basının, rantçıların,
milleti sömürenlerin bir aracı haline gelip, dünyanın hiçbir ülkesinde
görülmeyen bir sorumsuzluk ve saldırganlık içerisinde olmasına da kesinlikle
müsaade etmeyeceğiz….” (TBMM Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem, 2 Yaşama Yılı,
95. Birleşim, 20 Mayıs 1997,http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_g_sd.birlesim_
baslangic?P4=239&P5=B& PAGE1=1&PAGE2=92).
[29] Oylama için bkz. TBMM Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem,
2 Yaşama Yılı, 95. Birleşim, 20 Mayıs 1997, http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_g_sd.birlesim_baslangic?
P4=239 &P5=B &PAGE1=1& PAGE2=92.
[30] Akpınar’ın (2001) aktardığına göre üç başlık
halinde oluşturulan çizelgenin boş bırakılan bölümünde ise personelin “müsbet
ve menfi gelişmeleriyle ilgili kanaatler” üst komutanlar tarafından doldurulur.
çizelgede askeri personelin, “karşı cinsle tokalaşmasından”, “aile
ziyaretlerinde ve misafirliklerde haremlik-selamlık uygulama içinde olup
olmadığı” bile takibe alınır. personelin Atatürk ve laiklik aleyhinde
propaganda içinde olup olmadığı da çizelgeye not düşülür.
[31] Yılmaz’ın bir başka kasetinde hac görüntüleri
vardır. Hacı kıyafetleri içerisindeki Yılmaz çevresindekilere “Sana savaş açan
sağcılık, solculuk, Kemalizm, kapitalizm, laiklik ve bütün şeytani düzenekleri
boykot ederek bütün gücümüzle çalışacağımıza…” diye yemin ettirmektedir. Yılmaz
şunları söylemektedir: “Nöbete geliyoruz. Refah için, Milli Görüş için bütün
gücümüzle çalışacağımıza söz veriyoruz. Uyanınız, diye söylemeye mecburum. Beş
yüz hac yapsak, Türkiye’deki düzeni yıkmak için, mücadele azmi olmadan bu
hacların kabul olmayacağını duyurmak için söylüyorum. Sizin cihadınız bir oy
pusulası. Oy vermek kötülüğü düzeltir.”
[32] Bölügiray’ın (2000) aktardığına göre ayrıca
Arnavutluk’a asker gönderilmesine karar veren hükümet, bu iş için TSK’nın
ödenek isteğini, ancak birçok uğraştan sonra yerine getirecektir. Yine Doğu ve
Günaydoğu’daki çatışmalarda yaralanan ve sakat kalan askerlerin rehabilitasyonu
için Bilkent’te temeli atılan Bakım Merkezi için 10 trilyon lira ödenek
isteğini de geri çevirecektir.
[33] Genelkurmay brifinglerine de konu olan “dinci
sermaye” ya da “yeşil sermaye” tartışmaları daha sonra Faik Bulut’un yazdığı ve
ilk baskısı 1995 yılında yapılmış olan “Tarikat Sermayesi’nin Yükselişi İslam
Ekonomisinin Eleştirisi” adlı kitapta kilitlenir (Akel, 1998). Bulut’a (1997a)
göre 1940 ve 1950’lerden itibaren tarikat ya da cemaat yapılanmaları iktidarla
birlikte, el ele yürüyerek palazlanmıştır. 1990’larda finansal bir kaynak
olarak bankacılık sektörüne el atan bu girişimler cemaat sermayesini aşarak
İslami sermaye düzeyine ulaşmıştır. Eş deyişle dar cemaat anlamından çıkıp
ulusal çapta bir şirket örgütlenmesine ulaşmıştır. Bulut kitabında İslami
sermayenin kimliğini, isimler ve rakamlar vererek ortaya koymuştur. Kitapta
genel olarak İslam’da faiz, serbest piyasacılık, para ve mülkiyet konularını
tanımlayan Bulut, İslam ekonomisinin ana hatları üzerinde durduktan sonra İslam
bankacılığı ve İslami şirketlere değinir. Son bölümün başlığı ise “Tarikat
Sermayesinin Yükselişi”dir. Bu bölümün sonunda Bulut, belgeler ve verilerle
tarikat sermayesinin boyutlarını listeler halinde ortaya koyar. Burada belki
bir parantez açarak kitaptaki İslami Medya bölümüne değinilebilir. Kitapta,
“Altın Çağını Yaşayan İslami Medya” başlığıyla verilen bölümde Söz gazetesinin
18 Şubat 1995 tarihli haberine dayanılarak Türkiye’de İslamcı 300 genel yayın
organı, 100 radyo ve 35 yerel televizyon kanalından söz edilir. 7 Ekim 1996
tarihli Yeni Yüzyıl gazetesinin haberine dayanılarak da belli başlı gazete ve
televizyon kanallarının adları ve bağlı bulundukları sermaye grupları ifade
edilir. Bunlar İhlas Grubu’na ait
Türkiye gazetesi ile TGRT televizyonu, Zaman, Milli Gazete, Akit, Yeni Şafak ve
Yeni Asya gazeteleri ile Kanal 7 ve Samanyolu televizyonlarıdır. Bulut ayrıca
bunlara Mesaj TV ve AK TV’nin de 1997 yılında eklendiğini kaydeder (Bulut,
1997a).
[34] Brifingde konuşulanlar pek çok kaynakta
yayınlanmıştır. Bkz. Cevizoğlu, 2001a; Bölügiray, 2000; İba, 1999, Eğilmez,
1998, Hürriyet, 12 Haziran 1997; Radikal, 12 Haziran 1997.
[35] Örneğin bu kasetlerden birinde Ceylan’ın 1993
yılında Kırıkkale’de yaptığı konuşması vardır ve Ceylan, “Bu vatan bizimdir,
rejim değil. Rejim ve Kemalizm başkalarınındır. Türkiye yıkılacak. Türkiye,
Cezayir olur mu diyorlar. Orada yüzde 81 nasıl olmuşsa, yüzde 20 falan değil,
yüzde 81’lere ulaşacağız. Boşuna uğraşmayın. Kırıkkaleliler’in ellerinde
gebereceksiniz.” demektedir. Bir diğerinde ise Çelik’in şu sözleri dikkati
çeker: “Ordu 3 bin 500 PKK’lıyla baş edemedi, 6 milyon İslamcıyla nasıl baş
edecek? Sapına kadar şeriatçıyım. Şeriatın gelmesini istiyorum… İmam Hatipleri
kapatmaya kalkarsanız, ülke kan gölüne döner. Cezayir’den beter olur. Ben kan
dökülmesini istiyorum. Demokrasi böyle gelecek, fıstık gibi de olacak”. Daha
pek çok kaset ve konuşma arasında kamuoyunun ilgisini çekenler bunlardır (Bölügiray,
2000).
[36] Aksoy’un adı Akpınar’ın (2001) kitabında
geçer. Akpınar’ın aktardığına göre 28 Şubat toplantısının ardından 11 Mart günü
Aksoy, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Ahmet Çörekçi’nin davetlisi olarak
Merkez Orduevi’ne yemeğe gitmiş, Çörekçi’ye “12 Mart gibi bir olay mı olacak
Paşam?” diye sormuştur. Çörekçi ise, soru üzerine “İhtilal falan olmaz. İhtilal
günleri geride kalmıştır. Ana bu konuda yapılması gereken neyse, o da
yapılacaktır. Biz bu meselenin boyutlarını çok tehlikeli görüyoruz” şeklinde
yanıt vermiştir. Aksoy daha sonra bu görüşmeyi Çiller’e ve danışmanlarına
aktarmıştır (Akpınar, 2001).
[37] Köstebek olayına Orakoğlu (2003) dışında,
Akpınar (2001), (Bölügiray, 2000), İba (1999), Akel (1998) ve Ergin (1997) de
eserlerinde yer vermişlerdir. Ayrıca o günlerdeki neredeyse bütün gazetelerde
konu işlenmiştir.
[38] Deniz Kuvvetleri Komutanı namına/emriyle Koramiral,
Kurmay Başkanı Aydan Erol imzasını taşıyan 5 Mayıs tarihli “gizli” ve “kişiye
özel”, “İsth. 3429-3, 97/İKK. Ş.” Numaralı belgede Akel’in (1998) aktardığına
göre şöyle denilmektedir:
“1. Batı Çalışma Grubu faaliyetlerine yönelik olarak,
ilgi ile gönderilmesi istenen bilgi ve raporlara ilave olarak aşağıda
belirtilen bilgilerin de derlenmesi ihtiyacı doğmuştur.
a)
Tüm dernekler,
vakıflar, meslek kuruluşları, işçi ve işveren sendikaları ve konfederasyonları,
b)
Yüksek öğretim
kurumları (fakülte, yüksek okul ve enstitüleri),
c)
Yurtlar (Kredi ve
Yurtlar Kurumu’na bağlı kurum kuruluşlara bağlı özel yurtlar),
d)
Üst düzey
yöneticiler (vali, kaymakam, büyük şehir belediye başkanları, belediye
başkanları) ile diğer mülki makamlarda bulunan görevlilere (müdür, daire
başkanları) ait biyografiler, anılan şahısların siyasi görüş/yönleri,
e)
İl genel meclis ve
belediye meclis üyeleri,
f)
Siyasi parti il ve
ilçe teşkilatları yönetim kurulları,
g)
Yerel tv, radyo,
gazete, dergi ve diğer basın-yayın kuruluşları,
2. Alınan bilgilerin derlenmesinde gizliliğe azami
dikkat gösterilecek, gerektiğinde bölgedeki diğer askeri makamlar ile işbirliği
yapılabilecektir. Temin olunan bilgiler 12 Mayıs 1997 tarihine kadar Ek’te
belirtilen formatlara uygun olarak bilgisayar ortamında hazırlanarak, yazılı ve
disketlere kayıtlı olarak Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na “Gizli/Kişiye Özel”
gizlilik derecesinde gönderilecektir. Bu tarihe kadar temin edilemeyenler
teminini müteakip bekletilmeksizin aynı usullerle gönderilecektir.”
Akel’in (1998) aktardığına göre bu belge ayrıca Deniz
Kuvvetleri Komutanlığı’nın 1 Mayıs 1997 gün İsth. 3429-1-97/İKK.Ş. (307) sayılı
emre de ilgi çeker. Söz konusu belge ise şöyledir: (Akel, 1998) “Türkiye
Cumhuriyeti’ni ve Silahlı Kuvvetler’i iç ve dış tehditlere karşı koruma ve
kollama her Türk vatandaşının olduğu kadar TSK personeli ve onların eş ve
çocuklarının da en büyük milli görevidir. Bu bakımdan Kara Kuvvetleri’nin tüm
personeli ve aileleri birer haber toplama vasıtasıdır. Tüm Kara Kuvvetleri
personeli ve ailelerinin elde edeceği her türlü belge, bilgi ve haberi bu
konunun üst komutanlık tarafından bilinip bilinmediği yorumunu yapmadan
silsileler yoluyla üst komutanlığa ulaştırılması ve personelin bu hususta
bilgilendirilmesi ilgi emirle emredilmiştir”.
[39] Konunun taraflarından biri olarak Orakoğlu
(2003); iddialara, soruşturma ifadelerine ve mahkeme tutanaklarına yer verdiği
kitabında dönemle ilgili pek çok karmaşık ilişkiye işaret ederek soru
işaretlerini gündeme getirir. Kitabında Emniyet Genel Müdürlüğü’ndeki “gece
yarısı operasyonu”nu, kişisel ilişkileri ve güç dengelerini değerlendiren
Orakoğlu, Sarmusak’ın aslında MİT’in içine sokulmuş bir “köstebek” olduğu,
kendisinin görevden alınmasında “Çevik Bir ekibinin baskı ve isteğinin” etkili
olduğunu ileri sürer. Ayrıca Orakoğlu, “yargılanma aşamasında soruşturma
ifadelerinin ve mahkeme tutanaklarının medyaya yansımasını” da kanunlar önünde ve medya etiği bağlamında eleştirir.
[40] TBMM Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem, 2.
Yasama Yılı, 120. Birleşim, 12 Temmuz 1997, http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_g_sd.birlesim_baslangic?P4=284&P5
=B&PA GE1=1&PAGE2=33.
[41] TBMM Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem, 2.
Yasama Yılı, 120. Birleşim, 12 Temmuz 1997, http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_g_sd.birlesim_baslangic?P4=284&P5
=B&PA GE1=1 &PAGE2=33.
[42]
Aslında sekiz yıllık eğitim konusu ülke gündemine MGK kararları ile girmiş bir
konu değildir. Hürriyet gazetesinin (23 Temmuz 1997) aktardığına göre, resmi
kayıtlarda sekiz yıllık eğitim konusu Osmanlı döneminde II. Mahmut zamanına
uzanır. II. Mahmut, 1824’te bir fermanla temel eğitimi sekiz yıla çıkarır.
1913’te çıkarılan “Tedrisat-ı İptidaiye Kanun-u Muvakkat” ile ilköğretim altı
ve sekiz yıl olarak belirlenir. Ancak daha sonra beş yıllık ilkokul ve üç
yıllık ortaokul bölümlerine ayrılır. Cumhuriyet döneminde, 1946’da toplanan
Milli Eğitim Şurası’nda, ilköğretimin sekiz yıla çıkarılması eğilimi belirir.
Sekiz yılık temel eğitim uygulaması ilk olarak 1971-1972 döneminde “zorunlu
olmaksızın” 18 pilot okulda başlar. Sekiz yıllık ilköğretim, 24 Haziran 1973
tarihli 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Yasası’na girer. İlköğretimin 6-14
yaşlarındaki çocukların eğitim ve öğretimini kapsadığı, kız ve erkek bütün
vatandaşlar için zorunlu olduğu hükme bağlanır. Ortaokullar, ilköğretim kurumu
içine alınarak zorunlu yapılır. Lise ve dengi okulları kapsayan ortaöğretim
kurumları yeniden tanımlanır. Bu çerçevede, İmam Hatip Liseleri’nin de
ilköğretime dayalı ortaöğretim kurumu olduğu hükme bağlanır. Yasanın
uygulamasında sekiz yıllık zorunlu eğitime kademeli geçiş öngörülür ve
hazırlıklar buna göre başlar. Ancak, 12 Eylül sonrası Bülent Ulusu hükümeti
döneminde yasada bazı değişiklik ve eklemeler yapılır. 16 Haziran 1983’te, “Alt
yapının hazır olduğu ayrıca yasayla belirleninceye kadar, ilköğretimin yalnız
ilkokul bölümünün zorunlu olduğu” hükmü getirilir. Sekiz yıllık zorunlu
kesintisiz temel eğitim yasasının Meclis’te yapılan görüşmeleri sırasında 14
Ağustos 1997 günü partisi adına söz alan CHP’li Celal Topkan da sekiz yıllık
eğitimin tarihçesine değinir (TBMM Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem, 2. Yasama
Yılı, 135. Birleşim, 14 Ağustos 1997, http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_ss.
birlesim _baslangic?P4=327&P5=B&web_ user_id=
512823&PAGE1=114&PAGE2=117).
Topkan’ın aktardığına göre, 13-17 Mayıs 1996 tarihleri arasında yapılmış
olan 15’inci Millî Eğitim Şûrası’nda, "yakın bir gelecekte 5-6 yaş okul
öncesi ilköğretim bünyesine alınmalı, ilköğretim, kesintisiz 8 yıllık zorunlu
eğitim olarak uygulanmalı, 8 yıl sonunda tek diploma verilmeli, 9 uncu sınıf,
liseye ya da meslekî eğitime yönlendirme yılı olmalıdır. Böylece, ilköğretimde
zorunlu 2+8+1 sistemi oluşturulmalıdır" şeklinde karar alınmıştır. Yedinci
Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda da konuya, "Bu Plan döneminde okulöncesi
eğitim tedricen yaygınlaştırılacak, Avrupa ülkelerinde asgarî norm olan 9
yıllık zorunlu eğitim, bu aşamada ülkemizin tüm bölgelerinde, Eğitim Birliği
Yasası çerçevesinde, 8 yıllık zorunlu temel eğitim olarak uygulanmaya geçilecek
ve yükseköğretime girişte yığılmaları önlemek için ortaöğretimde yeni bir
planlamaya gidilecektir" ifadesiyle yer verilmiştir. Yine aktarıldığına
göre daha önce de bu yasa teklifi CHP’li Birgen Keleş tarafından 23 Kasım
1996’da ve ANAP’lı Kaya Erdem ve arkadaşları tarafından da 7 Mart 1997’de
verilmiş ancak Milli Eğitim Komisyonu’nda gündeme alınmamıştır. Öte yandan Erbakan Hükümeti’nin programında
da zorunlu eğitimin sekiz yıla çıkarılması öngörülmektedir. Programda “zorunlu
eğitim sekiz yıla çıkarılacak, öğrencilerin ilgi ve kabiliyetlerine göre
çeşitli meslek alanlarında eğitim görebilmeleri için ilköğretimin ikinci
kademesinde yönlendirme sistemine işlerlik kazandırılacaktır” denilmektedir. Bu
çerçevede TBMM’deki tartışmaların önemli bir bölümü sekiz yıllık eğitime geçiş
tartışmasından öte, uygulamanın kesintisiz mi yoksa “5+3 formülü” çerçevesinde
mi gerçekleştirileceği üzerinde odaklanmıştır.
[43] Oylama sonucu ve görüşme tutanakları için
bkz. TBMM Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem, 2 Yasama Yılı, 136. Birleşim, 15
Ağustos 1997, http://www.tbmm.gov.tr/develop/
owa/tutanak_g_sd.birlesim_baslangic?4=328&P5=B&PAGE1=1&PAGE2=390.
[44] Toplam dört yıl yedi ay hapse mahkum olan
Yıldız, dört ay 25 gün tutuklu kalır. Milliyet gazetesinde “Bekir Yıldız artık
müteahhit” başlığıyla (28 Şubat 2001) yayınlanan habere göre Yıldız, mahkumiyet
kararı Yargıtay tarafından onandıktan sonra “kayıplara karışmış”, 19 Kasım
1998’de sahte pasaport ve yüklü miktarda dövizle Bulgaristan’ın Rusçuk sınır
kapısında, Romanya’ya geçiş yaparken yakalanmış, 25 gün gözaltında tutulduktan
sonra serbest bırakılmıştır. Sonra hangi ülkede bulunduğu tam olarak
belirlenemeyen Yıldız, “Af Yasası” çıktıktan sonra, yararlanmak için Ankara DGM
Başsavcılığı’na müracaat etmiş ve 8 Ocak 2001’de serbest bırakılmıştır.
[45] Bu şiirin kime ait olduğu konusundaki
tartışma hakkında Hürriyet gazetesi yazarı Murat Bardakçı şunları yazar: “Ben merak ettim,
araştırdım ve ortaya son derece garip bir ‘‘saptırma’’ ve ‘‘montaj’’ hadisesi
çıktı: Ziya Gökalp'in kitaplarında ‘‘Minareler süngü, kubbeler miğfer’’ diye
başlayan bir şiir yoktu ama yine Ziya Gökalp'in 1912'de, Balkan Savaşı
sırasında yayınladığı ‘‘Asker Duası’’ adlı bir başka şiirine ‘‘minare’’,
‘‘süngü’’, ‘‘kubbe’’, ‘‘miğfer’’, ‘‘kışla’’ gibi kavramlar iláve edilmiş, Ziya
Gökalp'e ait olmaktan çıkan şiir militan bir kimliğe büründürülmüş, üstelik
aynı şiirin daha sonra yayınlanan metninde ordudan bahseden beş mısra da
makaslanmıştı. Tayyip Bey'in okuduğu şiir, işte bu ‘‘montaj’’ ve ‘‘kırpılmış’’
metindi. (Hürriyet, 22 Eylül 2002). Aynı konuda Göksel Özköylü ise şiirin
aslında Cevat Örnek’e ait olduğunu yazar (http://www.hurriyetim.com.tr/dosya/
tayyiperdogan/tayyip.asp, İnternetten indirildiği tarih: 19 Haziran 2003).
[46] Resmi Gazete’de yayınlanan 317 sayfalık
gerekçeli kararda bir kez daha “laik Cumhuriyet rejiminin nitelikleri”
belirtilir. Muhalefet şerhi koyanlar ise, devletin tanımını ve niteliğini
tartışmaya açarlar. Mahkeme kapatma kararıyla birlikte 9 Ocak 1998’de aldığı
bir ara kararla da Siyasi Partiler Yasası’nın 103. maddesinin 2. fıkrasını
iptal eder. Böylece “odak olma” kavramının çerçevesi genişletilerek Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı’na “bölücü ve şeriatçı partilere” karşı “otomatik
olarak dava açma izni” verilir (İba, 1999). Ayrıca yargılama ile ilgili olarak
bkz. http://www.belgenet.com/dava/rpdava.html,
internetten indirildiği tarih: 12 Haziran 2003.
[47] Seçim sonuçları için bkz. “Seçim 2002”, http://www.hurriyetim.com.tr/secim2002/,
İnternetten indirildiği tarih: 12 Haziran 2003; “3 Kasım 2002 Seçimleri”, http://www.belgenet.com/secim/
3kasim.html, İnternetten indirildiği tarih: 12 Haziran 2003.
[48] “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri”, http://www.tbmm.gov.tr/hukumetler.htm.
İnternetten indirildiği tarih: 9 Haziran 2003; “3 Kasım 2002 Seçimleri”, http://www.belgenet.com
/secim/3kasim.html. İnternetten indirildiği tarih: 9 Haziran 2003.
[49] “Erbakan, SP Genel Başkanlığı’na
seçildi”, http://www.saadet.org.tr/iframe.asp?nereye=
habergoster&ID=467, İnternetten indirildiği tarih: 19 Haziran 2003.